Share This Article
Ortadoğu, geçmişten bugüne karmaşık tarihsel, siyasi ve toplumsal süreçlerin şekillendirdiği bir bölge olarak dikkat çekiyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülüşünden Batılı güçlerin müdahalesine, mikro-milliyetçilikten mezhepçiliğe uzanan bu tarih, sadece bölgesel dinamikleri değil, küresel siyaseti de etkileyen bir dizi kırılma noktasıyla dolu.
20. yüzyıl boyunca yaşanan savaşlar, işgaller ve iç çatışmalar, halkların huzur ve refahını tehdit eden istikrarsızlıkları derinleştirirken yeni yüzyılda “yeni bir Ortadoğu” söylemiyle şekillenen dönüşümler, umut kadar belirsizlik de barındırıyor.
Levant’ta Dönüşüm Çağı: Modern Suriye Lübnan Filistin ve İsrail’in Oluşum Süreçleri 1840-1948 / Selim Sezer / Babil Kitap / 216 s.
Osmanlı ve Ortadoğu tarihi üzerine araştırmalarıyla bilinen Dr. Selim Sezer’in kaleme aldığı Levant’ta Dönüşüm Çağı: Modern Suriye, Lübnan, Filistin ve İsrail’in Oluşum Süreçleri (1840-1948) adlı kitap, Ortadoğu’nun tarihsel kökenlerini ve güncel dinamiklerini ayrıntılı bir şekilde ele alarak bölgenin karmaşık yapısını anlamak için önemli bir rehber sunuyor.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinden başlayarak, Levant’ta şekillenen siyasi ve toplumsal yapıları incelerken Filistin meselesi, Lübnan’daki mezhepçi sistem ve Suriye’deki dönüşüm süreçleri gibi bölgenin temel sorunlarını tarihsel bir bağlamda değerlendiriyor. Kitap, Ortadoğu’nun bugünkü sorunlarının köklerini on dokuzuncu yüzyılın kırılma noktalarında ararken, geçmişle bugün arasındaki bağlantıları güçlü bir şekilde ortaya koyuyor ve okuyucusunu derin bir tarihsel sorgulamaya davet ediyor.
Bu kitap ve Suriye’deki güncel gelişmeler bağlamında Ortadoğu’nun dününü ve bugününü anlamak için Sezer’le bir röportaj gerçekleştirdik ve bu vesileyle bölgeye dair farklı bir okuma imkânı sunmayı amaçladık.
Proto-milliyetçi düşüncelerin yeşerdiği iklim
Ortadoğu’nun tarihi sürecini ve dinamiklerini ele alırken, bugünün Ortadoğu’suna dair de çıkarımlar yapıyorsunuz. Bugünkü gelişmelerin, geçmişteki tarihsel kırılmalarla nasıl bir ilişkisi var?
Kitabımın giriş kısmında da vurguladığım üzere, bölgenin tarihinin düz bir çizgi şeklinde ilerlediğini düşünmemek ve teleolojiye düşmemek, yani tarihi bugünden geriye bakarak okumaktan, önceki süreçlerle sonraki süreçler arasında zorunlu neden-sonuç ilişkileri kurmaktan imtina etmek gerekir. Bununla birlikte benim Levant’ta Dönüşüm Çağı olarak adlandırdığım, 19. yüzyıl ortasından yirminci yüzyıl ortasına kadar uzanan dönemin, günümüz Ortadoğu’sunu siyasi, kurumsal ve düşünsel yönlerden büyük ölçüde şekillendirdiği de açık görünmektedir.
Bu durumu özellikle Lübnan örneğinde belirgin bir şekilde görebiliriz. Lübnan yıllardır ciddi bir siyasi ve iktisadi kriz içinde ve uzun zamandır ülkenin bir cumhurbaşkanı bile yok. Bu durumu Lübnanlı siyasi güçler arasındaki ilişkiler ve istikrara izin vermeyen siyasal husumetlerle açıklamak elbette mümkün. Ancak her türlü siyasal ve toplumsal istikrarsızlık, doğrudan veya dolaylı bir şekilde, ülkenin mezhep temelli temsil sistemine dayanıyor.
Lübnan’da cumhurbaşkanının Maruni Hıristiyan, başbakanın Sünni Müslüman, meclis başkanının Şii Müslüman olmak zorunda olduğu, parlamentonun din ve mezhep kotalarına ayrıldığı, valilik ve belediye başkanlıklarına varıncaya kadar kamu otoritelerinin farklı cemaatlere dayandığı sistem, hatalı bir şekilde 1975-1989 arasında ülkede devam eden iç savaşı bitiren Taif Antlaşması’nın ürünü olarak bilinir. Oysaki Taif Antlaşması bu sistemde sadece küçük revizyonlar yapmıştır; bilakis iç savaşı doğuran başlıca sebeplerden biri bu sistemdir.
Dr. Selim Sezer
Sistemin büyük ölçüde şekillendiği an 1943 tarihli Ulusal Pakt’tır. Onun arkasında yatan daha geniş çerçeve, Fransız mandası döneminde ve büyük ölçüde Fransızların yönlendirmesiyle hazırlanan 1926 Anayasası’dır. Onun da arkasında ise Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde hazırlanan ve idareyi din ve mezhep temsilcileri arasında bölüştüren 1861 tarihli Organik Yönetmelik ve 1842 tarihli Çifte Kaymakamlık düzenlemesi vardır.
Levant yahut Biladüşşam olarak adlandırılan bölgedeki diğer ülkelerin de kurumsal yapılarının oluşumunu bu dönemde görebiliriz. İsrail 1948’de birdenbire ortaya çıkmadığı gibi sıfırdan da inşa edilmemiştir ve kurucu yapıların çoğu Filistin üzerinde kurulan Britanya mandası döneminin ürünüdür. Aynı dönemde Filistinli Arap liderlerin dağınık, etkisiz, önünü göremeyen duruşları ve elbette bu liderlerden mücadeleci olanların 1936-1939 isyanı sürecinde İngilizler tarafından tasfiye edilmesi, 1948 felaketini mümkün kılan unsurlar arasındadır. Son olarak, örneğin Suriye’nin 20. yüzyılda Arap milliyetçiliğinin “kalelerinden” olması, 19. yüzyılda proto-milliyetçi düşüncelerin burada yeşermesinin sonucudur.
1967 kırılması Filistinlilere, Arap devletlerine bel bağlamamayı öğretti
Filistin’in idaresi ve İsrail’in kuruluşu gibi büyük kırılma noktalarını kitabınızda detaylıca inceliyorsunuz. Bugün Filistin ile İsrail arasında süregeldiği gibi, 1948 sonrası dönemin temel sorunu haline gelen bu çatışmanın temel dinamikleri ne zaman ve nasıl şekillendi? Suriye’nin Esad yönetimi döneminde Filistin’e yönelik bir destek politikası vardı. Ancak şimdi HTŞ yönetimindeki Suriye’nin, Filistin meselesine dair etkisi ne olur?
Söylediğim gibi meselenin kökenleri Britanya mandasının Siyonist yanlısı uygulamalarına ve ondan da önce Osmanlı’nın son döneminde tolere edilen ya da engellenemeyen göçlere ve toprak transferlerine dayanıyor. Tabii ikisinin ortasındaki Birinci Dünya Savaşı bölge için temel kırılma noktası olmuştu ve Britanya hükümetinin Filistin’de Yahudiler için ulusal bir yurt kurma vaadinde bulunduğu 2 Kasım 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu başlıca dönüm noktasıydı.
1948 ise Filistinlilerin Nakba olarak adlandırdığı en büyük felaket oldu. Yirmiden fazla toplu katliam gerçekleşti, dört yüzden fazla köy haritadan silindi, yedi yüz binden fazla Filistinli yaşadıkları yerlerden çıkarıldı ve mülklerine de el konuldu.
1967 yılında Arap devletlerinin altı günde İsrail karşısında kesin bir yenilgiye uğraması bir diğer kırılma noktası olduğu gibi, Filistinlilere de Arap devletlerine fazla bel bağlamamayı öğretti. Bu tarihten sonra Filistinliler kendi öz güçleriyle varlık mücadelesi vermeye başladılar.
Öte yandan Filistinliler, Arap devletlerinden başka darbeler de yedi. 1970 yılında Ürdün Haşimi Monarşisi, otoritesinin önünde tehdit olarak gördüğü Filistin Kurtuluş Örgütü’nü kanlı operasyonlar sonrasında ülkeden kovdu. 1975’te Lübnan’da Falanjistler olarak adlandırılan sağcı Hıristiyan milislerin Filistinlilere yönelik saldırıları iç savaşın katalizörü oldu ve o günden bugüne kadar Filistinliler her zaman toplumun marjında, pek çok haktan yoksun halde tutuldu.
Filistinli mültecilerin görece en rahat ettiği ve en fazla hakka sahip olduğu ülke Suriye’ydi, ancak Suriye’deki savaş onların önemli bir bölümünün ikinci göçü yahut sürgünü yaşamasına sebep oldu. Yermuk mülteci kampının yaşadığı büyük trajedi bunun en büyük tezahürüdür.
Öte yandan Esad yönetimi altında Filistinli siyasi hareketler merkezlerini Suriye’ye taşıyabilmiş ve belli bir korunma ve destek bulabilmişti. Esad yönetiminin devrilmesi sonrasında kurulmakta olan yeni yönetim ise Filistinli örgütlerin varlığını tolere etmeyeceğinin sinyallerini veriyor. Ayrıca İsrail’in Şam dahil pek çok şehre gerçekleştirdiği yoğun saldırılar şu ana kadar sadece “tepki” ile karşılandı ve yeni yönetimin İsrail’le büyük bir husumet içinde olmayacağı, bizzat HTŞ lideri Colani tarafından ifade ediliyor.
Suriye’de izlenmesi gereken yol
Suriye’deki iç savaş sona ermiş gibi görünse de ülkenin toparlanma süreci oldukça karmaşık. Özellikle dini ve etnik azınlıklar açısından, önümüzde iç açıcı bir süreç görünmüyor. Suriye’de yönetimi ele geçiren grupların iddia ettiği gibi, bu karmaşık yapıyı bölge halklarının tümünün lehine şekillendirebileceklerini düşünüyor musunuz?
Herkesin ihtiyatla yaklaştığı, izlediği bir sürecin içinden geçiyoruz. Kurulmakta olan yeni yönetim azınlıklara pek çok güvence veriyor; bu muhtemelen meşru bir yönetim olarak dünyadan onay arama sürecinin de bir parçası. Ne var ki, eski rejimin yıkılmasıyla birlikte şu an onlarca farklı silahlı grup ülkenin pek çok yerinde serbestçe hareket edebilir hale geldi ve doğruluğunu kesin olarak teyit edemesek de zaman zaman Hıristiyanlara ve Alevilere yönelik saldırı haberleri de alıyoruz.
Sünni Arapların nüfusun yüzde 56-57’lik bir kesimini oluşturduğu, bir başka deyişle neredeyse her iki kişiden birinin ya dinsel-mezhepsel ya da etnik azınlık konumunda olduğu Suriye’de bunca farklı topluluğun barış içinde yaşaması ve sistemde kendine yer bulabilmesi bence şu koşullara bağlıdır: birinci olarak tüm militan grupların derhal lağvedilmesi, yerlerine tek ve birleşik resmi kolluk kuvvetlerinin geçmesi; ikinci olarak ülkenin her yerinde uluslararası insan hakları ve gözlem kuruluşları ile medyanın serbestçe faaliyet yürütmesi; üçüncü olarak da HTŞ ile diyalog kanalı olan bütün ülkelerin bu örgütün siyaseti kendi tekeline almasını engellemesi ve bir an evvel yeni ve çoğulcu bir anayasanın yapılması.
Umutlar ve belirsizlikler
Günümüz Ortadoğu’sunda sıkça dile getirilen “yeni bir Ortadoğu” söylemi, geçmişin mirası ve bugünün dinamikleri ışığında bize ne ifade ediyor? Türkiye, bu söylemin neresinde?
20. yüzyılın ikinci yarısında Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerin çoğu halkların hayrına olmadı. Bu dönemin mirası, mikro-milliyetçilik, mezhepçilik, emperyalist tahakküm, bu tahakküme karşı direnç mekanizmalarının içinin boş olduğunun kolayca ortaya çıkması veya gerçekten güçlü olan direnç mekanizmalarının altının oyulması ve tüm bunların neticesinde sonu gelmez savaşlar, iç savaşlar ve istikrarsızlıklar oldu.
Geçen yüzyılın siyasi formül ve reçetelerinin herhangi bir toplumsal kurtuluş vaat etmesi mümkün değildir. Eski rejimlerin ve ideolojilerin yerine getirilen alternatifler ise kendiliğinden daha iyi bir nitelik taşımazlar. Hatta pek çok durumda bağımsız bir tutum almanın son derece zor olduğu denklemler ortaya çıkabilir.
Bugün Lübnan’da Hizbullah, ülkenin bağımsızlığının ordudan daha etkili bir güvencesi konumunda olmakla birlikte, içeride, parçası olduğu 8 Mart koalisyonuyla birlikte, çürümüş bir düzenin bekçisi konumuna düşmüştür. İran’da halkın önemli bir bölümünün mevcut yönetimi desteklememek için çok haklı sebepleri vardır ama öne çıkan muhalefet unsurları ABD güdümünde, hiç de demokrasi yanlısı olmayan, hatta 1979 öncesi Şah diktatörlüğüne övgüler düzen unsurlardır.
Keza Suriye’de 13 yıl boyunca devam eden savaşın ana taraflarının hepsi ülkenin ve halkın yaşadığı yıkımdan bir derece sorumludur. Aydın duruşuna sahip insanların gönül rahatlığıyla taraf olabileceği tek mesele Filistin meselesidir, ancak hem Filistin halkı hem de Filistin direnişi, tarihinin en zor döneminden geçiyor.
Dolayısıyla en azından yakın bir gelecekte daha iyi bir Ortadoğu’yu görme şansımız zayıftır. Öte yandan bölgede geri dönüşü olmayan büyük dönüşümlerin yaşandığı da bir gerçektir ve bütün bölgesel, hatta küresel aktörler bu dönüşümde kendi pozisyonlarına uygun şekilde inisiyatif almaya çalışmaktadır. Türkiye de bu süreçlerde en aktif rolü oynayan ülkelerden biri konumundadır.