Share This Article
Amin Maalouf, bir roman yazarı olduğu kadar, Doğu-Batı gerilimleri üzerine düşünüp kalem oynatan; yazdığı denemelerde uygarlık kavramını tartışan, insanlığın kültürel ve siyasi macerasını incelerken bu süreçteki sapmaları yorumlayan, “sahte iyimserlikler yerine gerçekleri dile getirmeyi kendisine görev bilen” bir entelektüel.
Kırılgan uygarlık ve manipülasyonlar üzerine düşünüp metinler üretirken geçmişin inceliklerini ve hatıralarını da gözler önüne seriyor Maalouf. Oyuncularla figüranlar ve öznelerle nesne kılınanlar arasında ayrımlar yaparken popülizmin ve savaşların yol açtığı gerilimlerin yanı sıra tarihteki kültürel, ekonomik ve siyasi ayrımcılıkların neden olduğu, uzun zamandır çözülemeyen sorunları inceleyip dünyanın ve insanlığın hızla başkalaştığına dair notlar düşüyor.
Maalouf, söz konusu başkalaşımda aklı örseleyen, hatta onunla alay eden kibirli ve bencil yöneticilerin payı bulunduğunu, insanlığın yeni çatışmalara sürüklendiğini belirtiyor. Diğer bir deyişle eskilerde kaldığı düşünülen Doğu-Batı çatışmasının hâlâ sürdüğünü söylüyor. Kaleme aldığı Labirent-Batı ve Hasımları’nda, Batı’nın düşman belledikleriyle beraber çıkmaz sokaklara hapsolduğunu hatırlatırken hem meydan okumaların tarihini hem de uyumsuzluğa kapılmamak gerektiğini anlatıyor.
Parlayan yıldız Japonya’nın uçurumun eşiğine gelişi
Maalouf, bahsi geçen gerilimleri ve meydan okumaları Japonya’yı, Rusya’yı, Çin’i ve ABD’yi merkeze alarak çözümlüyor. Kitabının başlığında kullandığı “labirent”le ise bir metafor olarak mevcut durumu açıklıyor.
Yazar, geçmişteki ve bugünkü çatışmalara bakarak yaptığı yorumla hegemonya kavramının ve uygulamalarının beyhudeliğini vurguluyor:
İnsanlığın başında mutlaka hegemonik bir gücün bulunması gerektiğini sanmak ve bu gücün kötünün iyisi olmasını, bizi en az küçük düşürüp boyunduruğu en hafif gelecek güç olmasını ummakla yetinmek doğru bir yol değil. Hiçbiri – ne Çin, ne Amerika, ne Rusya, ne Hindistan, ne İngiltere, ne Almanya, ne Fransa, hatta ne de birleşmiş bir Avrupa – bu kadar ezici bir konumda bulunmayı hak etmiyor. İstisnasız hepsi, ne kadar soylu ilkelere sahip olursa olsunlar, kendilerini kadir-i mutlak bir konumda bulursa, kibirli, yırtıcı, zorba, nefretlik bir çehre takınacaktır.
Olup bitene buradan yaklaştığımızda, trajedilerin de çözümlerin de kibrin ve nefretin aşılmasıyla mümkün olabileceğini anımsatan Maalouf, Japon mucizelerinin de Batı’nın mesafeli olduğu Rusya’nın da yüzyılımızda yükselişe geçerken endişeyle bakılan Çin’in de ve “süper güç” ABD’nin de yolunu kaybetmeye teşne insanlık için neler yaptığını ve yapamadığını soğukkanlı biçimde değerlendirme imkânı arayıp Doğu-Batı çekişmesinden bir umut üretmeye çabalıyor.
Maalouf, bugünü anlamak için geriye dönüyor ve tarihteki hikâyelerin hem uzak hem uzak ve yakın geçmişte hem de günümüzdeki çatışmaların kaynağına dair ipuçları verebileceğini düşünüyor. Mesela Japonya’nın savaşçı ruhuyla kazandığı zaferlerin yeni bir dönem başlattığını ve Batı tarafından hırpalanmış halklara cesaret verdiğini hatırlatıyor. Dahası, ülkenin modernleşme hamlelerinin ve aklı bir silah olarak kullanma düsturunun, Doğu milletleri için bir örnek hâline geldiğini ekleyip “Meiji restorasyonu”nu anımsatıyor:
Meiji Restorasyonu’nun sonucu olan modern Japonya, insanlığın önemli bir bölümü, özellikle de Doğu’nun büyük ulusları için iki kez ilham kaynağı olacaktı: İlkinde askeri başarıları, ikincisinde ekonomik başarıları rol oynadı. Takımada’nın bu iki parlak dönem arasında yaşadığı, felaket boyutuna varan siyasi ve ahlaki çöküntü, üstelik bunun dünya tarihindeki tek örnek olarak nükleer bombardımanla cezalandırılması söz edilen bu yazgıyı iyice ayrıksı bir hâle getirdi.
Maalouf, Japonya’daki esas başarının, öğrenme ve anlama isteğiyle şekillenen, dışarıdan aldıklarını kültürüne uyarlarken geleneklerini koruma becerisi olduğunu belirtiyor. “Batı tekniği”nin ve “Japon ruhu”nun birbirinden ayrılması ise bu başarıda önemli bir role sahip. Yayılmacı politikalarla bütünlenen bu yaklaşım, zamanın yöneticilerine göre Japonya’yı “av olmaktan çıkarıp avcı hâline getiriyor.” Bu nedenle ülke, Çin’le rekabet ederken bölgede Rusya’yla ve Batılı güçlerle yarışabiliyor. Üstelik Doğu’daki reformcuların ve devrimcilerin pek çoğu, Meiji dönemini örnek alarak hareket ediyor. Fakat Birinci Dünya Savaşı’yla başlayıp 1930’larda zirveye çıkan militarizmle devam eden ve İkinci Dünya Savaşı’ndaki ağır yenilgiyle sonuçlanan karanlık zaman dilimi, parlayan yıldız Japonya’yı uçurumun eşiğine getiriyor. Sonrası ise ikinci mucize dönemi; Maaoluf, bunu bir notla açıklıyor:
Militarist sapmalar yüzünden ruhunu kaybeden Meiji dönemi, Asya’yı ve dünyanın geri kalanını hegemonya iddialarının veya şiddetli devrimlerin becerebildiğinden çok daha etkili bir biçimde değiştirecek barışçı bir dönüşüm sayesinde, tarihteki yerini sakin adımlarla yeniden aldı.
Beyrut’ta doğan Maalouf, 1976’dan bu yana Fransa’da yaşıyor. Eserleri 40’tan fazla dile çevrilen yazarın birçok ödülü de bulunuyor. 1993 yılında “Tanios Kayası” adlı romanıyla Goncourt Ödülü’nü ve 2010 Asturias Prensi Edebiyat Ödülü‘nü aldı. Maalouf aynı zamanda Fransız dilinin ve resmi sözlüğünün koruyucusu olan Fransız Akademisi’nin bir üyesi.
Umuttan kâbusa
İkinci Japon mucizesinin bulaşıcılığının Kore’yle beraber Rusya’yı da hayli etkilediğini söyleyen Maalouf, Çarlık döneminde de sosyalizm zamanında da ülkenin Avrasyalı olduğuna dikkat çekiyor. Romanovlarla başlayan değişim isteğinin, 1917’de bir kez daha gündeme geldiği Rusya’da, beklenmedik devrim sayesinde Batı’da ve Doğu’da kartların yeniden dağıtıldığını hatırlatıyor:
Kesin olan şey ise Ekim Devrimi’nin hem muhteşem bir umut uyandırdığı hem de muazzam bir hayal kırıklığına yol açtığı. 1920’lerin başında, sadece umut vardı. Batı’da, Birinci Dünya Savaşı’nın son savaş olacağı, o korkunç kasaplığın bir daha tekrarlanmayacağı, Fransa, Almanya ve İngiltere’nin emekçilerinin dayanışma ve kardeşliklerine yeniden kavuşacağı, yeniden yoldaş olacağı umudu hüküm sürüyordu. Doğu’da ise sömürgeciliğe, ırkçılığa ve gericiliğe son verme umudu vardı.
Çarlık Rusyası’ndan Sovyet Rusya’ya ve oradan da 1991’deki çözülmeyle Rusya’ya kadarki süreci özetleyen Maalouf, ülkenin gerek sıcak gerek soğuk savaşlarla şekillenen bazı sorunlara rağmen Doğu-Batı arasında bir denge unsuru hâline geldiğini ifade ediyor. Teoride umut vaat eden, uygulamada ise karanlık noktaları bulunan SSCB’nin hamiliğine soyunduğu komünizmle ilgili bir yorumu var yazarın:
Komünizm hem Avrupalı entelektüellerin hem de içinden çıktıkları toplumların önüne hep bir ikilem koymuştu. Bir yanda, gericiliğe, insanın insan tarafından sömürülmesine ve mülk sahibi sınıfların kibrine karşı mücadele çağrısı yapan cazip bir ideoloji vardı. Ama diğer yanda, Sovyet tecrübesinin tarihsel bilançosu, baskı, sansür ve kanlı temizlikler duruyordu. Uluslararası basının Haziran 1956’da yansıtmaya başladığı destalinizasyona doğru ilk adımlar oldukça vaatkârdı. Ne yazık ki umutlar çok geçmeden kırıldı. Daha yılın sonuna gelinmeden, destalinizasyonu başlatanlar zırhlılarını Budapeşte üzerine sürmüştü bile. Kâbus yine başlıyordu. Sosyal adalet zorunluluğunu özgürlük zorunluluğuyla bağdaştırmayı hâlâ ümit edenler şimdi mahvolmuş, hepsinin tatları kaçmış ve moralleri bozulmuştu.
Maalouf, Batı’ya mesafeli olanların Rusya saflarında yer tutuşundan bahsederken özellikle SSCB’nin etki alanını bu anlamda hayli genişlettiğini anımsatıyor. Tabii başarısızlıklar da söz konusu; örneğin Asya, Arap coğrafyası, Macaristan, Polonya, Afganistan… Duvarlarla birlikte rejimin yıkılmasında bu “dış” nedenler, içtekiler kadar etkiliydi. Maalouf’un deyişiyle “insanlık için bir yol çizme umudunun” doğuşunu ve bitişini temsil ediyordu Sovyet Rusya. Onun dağılmasıyla ideolojilerin bittiğini söyleyenler ortaya çıktı ve Soğuk Savaş’ın diğer tarafının hegemonya kurmaya çabaladığı dönem başladı.
Peki, ya bir başka imparatorluk olan Çin? Asya’da başardıkları ve Batı’yla ihtilafa düştüğü noktalar neydi? Maalouf’un deyişiyle imparatorluktan bilimsel sosyalizme doğru “çok uzun bir yürüyüş” gerçekleştiren Çin, hem önemli ticaret yollarının üzerinde bulunmasıyla hem denize kıyısı olmasıyla hem de yoğun nüfusuyla bölgedeki önemli güçlerden biriydi. Dolayısıyla sömürgecilerin gözünün daima üzerinde olduğu bir ülkeydi; ticarî gerilimler, afyon savaşları ve sınır anlaşmazlıklarının kaynağında, hatta uzun yıllara yayılan Hong Kong meselesinin altında bunlar yatıyordu.
Coğrafyadaki kıtlıklar, salgınlar ve seller de Maalouf’un ifadesiyle Çin’de iç gerilimler yaratırken ülke, Japonya gibi modernleşme hamlelerine girişyordu. Belli dönemlerde “Asya’nın hasta adamı” diye nitelenen Çin, önce Sun Yat Sen’in, ardından Mao’nun önderliğinde kendi atılımlar çağını başlatmıştı. Dahası, komünizmin Mao ve Çin yorumunu hayata geçirmişti.
Maalouf, gelişim süreçlerini özetlediği Çin’in tarihî konumunu da ortaya koyuyor:
Çin’in modern çağda üç büyük başlangıç yaşadığı söylenebilir: 1912’de Sun Yat-sen ile fakat bu daha çok simgesel düzeyde kalmıştı; 1949’da Mao Zedong ile ama bu da hep gürültülü patırtılı geçmişti; sonra da 1978’den itibaren Deng Xiaoping ile. Bir ülkenin derinlemesine dönüşümünü, özellikle de ülke bu boyutlardaysa tek bir kişiye mal etmek her zaman tehlikeli bir yaklaşımdır. Ama bir yönetici gereken vizyona, iradeye, otoriteye ve beceriye sahipse tarihteki rolü belirleyici, hatta yeri doldurulamaz hâle gelir. (…) Becerikli, adanmış ve hangi yönde ilerlenmesi gerektiğini bilen yöneticilerle bir kuşakta her şey değişebilir. Meiji döneminin başında Japonya’da yaşanan buydu. Deng Xiaoping devrinde Çin de aynı süreçten geçti.
Hemen her şeyin sayısal göstergelerle açıklandığı neoliberal çağda, özellikle de 1990’ların ortalarından başlayarak günümüzde, Çin’in ilk onda bile değilken önce altıncı, ardından ikinci büyük ekonomik güç hâline gelerek Batı’yla hem rekabet ettiği hem de yeni nesil savaşlara girdiğini hatırlatıyor yazar. Çin’in yarıştığı ülkelerin başında ise dünya ekonomisinin bir numarası ABD bulunuyor.
Çelişkilerin anayurdu ABD
Japonya, Rusya ve Çin örneklerinin birbirinden ayrılan yönleri var elbette ama Maalouf, üçünün de ABD’ye meydan okumada ortaklaştığını hatırlatırken önemli bir not düşüyor:
Japonya’yı askerî olarak yendiler, Sovyetler Birliği ile girdikleri soğuk savaşı kazandılar ve şimdi de Çin’in yükselişinin karşısında en ön safta yine onlar yer alıyor. Bu arada Avrupa’nın eski devletlerini marjinalleştirip onların önderi, hamisi, hatta bir anlamda metbusu hâline geldiler. ABD’nin nüfusu artık gezegenin tamamına ve bütün alanlara yayılıyor – bugüne kadar başka hiçbir ulus tarafından sağlanamamış bir üstünlük.
Labirentteki dördüncü ülke ve kısır çatışmaların en önemli tetikleyicisi olan ABD, hem bağımsızlığın ve özgürlüğün en güçlü metinlerinden birinin yazıldığı hem de köleliğin ve ayrımcılığın en şiddetlisine rastlandığı bir memleket. Soykırımlar ve yayılmacılık da cabası. Bunlarla beraber, halkların kendi kaderinin tayininin ve uluslararası ilişkilerde şeffaflığın savunulduğu bir ülke. Kısacası çelişkilerin anayurdu. İç savaşlarla şekillenen, sonradan dâhil olduğu iki dünya savaşının sonucunu belirlerken bunlardan güçlenerek çıkan ABD, 1945 sonrası adı soğuk olsa da vekâlet savaşlarıyla hayli sıcak çatışmalara girmekten geri durmadan Doğu-Batı ayrımının güçlü bir tarafı hâline gelmişti.
Maalouf, gerek körleşmeyle gerek güç zehirlenmesiyle akıl tutulmasının baş aktörlerine dönüşen Japonya, Rusya, Çin ve ABD örneklerini incelerken her birinin liderliğe oynadığını fakat bunda başarısız olduğunu belirtiyor. Başka bir deyişle bu ülkelerin, güçler hiyerarşisi oluşturup hükmetme çılgınlığı içinde yalpaladığını anımsatıyor.
Dünyanın bir ve iki numarasının; ABD’nin ve Çin’in ticarî ve kültürel çekişmesini izlediğimiz bugünlerde Maalouf, iki ülkenin (ve yaratacakları kampların) çatışmasından başka bir seçeneğimiz bulunup bulunmadığını soruyor. Diğer bir ifadeyle başka bir hikâye yazıp yazamayacağımızı… Devamında da şöyle diyor:
“Kendilerine özgü güzergâhları, bu yüzyılda tanıdığımız hâliyle dünyanın inşasına katkıda bulunmuş dört büyük ülke üzerinde durdum. Her biri hem diğerlerine hem de eski sömürgeci güçlere karşı mücadele etti. Hepsi hegemonya hayali kurdu, hepsi zaferler ve baş dönmeleri yaşadı, sonra da bunun zararını çekti. Uzun süre birbirlerini yok etmeye uğraştılar ve karşılıklı kuşkularını, korkularını, hınçlarını hâlen aşamadılar. Şu son yüz yıl boyunca zaman zaman başlarına geldiği gibi yarın en kötü içgüdülerinin peşinden gitmeye karar verirlerse bunun sonuçları felaket olur. Çağdaşlarım ve bazen de ben, özellikle de ABD ve Rusya veya Çin arasındaki olası çatışmalardan herhangi bir olay söz konusuymuş, bir masa başı sohbetinde sakin sakin konuşulabilecek bir mevzuymuş gibi bahsedildiğini duyduğumda, ürküyorum. (…) Yarın güç dengeleri değişebilir. Askerî üstünlük, doların tüm dünyada geçerli para birimi olması veya beklenmedik teknolojik açılımlara bağlı bir ‘bent’ yıkılabilir. O sırada da bir çatışma ve hâkimiyet mantığı içinde olunursa küresel bir dayanışma mantığı hâlâ kurulmamışsa bu durum feci sonuçlara yol açabilir. Bütün bu endişelere rağmen, içinden geçtiğimiz bunalımlı anların olumluya döneceği; bizi insanlık macerasının devamı için aynı trajedilerin, farklı aktörlerle yinelenmesinden ibaret kalmayan başka bir seyir tasarlamaya sevk edebileceği kanaatini hâlâ koruyorum. Çok geç değil. Bu ‘labirent’ten çıkma olanaklarına sahibiz. Yeter ki önce yolumuzu yitirdiğimizi kabul edelim…”
Labirent-Batı ve Hasımları, Amin Maalouf, Çeviren: Ali Berktay, Yapı Kredi Yayınları, 288 s.