Share This Article
Christopher Nolan’ın filmi Oppenheimer cuma günü gösterime giriyor. Atom bombasının ortaya çıktığı koşulları konu alan filmde, Cillian Murphy, Robert Downey Jr, Matt Damon gibi isimler yer alıyor.
Atom bombasının arkasındaki deha olarak bilinen J. Robert Oppenheimer’ın hayat hikâyesini konu alan film, “dünyalar yok eden” biri olmadan önce “yeni dünyalara kapı aralayan” bir fizikçinin hayatına odaklanıyor. Eleştirmenler Oppenheimer için tam not verirken, filmin Christopher Nolan’ın “başyapıtı” olduğunu ileri sürülüyor.
ABD’li sinema eleştirmeni ve yönetmen Bilge Ebiri, Vulture için yazdığı incelemede, “Oppenheimer, inanılmaz bir film. Akıllara gelen kelime ‘dehşet verici.’ Sürekli bir hızla ilerleyen, inanılmaz detaylara sahip, karmaşık bir tarihi dram. Nolan, sizi en şaşırtıcı ve yıkıcı şekilde finaline ulaşana kadar dolduruyor ve yükseltiyor” değerlendirmesinde bulundu.
Bölgesel savaşların her geçen gün küresel bir savaşı tetikleme ihtimali altında yaşayan bizler, “dünyalar yok eden” bir bilim insanının hayatına neden bu kadar ilgi gösteriyoruz? BBC’de yayımlanan Who was the real Robert Oppenheimer? yazısı, tarihin en tartışmalı bilim insanına mercek tutuyor.
Her geçen gün kitlesel yok oluşla karşı karşıya kalan dünyamız geçmişten gelen bir pişmanlığın ve hayal kırıklığının hikâyesini izlemeye hazırlanıyor…
Gelin isterseniz, sinema salonlarını doldurmadan önce Oppenheimer’ın kim olduğuna yakından bakalım.
‘Çok nadir nefes alıyordu…’
Takvimler 16 Temmuz 1945 tarihini gösteriyordu. Robert Oppenheimer, bir kontrol sığınağında oturmuş dünyayı değiştirecek anın gelmesini endişeli gözlerle bekliyordu. New Mexico’da bulunan Jornada del Muerto çölünün soluk renkli kumları biraz sonra insanlık tarihinin ilk atom bombası testi olan “Trinity”e sahne olacaktı.
Oppenheimer, küresel bir ölüm makinesine dönüşeceğini bilen ve bu ağırlığın altında adeta yok olan bir adamdı. Her zaman çelimsiz ve zayıf bir insan olmuştu. Öyle ki, Manhattan Mühendisler Bölgesi’nin bilimsel kolu olan ve atom bombasının tasarımını ve inşasını üstlenen “Y Projesi”ni üç yıl boyunca idare etmek, Oppenheimer’ın 52 kiloya kadar düşmesine neden olmuştu.
1,78’lik boyuyla iskelet gibi görünüyordu. Geceleri sadece dört saat uyuyor, aşırı sigara tüketiminin yol açtığı öksürükleri nedeniyle sık sık uyanıyordu.
16 Temmuz 1945 günü yaşananlar, tarihçiler Kai Bird ve Martin Sherwin’in kaleme aldığı 2005 tarihli Oppenheimer biyografisi American Prometheus‘taki kritik olaylardan biriydi. Söz konusu kitap ülkemizde 21 Temmuz’da vizyona girecek olan Oppenheimer filminin de temelini oluşturdu.
Bird ve Sherwin’in aktardığına göre, ABD ordusunda görevli bir general, Oppenheimer’ın geri sayım anlarındaki ruh halini şu sözlerle özetlemişti:
Son saniyelerde Dr. Oppenheimer’ın gerginliği daha da artmıştı. Çok nadir nefes alıyordu…
“Y Projesi” kapsamında üretilen atom bombası “Trinity”…
‘Şimdi ben ölüm oldum’
Yaşanan patlamanın sonucunda ortaya çıkan ışık, Güneş’i bile gölgede bıraktı. 21 kiloton dinamite eşdeğer bir güç açığa çıkmış, o güne kadar görülmüş en büyük patlama yaşanmıştı. Oluşan şok dalgası 160 kilometre uzaktan bile hissedilmişti.
Patlamanın sesi ortalığa yayılır ve mantar bulutu gökyüzüne yükselirken Oppenheimer’ın yüz ifadesi “Çok büyük bir rahatlamaya” dönüştü. Arkadaşı ve meslektaşı Isidor Rabi, Oppenheimer’ın birkaç dakika sonraki hâlini şu ifadelerle tarif edecekti:
Yürüyüşünü asla unutmayacağım. Arabadan inişini asla unutmayacağım. Yürüyüşü High Noon filmindeki gibiydi. Öyle bir cakası vardı. Başarmıştı.
Oppenheimer ise 1960’larda verdiği röportajlarda, patlamadan sonraki saniyelerde aklına kutsal Hindu metni Bhagavad Gita’dan şu cümlenin geldiğini söylemişti:
Dünyaları yok eden ölüm oldum ben.
Los Alamos Atom Bombası Projesi Direktörü Dr. JR Oppenheimer, Tümgeneral Leslie R. Groves ile atom bombası kulesinin erimiş kalıntılarını inceliyor. 16 Temmuz 1945
‘O zavallı insancıklar, o zavallı insancıklar’
Arkadaşlarının aktardığına göre, Oppenheimer sonraki günlerde gittikçe derinleşen bir depresyon içinde olduğu izlenimini veriyordu. Bir arkadaşı, “Robert o iki haftalık süreçte çok hareketsizleşti ve dalgınlaştı çünkü olacakları biliyordu” diye anlatacaktı.
Hatta bir sabah Japonların yaklaşan kaderinden üzüntüyle bahsetmiş ve küçümser bir tavırla, “O zavallı insancıklar, o zavallı insancıklar“ demişti. Ancak bu depresif hâl kısa sürmüş, Oppenheimer birkaç gün içinde yine o gergin, odaklanmış ve müşkülpesent hâline dönmüştü.
Öyle ki, askeri taraftaki muhataplarıyla yaptığı bir toplantıda “zavallı insancıklar”ı tamamen unutmuş gibiydi. Bird ve Sherwin’e göre, bombayı doğru koşullarda atmanın önemine takmıştı kafasını. Toplantıda yaptığı konuşmada şu ifadeleri kullanmaktan geri durmamıştı:
“Elbette yağmurlu ya da sisli bir havada atmamalılar. Çok yüksekte patlatmalarına da izin vermeyin. Hesaplarımızla sabitlediğimiz irtifa en doğrusu. Çok yükseğe çıkmasınlar yoksa hedef çok fazla zarar görmez.”
Korgeneral Leslie Groves Jr. (1896 – 1970) 2. Dünya Savaşı sırasında atom bombasını geliştiren Manhattan Projesi’ni yönetti.
‘Oppenheimer olmasa, savaş nükleer silahlar olmadan sona erecekti’
“Trinity”den bir ay sonra meslektaşlarından oluşan bir topluluğa Hiroşima’ya atılan atom bombasının başarıya ulaştığını söylerken, muzaffer bir dövüşçü gibi ellerini birbirine bağlayıp kafasının üzerine kaldırmıştı. Aldığı alkış neredeyse tavanı çökertecekti.
Oppenheimer, Manhattan Projesi’nin kalbi ve beyniydi. Atom bombası üzerinde en fazla emeği olan insandı. Savaştan sonra Oppenheimer’la çalışmış olan Jeremy Bernstein, başka hiç kimsenin atom bombasını icat edemeyeceğine inanıyordu.
2004 tarihli biyografisi A Portrait of an Enigma‘da (Bir Bilmecenin Portresi) Bernstein şu satırlara yer veriyordu:
Oppenheimer, Los Alamos’un yöneticisi olmasa, iyisiyle kötüsüyle İkinci Dünya Savaşı’nın nükleer silahlar kullanılmadan sona ereceğine eminim.
Birinci sınıf bir hayal gücü manipülatörü
Oppenheimer’ın sergilediği tepkilerin çeşitliliği ve değişme hızı hayret vericiydi. Gergindi, kırılgandı, hırslıydı, kendini kanıtlama duygusuna yenik düşmüştü ve ölümcül bir yıkımın tek bir insanda toplanması altından kalkılamayacak bir psikolojik tahribat yaratmıştı.
Bird ve Sherwin de kitaplarında Oppenheimer’dan “enigma” yani bilmece diye bahsediyor ve ekliyordu:
Büyük bir liderin karizmatik özelliklerini sergileyen bir teorik fizikçiydi.
Oppenheimer bir bilim insanıydı. Ama aynı zamanda bir arkadaşının tabiriyle “birinci sınıf bir hayal gücü manipülatörüydü”.
Bird ve Sherwin’in aktardığına göre, Oppenheimer’ın karakterinde bulunan ve ne arkadaşlarının ne de biyografi yazarların açıklayabildiği çelişkiler, gençlik yıllarına kadar gidiyordu.
1904 yılında New York’ta dünyaya gelen Oppenheimer, tekstil ticaretiyle zenginleşmiş birinci nesil Alman Yahudi bir ailenin oğluydu. Şehrin en zengin mahallelerinden Upper West Side’da duvarlarını Avrupa sanatının seçkin eserlerinin süslediği büyük bir apartman dairesinde oturuyorlardı. Üç hizmetçileri ve bir şoförleri vardı.
Çocukluk arkadaşlarına göre Oppenheimer, varlıklı bir ailede büyümüş olmasına karşın şımarık değildi, cömertti. Okul arkadaşı Jane Didisheim onu “inanılmaz kolay kızaran, çok kırılgan, çok pembe yanaklı, çok utangaç” ama aynı zamanda çok zeki biri olarak hatırlıyordu.
Didisheim, Oppenheimer hakkında, “Çok kısa süre içinde herkes onun diğer herkesten farklı ve üstün olduğunu kabul etti” ifadelerini kullanmıştı.
‘Evet, bunu biliyorum’ demek hiç eğlenceli değil
Oppenheimer, 9 yaşına geldiğinde felsefe metinlerini Yunanca ve Latince asıllarından okumaya başlamıştı. En büyük tutkusu mineralojiydi. Central Park’ta dolaşıyor, bulduklarıyla ilgili New York Mineraloji Kulübü‘ne mektuplar yazıyordu.
Mektupları o kadar yetkindi ki, kulüp yetkilileri karşılarındaki kişinin bir yetişkin olduğunu zannetmiş ve Oppenheimer’ı sunum yapmaya davet etmişti.
Bird ve Sherwin’e göre, entelektüel mizacı genç Oppenheimer, yalnızlığına hapsolmuştu. Bir arkadaşı onunla ilgili, “Çoğu zaman kafası yaptığı ya da düşündüğü şey her neyse onunla meşgul olurdu” demişti.
Ailesi ise çocuklarının dehasından emindi. Oppenheimer daha sonra şöyle diyecekti:
Ebeveynimin bana olan güveninin karşılığını nahoş bir ego geliştirerek verdim. Benimle temas kurma şanssızlığını yaşayan çocuklar da yetişkinler de bunu hakaret addetmiştir.
Bir başka arkadaşına da şöyle demişti:
Bir kitabın sayfalarını çevirip, ‘Evet, evet, tabii, bunu biliyorum’ demek hiç eğlenceli değil.
Öğretmenini zehirlemeyi denedi
Harvard Üniversitesi’nde kimya okumak için ailesinden ayrılan Oppenheimer’ın hassas kişiliği günlerde açığa çıktı. Kibri ve gizleyemediği hassasiyeti kendisine zarar veriyordu. 1923 yılında kaleme aldığı ve 1980’de Alice Kimbal Smith ile Charles Weiner’ın editörlüğünü yaptığı bir koleksiyon kapsamında yayımlanan mektubunda Oppenheimer şu ifadeleri kullanıyordu:
Birçok tez, not, şiir, hikâye ve ıvır zıvırın üzerinde çalışıp yazıyorum… Üç farklı laboratuvarı karıştırıyorum… Çay servis edip birkaç kayıp ruhla bilgi sahibi gibi konuşuyorum. Düşük seviye enerjiyi kahkaha ve yorgunluğa damıtmak için hafta sonları çalışmıyorum. Yunanca okuyorum, potlar kırıyorum, masamda mektup arıyorum ve ölmüş olmayı diliyorum.
Öğretmeni Oppenheimer’ın zayıflıklarından biri olan uygulamalı laboratuvar çalışmaları konusunda ısrarcıydı. 1925’te kaleme aldığı mektupta Oppenheimer, “Oldukça kötü bir zamandan geçiyorum. Laboratuvar çalışmaları korkunç sıkıcı ve bu işte o kadar kötüyüm ki herhangi bir şey öğrendiğimi hissetmek imkânsız” diyordu.
Yaşadığı gerilim birkaç ay sonra laboratuvardaki kimyasallarla zehirlenmiş bir elmayı kasten öğretmeninin masasının üzerinde bırakan Oppenheimer’ı felaketin eşiğine getirdi. Arkadaşları daha sonra bu hareketin ardındaki motivasyonun kıskançlık ve yetersizlik hisleri olduğunu söyleyecekti.
Öğretmeni elmayı yemedi ama Oppenheimer’ın Cambridge’deki yeri tehlikeye girdi. Okul yönetimi ancak bir psikiyatristle görüşmesi kaydıyla Oppenheimer’ın eğitimine devam edebileceğine karar verdi.
Psikiyatrist psikoz teşhisi koydu ancak tedavinin bir faydası olmayacağını belirterek Oppenheimer’ı gözden çıkardı. İlerleyen zamanda o günler hakkında konuşan Oppenheimer, özellikle Noel tatili sırasında intiharı ciddi ciddi düşündüğünü söyleyecekti.
‘Kayıp Zamanın İzinde’ ile tedavi oldu
Psikiyatrinin yarı yolda bıraktığı Oppenheimer’ı kurtaran edebiyat oldu. Bird ve Sherwin’e göre, Korsika’daki bir yürüyüş tatili sırasında Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’sini okumuş ve kitapta kendi ruh hâlinin yansımalarını görmüştü.
Bu sayede kaygılarından arınan Oppenheimer daha şefkatli bir varlığın kapısını aralamıştı. Kitapta geçen “kişinin sebep olduğu acılara kayıtsızlığı” ve “zalimliğin korkunç ve kalıcı formu”yla ilgili bir paragrafı ezberlemişti. Bu tatilde bir arkadaşına söylediği şu sözlerle adeta geleceği tahmin eder gibiydi:
En çok hayranlık duyduğum insan türü pek çok şeyde sıra dışı düzeyde iyi olup gözyaşlarıyla lekelenmiş bir çehreyi korumayı başarandır.
Oppenheimer, İngiltere’ye çok daha moralli gitti. Daha sonra aktardığı üzere, “daha nazik ve daha hoşgörülüydü.” 1926’nın başlarında Göttingen Üniversitesi Teorik Fizik Enstitüsü’nün direktörüyle tanıştı. Direktör Oppenheimer’ın teorisyen olarak yeteneklerini kısa süre içinde fark edip onu enstitüye davet etti. Smith ve Weiner’ın aktardığına göre, Oppenheimer 1926’yı daha sonra “fiziğe girdiği” yıl olarak nitelendirecekti.
Teorik fiziği geliştiren bir topluluğun parçası oldu, ömür boyunca arkadaşlık edeceği bilim insanlarıyla tanıştı. Bu bilim insanlarının birçoğu gelecekte Los Alamos’ta Oppenheimer’la çalışacaktı.
ABD’ye dönen Oppenheimer, fizik kariyerini sürdürmek için California’ya taşınmadan önce birkaç ay Harvard’da vakit geçirdi. Bu dönemde yazdığı mektupların tonu daha sağlam ve cömert bir ruh hali içinde olduğunu gösteriyordu. Küçük kardeşine yazdığı mektuplarda aşktan ve sanata olan artan ilgisinden bahsediyordu.
‘Öğrencilerinin hayatlarını gerçekten etkiledi’
Berkeley’de bulunan California Üniversitesi’nde deneycilerle birlikte çalıştı, onların kozmik ışınlar ve nükleer parçalanmayla ilgili sonuçlarını yorumladı. İlerleyen dönemde “bütün bunların ne demek olduğunu anlayan tek kişi” olduğunu söyleyecekti.
İlerleyen yıllarda kurduğu bölümün kökeninde sevdiği teoriyle ilgili iletişim kurma isteği yatıyordu. Kendisini başlangıçta “zor” bir öğretmen olarak tanıtmıyordu ama bu rolü sayesinde kendisini “Y Projesi” döneminde taşıyan karizmasını ve sosyal konumunu edinmişti.
Bir meslektaşı, Oppenheimer’ın öğrencilerinin ellerinden geldiğince onu taklit etmeye çalıştığını belirtiyor ve ekliyordu:
Jestlerini, mimiklerini, vurgularını kopyalamışlardı. Hayatlarını gerçekten etkilemişti.
1930’larda akademik kariyeri güçlenirken Oppenheimer sosyal bilimlere zaman ayırmayı sürdürüyordu. O dönemde Hindu metinleriyle tanıştı, İngilizceye çevrilmemiş Bhagavad Gita‘yı okuyabilmek için Sanskritçe öğrendi. Entelektüel bir ilginin yanı sıra 1920’lerde Proust’la başladığı bibliyoterapiyi devam ettirmek istiyordu.
Aristokrat bir ailenin iki kolu arasındaki savaşı anlatan Bhagavad Gita Oppenheimer‘a “Y Projesi” sırasında yaşadığı ahlakî muğlaklığa doğrudan uygulayabildiği bir felsefi temel sağladı. Kitap vazife, kader ve sonuçtan kopuş fikirlerini vurguluyor, neticelerden korkmanın eylemsizliği meşru göstermek için kullanılamayacağını vurguluyordu.
Oppenheimer 1932’de kardeşine yazdığı bir mektupta Gita’ya referans veriyor ve böyle bir felsefeyi hayata geçirme fırsatı yaratacak durumlardan birinin savaş olduğunu belirtiyordu.
Oppenheimer 1930’ların ortalarında aşık olduğu psikiyatrist ve fizikçi Jean Tatlock ile tanıştı. Bird ve Sherwin’in aktardığına göre, Tatlock’un karakteri de Oppenheimer’ınki kadar karmaşıktı. Sosyal vicdan dürtüsüyle hareket eden Tatlock için bir çocukluk arkadaşı “harikalık dokunuşu” olduğunu söylemişti.
Oppenheimer, Tatlock’a defalarca evlenme teklif etti ama reddedildi. Tatlock sayesinde Oppenheimer, radikal siyasetle ve John Donne’un şiirleriyle tanıştı.
‘Komünistlerle olan tüm bağlarımı kesiyorum’
1939 yılı itibarıyla nükleer tehlike siyasetçilerden ziyade fizikçiler nezdinde kaygı uyandırıyordu. Konuyu ABD yönetiminin gündemine taşıyan şey ise Albert Einstein’ın kaleme aldığı bir mektup oldu.
Tepkiler yavaş yavaş geldi ama bilim dünyası işin peşini bırakacak gibi değildi. Nihayetinde Başkan da harekete geçmeye ikna edildi. Ülkedeki önde gelen fizikçilerden biri olan Oppenheimer, nükleer silahların potansiyeline daha yakından bakmak için görevlendirilmiş birkaç bilim insanından biriydi.
Eylül 1942 itibarıyla ve kısmen Oppenheimer’ın ekibinin sayesinde, bir bombanın mümkün olduğu anlaşıldı ve bu silahı geliştirmek için somut planlar hazırlanmaya başladı. Bird ve Sherwin’e göre, bu girişimin başına getirilme ihtimali olduğunu duyan Oppenheimer, kendi hazırlıklarına başlamıştı.
Bir arkadaşına, “Komünistlerle olan tüm bağlarımı kesiyorum. Bunu yapmazsam hükümet beni kullanmakta zorlanacak. Hiçbir şeyin ulusa olan faydamı engellemesini istemiyorum” demişti.
Einstein daha sonra şu ifadeleri kullanacaktı:
Oppenheimer’ın sorunu şu: Onu sevmeyen bir şeyi, yani ABD yönetimini seviyor.
‘Elimin kana bulandığını hissediyorum’
Bomba projesinin bilimsel direktörünü bulma görevi, Manhattan Mühendisler Bölgesi’nin askeri lideri General Leslie Groves’a verilmişti. Groves 2002 tarihli biyografisi Racing for the Bomb‘da (Bomba Yarışı) Oppenheimer’ın adını önerdiğini ama muhalefetle karşılaştığını anlatıyordu.
Groves’un aktardığına göre, Oppenheimer’ın “aşırı liberal geçmişi” kaygı yaratıyordu. Ancak Groves yeteneğinin ve bilim bilgisinin yanı sıra Oppenheimer’ın “mağrur hırsı”ndan da bahsetmişti. Manhattan Projesi’nin güvenlik şefi şu noktaya da dikkat çekiyordu:
Sadece sadık olmadığına, aynı zamanda görevini başarıyla tamamlayıp bilim tarihindeki yerini elde etmesine hiçbir şeyin engel olmasına müsaade etmeyeceğine ikna olmuştum.
1988’de yayımlanan The Making of the Atomic Bomb (Atom Bombasının Arka Planı) isimli kitapta Oppenheimer’ın arkadaşı Isidor Rabi’nin Oppenheimer’ın bu göreve seçilmesine hiç ihtimal vermediği ama daha sonra “General Groves’un dehasının bir örneği olduğunu” kabul etmek zorunda kaldığı belirtiliyordu.
Avusturya doğumlu fizikçi Otto Frisch, 1979 tarihli otobiyografisi What Little I Remember‘da (Hatırladığım Birkaç Şey) Oppenheimer’ın bilim insanlarının yanı sıra bir ressam, bir filozof ve birkaç başka olasılık dışı karakteri işe aldığını çünkü medeni bir topluluğun bu kişiler olmadan tamamlanmamış olacağına inandığını yazıyordu.
Savaştan sonra Oppenheimer’ın tavrı değişmeye başladı. Nükleer silahları “saldırganlık, sürpriz, dehşet” araçları olarak nitelendiriyor ve silah endüstrisine “şeytan işi” diyordu. Ekim 1945’te gerçekleşen bir toplantıda Başkan Truman’a, “Elimin kana bulandığını hissediyorum” demişti. Başkan daha sonra yapacağı açıklamada, “Ona kanın benim elimde olduğunu, endişelenmesi gerekenin ben olduğumu söyledim” diyecekti.
Daha güçlü nükleer silahların geliştirilmesine karşı çıktı
Atom bombasının geliştirildiği dönemde Oppenheimer hem kendi tereddütlerini hem de meslektaşlarınınkileri rahatlatmak için şu argümana sığınmıştı: Bilim insanları olarak onlar silahın nasıl kullanılacağına dair kararlardan sorumlu değildi, sadece işlerini yapıyorlardı. Kan dökülürse bu siyasetçilerin sorumluluğuydu.
Ancak bomba atıldıktan sonra Oppenheimer’ın güveni sarsılmaya başlamıştı. Bird ve Sherwin’in aktardığı üzere, savaştan sonra Atom Enerjisi Komisyonu’nda görev yapan Oppenheimer, temellerini attığı hidrojen bombası gibi daha güçlü nükleer silahların geliştirilmesine karşı çıkmıştı.
Bu tavrı nedeniyle, 1954 yılında Oppenheimer hakkında soruşturma açıldı ve güvenlik yetkileri iptal edildi. Bu artık politika çalışmaları yapamayacağı anlamına geliyordu.
Akademik toplum Oppenheimer’ı desteklemek için elinden geleni yaptı.
1963 yılında ABD hükümeti bir siyasi rehabilitasyon işareti olarak Oppenheimer’ı Enrico Fermi Ödülü’ne layık gördü. Ancak 1954’teki güvenlik yetkilerinin iptali kararı 2022 yılına kadar geçerliliğini korudu. Bir başka deyişle Oppenheimer’ın sadakati ancak ölümünden 55 yıl sonra teyit edildi.
‘Şiirin aksine bilim aynı hatayı tekrarlamamayı öğrenme işidir’
Oppenheimer hayatının son dönemlerinde bombayı yaratan teknik başarının gururuyla yarattığı sonuçların suçluluğu arasında gidip geldi. İstifa mektubunda birkaç kez bombanın kaçınılmaz olduğunu söylüyordu.
Sonraki 20 yılı Princeton Üniversitesi İleri Çalışmalar Enstitüsü’nün direktörü olarak geçiren Oppenheimer burada Einstein’la ve birçok tanınmış fizikçiyle çalıştı.
Ergenliğinden beri çok sigara içen Oppenheimer, hayatının çeşitli dönemlerinde tüberkülozla mücadele etti. 1967 yılında gırtlak kanserinden öldüğünde 62 yaşındaydı. Ölmeden iki yıl önce bilimle şiirin arasındaki farkı şu çok basit ifadeyle ortaya koymuştu:
Şiirin aksine bilim aynı hatayı tekrarlamamayı öğrenme işidir.