Share This Article
The Conversation yani “Konuşma” gariptir birçok sinema seyircisi tarafından pek bilinmez; adeta arada kalmış, saklanmış bir filmdir. Özellikle, 70’lerin Amerika’sında çekilmiş olan gizem yüklü bir film olması ve elbette yönetmeninin Francis Ford Coppola olması insanın merakını da epeyce cezbediyor. Filmin kurgusuna bakarken karşınıza çıkan ana karakter bir özel dedektif olan Harry Caul (Gene Hackman) dur.
Harry’nin görevi, bir çifti takip ederek aralarında geçen konuşmaları kayıt altına almak, daha sonrasında ise topladığı verileri işverenine aktarmaktır. Kurgu epey basit olarak görülse de içersindeki kimi öğelere rastladıktan sonra film epey ilginçleşmeye başlar.
Filmi gördüğümde daha önceden izlediğim birkaç film hızlıca zihnimde dolanmaya başladı. İlki, 1976 yılında gösterilmiş olan “All the President’s Men (Başkanın adamları)” filmiydi. Diğer ikisi ise, 1954 yılında gösterime girmiş olan ve Hitchcock’un benim açımdan unutulmaz filmi olan “Rear Window (Arka Pencere)” ile, 1966 yılında gösterime girmiş olan Blowup (Cinayeti Gördüm) filmleridir.
The Conversation işte tam da bu derin bunalım döneminin ürünü
Saydığım filmlerle benzer bir örgüsü olan The Conversation içerik bakımından elbette farklılık gösterir. Fakat kimi benzeşen noktaları göz ardı etmemek gerekiyor; bu da bireyin sosyal hayatının rahatlıkla birileri tarafından izlenip, dinlendiğidir. Özellikle 70’ler, Amerikan halkının sarsıldığı bir dönemdir.
Gerek Vietnam savaşı, gerek telekulak skandalları ve All the President’s Men filminde konu edilen Watergate skandalı ile toplumun bütün ayarları allak bullak olmuştur. The Conversation işte tam da bu derin bunalım dönemine denk gelen bir filmdir.
Birçokları için film yapısal olarak analiz değeri taşıyor. Yani, filmde geçen teyp sesleri Coppola’nın diğer filmlerinde benzer bir uyaran görevinde (Apocalypse Now ve The Gotfather filmlerinde seyirciyi filme bağlayan Tren ve Helikopter sesleri buna örnek olabilir). Ayrıca fon müziği ve kamera açılarının planları gibi belli başlı konular üzerinden analizler yapılıyor.
Fakat benim filmi izlerken dikkatimi çeken esas nokta, toplumun bu kadar rahat izlenmesi ve dinlenmesi durumuydu. Özel alan kavramının rafa kaldırıldığı ve toplumun adeta kontrol altına alındığı durum, The Conversation filmi ile beyaz perdeye yansıtılmıştır. İster istemez Habermas’ın vurguladığı özel alan, kamusal alan tartışmalarına burada film üzerinden kısaca değinilebilir.
Kamusal alan tarifini yaparken somut olarak, toplumsal etkileşimin var olduğu alanlar olarak belirtebiliriz. Doğal olarak özel alanı da, bireylerin öz yaşam mekânları olarak tanımlayabiliriz.
Kamusal alan özel alanı giderek domine eder
Kapitalist toplumun iç dokusunun tartışıldığı bu başlıkta, karşımıza çıkan “Açık Toplum” vurgusudur. Fakat film üzerinden düşünecek olursak, bu açıklığın sınırları epeyce laçkalaşmıştır. Zaten özel alan ve kamusal alan tartışmalarının bir süre sonra evrildiği düzlem, kamusal alanın giderek özel alanı domine ettiğidir.
Yani Habermas, “özel alan ile kamu alanı arasındaki ayrım çizgisi, evin tam ortasından geçer” derken, Medya’nın bu mahremiyetin içerisine sızdığını belirtir. The Conversation filminde rastladığımız durum ise, Kamusal alandan tutun, özel alana kadar her alanın eşit şekilde tahrip edilmesidir. Kısacası ben bu düzlemde özel ve kamusal alan ayrımının nasıl yapılacağını gerçekten merak ediyorum.
Elbette bu tartışmaya girmeden evvel filmin bir özetinin çıkartılması gerekirdi. Fakat öncesinde özel alan ve kamusal alan başlığının açılarak, filmin aktaracağım bölümünün bu eksen üzerinden değerlendirmesi bence daha yerinde olacaktır. Başta da belirttiğim gibi filmin ana karakteri olan Harry Caul ve ekibi filmin başlangıcında bir dinleme görevindedir. Görev icabı, parkta dolaşmakta olan çifti dinlemektedirler.
Elindeki süpersonik teçhizatla herhangi bir bağlantı olmadan apartman tepelerinden konuşmaları kaydederler. Harry’nin görevi de bu ses kayıtlarını birleştirerek, işi aldığı kişiye iletmektir. Başlangıçta bu sahne karşınıza çıktığında, kıskanç bir kocanın eşi ile onun sevgilisini dinlettiğini düşünürsünüz. Filmin sonunda da ilk aklımıza gelen kısmen doğrulanır. Fakat önceden de bahsettiğim gibi asıl meselemiz başka… Biz daha çok bu dinleme işine yoğunlaşacağız. Bu nedenle ana karakteri biraz daha açmaya çalışalım.
Her vatandaşın dinleme cihazlarına kolayca ulaşabilir
Harry fazla konuşmayan, çevresinde yaşananlardan sürekli tedirgin olan, işinde epeyce ün salmış bir kişidir. Yalnız yaşayan ve kadınlarla iletişim kurmakta zorluk çekmesinin yanında sosyalleşememek gibi bir problemi de vardır. Dahası şüpheciliği kurduğu ilişkileri bozmaktadır. Kısacası karşımıza 30’lu, 40’lı yılların dedektif profilinden daha yalın bir karakter çıkmaktadır. Pardösüsü olmayan ince bir yağmurlukla etrafına şüphe ile bakan bir karakter.
Bizi ilgilendiren bölüm aslında Harry’nin dinleme ekipmanlarının sergilendiği bir fuara katılmasıyla başlıyor. Birbirinden garip aletlerin tanıtıldığı, bu aletlerin sunumlarının bağıra çağıra yapıldığı bir ortamla karşılaşıyoruz. Konuşmalardan anladığımız üzere bu dinleme ve gözetleme ekipmanları, sürekli değişen ve büyüyen bir sektör haline gelmiş durumda.
Harry’nin bu alanda ünü ise, Amerikan kamuoyunda sansasyon yaratan davaların dinleme işini kendi geliştirdiği cihazlarla yapmış olmasıdır. Bu fuar alanında dikkat edilmesi gereken her vatandaşın dinleme ve gözetleme cihazlarına kolayca erişebilmesidir. Yani, bir toplumun paranoya haline gelmesine yeter ölçüde tüm bireylerin birbirini dinleyebilecekleri bir ortam yaratılmış olması kritiktir.
Sonrasında Harry arkadaşlarıyla birlikte fuardan çıkar, bu esnada yolda rastladıkları ve canlarını sıkan gençlerin kimlik bilgilerini ellerinde bulunan cihazlarla hızlıca saptayarak bu bilgiler ile gençleri tehdit ederler. Görüleceği üzere bilgi ediniminin oldukça kolay olduğu bir düzlem karşımızda belirir.
Ahlaki bir hesaplaşma
Filmin bu aşamasından sonra ilginç itirafların ve pişmanlıkların geldiğini görüyoruz. İlki Harry’nin fuarda tanıştığı ve rakibi olan Bernie Moran (Allen Garfield) dır. Fuardan sonra Harry’nin atölyesinde parti yaptıkları esnada, Barnie yaptığı işlerden söz etmeye başlar. Hatta o kadar ileri gider ki, seçim döneminde yapılan telefon dinlemelerinin kendisi tarafından yapıldığını, böylece her şeyin çok farklı geliştiğini açıklar.
Ayrıca Şikago’da gerçekleşen grev sırasında sendikanın dinlenmesi işini nasıl yaptığını açıklar. Tüm bunları anlatmasının sebebi, sırf Harry’den daha üstün donanıma sahip olduğunu kanıtlamak ve önemli işlere imza attığını göstermek istemesidir. Benim görüşüme göre, Coppola’nın bütün ipliği pazara çıkarttığı bölüm işte burasıdır.
Amerika’da demokrasi söyleminin içeriği böylelikle izleyiciye gösterilir. Ki, yukarda da belirttiğim üzere, Watergate skandalı ve tam da bu noktaya denk düşen telekulak skandalları, toplumun aklının yitimine, güven duygusunun ortadan kalkarak derin bir bunalım dönemine yol açmıştır. Coppola da bu filmde adeta sinemayı bir nevi deney aracı olarak kullanarak, izleyiciyi kıllandırarak ve meraktan çatlatarak yaşanan süreci ahlaki normlarda yansıtır.
Ayrıca, pişmanlıkların dışa vurulduğundan bahsetmiştim. Harry özelinde seyirciye yansıtılan bir pişmanlık durumundan söz edebiliriz. Harry, arkadaşlarından ayrıldıktan sonra kaseti teslim edip etmemek konusunda kararsız kalıyor. Bunun nedeni, önceki işinde yaptığı dinlemenin sonucunda bir cinayetin yaşanmış olmasıdır.
Bu nedenle, Harry kasetin teslim edilmesiyle birlikte kadının kocası tarafından öldürüleceğinden endişe etmektedir. İzlediğimizde, Harry’nin yaşadıklarını ahlaki bir hesaplaşma olarak göreceğiz. Akabinde kayıtlar çalınır ve işvereninin eline geçer.
Fakat Harry yine de işin peşini bırakmak istememektedir. Öyle ki, kayıtlarda geçen ve önceden belirlenmiş olan buluşma yerine, yani adı geçen otele giderek beklemeye başlar. Cinayeti görür ve yıkılır. Fakat kurgu burada epey değişir ve katilin aslında kayıtları verdiği kişi değil de, dinlediği adamın karısının ve sevgilisinin olduğunu görür. Bu işin içerisinde adamın asistanı da olunca iyice şok olur.
Harry evde tek başınadır. Önceden bahsettiğim pişmanlık durumu adeta bir paranoyaya dönüşmüştür.
Kontrol altına alınmış bir toplumla karşı karşıyayız
Film sonlanırken Harry evde tek başınadır. Önceden bahsettiğim pişmanlık durumu adeta bir paranoyaya dönüşmüştür. Bu nedenle, dinlendiğini düşünerek evin altını üstüne getirir. Sonunda pes ederek saksafonunu çalmaya başlar. Bu durumda denebilir ki, dinleyenin dinlenen durumuna rahatlıkla geçmesi ve buna karşı çözüm üretememesi alenen çaresizliği doğurur. Öyle ki, izleyici için bu durum sanırım endişe yaratacaktır.
Çünkü bireyin elinden bunu çözmek için hiçbir şey gelmez. Böylelikle bir korku imparatorluğu ortaya çıkmış olur. Anlaşılacağı üzere, artık kimsenin mahremiyeti yoktur. Böylelikle kontrol altına alınmış bir toplumla karşı karşıya kalırız. Konuşmaktan çekinen, telefonda konuşamayan, parkta arkadaşlarıyla tartışamayan bir toplum belirir.
Bugünün dünyasında değişen bir şey olmadığını rahatlıkla söyleyemez miyiz? Yani, internetin, telefonun ve özel alanların iğdiş edildiği bir toplumsal düzlemde hayatımızı devam ettirmeye çalışmıyor muyuz? Filmde bu durumun paranoyaya sebebiyet verdiği görülüyor. Ya geniş ölçekte? Biz bugün büyük bir toplumsal paranoyanın içeresinde değil miyiz?