Share This Article
Meagan Ray | Çeviren: Taylan Alpagut
Geçtiğimiz on yıllara nazaran daha uzun saatler çalışıyoruz. Oysa bu kadar çalışmak zorunda değiliz. Yeteneklerimizi geliştirebildiğimiz, dostlarımızla ve ailemizle zaman geçirebildiğimiz ve gerçekten ne istiyorsak onu yapabildiğimiz, daha adil ve demokratik bir ekonomiyi hak ediyoruz.
Geçtiğimiz yıllarda Maria Fernandes adında bir kadın, New Jersey’in kuzeyindeki bir Wawa mağazasının otoparkında, karbon monoksit sızıntısı nedeniyle hayatını kaybetmişti. Fernandes, bölgede bulunan üç farklı Dunkin’ Donuts şubesinde haftada ortalama 87 saat çalışıyordu. Hayatını kaybettiği sırada, sıklıkla yaptığı gibi vardiyalar arasında ısınmak için motoru çalışır haldeki arabasında uyuyordu. Çalıştığı şirketin sözcülerinden biri, Fernandes’in her zaman “örnek bir çalışan” olduğunu söyleyecekti.
Jamie McCallum’un Worked Over: How Round-the-Clock Work Is Killing the American Dream (Çalışmaktan Bitap Düşmek: Gece Gündüz Çalışmak Amerikan Rüyasını Nasıl Öldürüyor) adlı kitabı işte bu trajik hikâyeyle başlıyor.
Middlebury College’da sosyoloji profesörü olan McCallum’un bu kitabı kaleme almasına, öncelikle akademik çevrelerdeki öğrencilerin “ne kadar çok çalıştıklarını göstermek için adeta birbirleriyle yarıştığına” dair gözlemleri ilham vermiş. “Koşulları hiç de kötü olmayan bu gençlerin çalışmayı bir onur nişanesi gibi görmeleri ilgimi çekmeye başladı” diyen McCallum, sonunda bu konuyu gelir yelpazesinin tüm kesimlerinden işçileri kapsayan kapsamlı bir projeye dönüştürmüş.

‘Eşitsizlik uzun çalışma saatlerine yol açıyor’
Meagan Ray: Geçtiğimiz on yıllar içinde çalışma zamanında ne türden değişimler yaşandı?
Jamie McCallum: Bana kalırsa, bazı insanlar bu kitap hakkında konuşurken, yalnızca ücretli ve maaşlı işçilerin 1970’li yıllardan bu yana çalışma saatlerinde kayda değer bir artış olduğunu gösteren tek bir istatistiğe odaklanıyor. Evet, bu veri gerçekten önemli ancak meseleye derinlemesine baktığınızda oldukça çeşitli bir tabloyla karşılaşıyorsunuz. Benim özellikle dikkatimi çeken nokta, düşük gelirli işçilerin çalışma saatlerinin en fazla artan kesim olması. Beyaz yakalı çalışanların aşırı çalıştığı zaten hepimizin malumu. Ancak bana göre asıl önemli olan hikâyenin bu kısmı değil. Burada, toplumun her kesiminde aşırı çalışmaya yönelik bir eğilimden söz edilebilir; fakat farklı sınıflar arasında bu artışın dağılımı eşit değil.
Bir diğer önemli boyut ise, özellikle düşük gelirli hizmet sektörü çalışanları açısından geçerli olan çalışma saatlerinin ve takvimlerinin giderek daha öngörülemez ve dalgalı hâle gelmesi. Başka bir deyişle, bu işçilerin çalışma düzeni giderek daha fazla yöneticiler ve dijital sistemler tarafından belirleniyor. Bu öngörülemezlik, doğası gereği yalnızca keyfi değil, aynı zamanda düzensizdir de. Bu durum, son derece stresli ve yorucu bir iş hayatına yol açmaktadır.
Meseleyi tamamlayan bir başka yön ise, yine bu oynaklıkla bağlantılı olarak, geçimini sağlamak için yeterli saat çalışamayan insanların sayısındaki artıştır. Çoğu işveren, haftalık kırk saatlik çalışma düzenini esas aldığı için, haftada yirmi saatlik bir iş bulmuş olsanız bile, buna uygun ikinci bir iş bulmak çoğu zaman mümkün olmaz. Sonuçta, pek çok insan istemeden işsiz ya da eksik istihdam edilmiş hâle gelir.
İşverenlerin insanların kırk saatlik mesai için hazır olmakla birlikte yirmi saat çalışmasından ve bu yirmi saatin haftanın hangi yirmi saati olacağını bilmemesinden nasıl bir fayda sağladığını açıklar mısınız?
Bir zamanlar perakende sektöründe çalışırken, çalışma takvimimi üç hafta öncesinden öğrenir ve o takvime uygun şekilde işe giderek düzenli mesaimi tamamlardım. Ancak bugün, yeni teknolojiler işverenlere yalnızca işçiye ihtiyaç duydukları zamanlarda takvim verme olanağı sunuyor. Pek çok çalışma takvimi algoritması sayesinde bir şirket, belirli bir hava koşulunda, belirli bir günde ve belirli bir saatte ne kadar satış yapabileceğini önceden tahmin edebiliyor. Bu sistem, örneğin bir perakende mağazasının o an ne kadar reyon görevlisine ihtiyaç duyacağını belirlemesinde büyük rol oynuyor. Sonuç olarak, şirket hem daha az iş gücü maliyetiyle karşılaşıyor hem de kârını artırıyor.
Emek zamanının değişen örüntülerini anlamak adına üç açıklama sunuyorsunuz: ekonomik, kültürel ve siyasal açıklamalar. Bunlardan tek tek bahsedebilir misiniz?
Aşırı çalışma meselesine çoğunlukla bireysel düzlemde, kişinin isteği, arzusu ya da eğilimiyle ilişkili bir olgu olarak yaklaşıyoruz. Oysa bu durumu şekillendiren, bireysel olmayan pek çok ekonomik etken ve yapısal açıklama da söz konusudur.
Kitapta, eşitsizliği ölçen göstergelerden biri olan Gini katsayısıyla, son birkaç on yılda çalışma saatlerindeki artış arasında paralel bir ilişki olduğunu gösteren bir grafik yer alıyor. Son kırk yıl boyunca elde edilen kârların büyük bölümü en üst gelir grubundaki kişilere aktarılırken, ücretler en alttaki kesimde neredeyse sabit kalmış durumda. Eğer ücretler artmıyorsa, işçi sınıfının ve hatta orta sınıfın temel çıkış yolu, daha fazla gelir elde edebilmek için daha uzun saatler çalışmak oluyor.
Bu tablo, eşitsizliğin uzun çalışma saatlerine yol açtığını gösteriyor. Eşitsizliği besleyen temel unsur ise sınıf iktidarıdır. Bu iktidarın en temel göstergesi, insanların uzun yıllar boyunca daha az saat çalışmasını, fazla mesai ücretleri gibi hakları elde etmesini sağlayan emek hareketinin zayıflamasıdır. Eğer insanların çalışma saatlerini azaltabilmesini sağlayan bu aracı güçsüzleştirirseniz, zaman içinde kazanılmış haklar da geri alınmaya başlanır.
Diğer bir açıklama ise kültürel niteliktedir. Özellikle yüksek gelirli işçilerin, çalışma zamanları üzerinde daha fazla kontrole sahip olmalarına ve serbest zamanın toplumda kıymetli bir değer olarak görülmesine rağmen neden uzun saatler çalışmaya devam ettiklerini anlamamıza yardımcı olur. Bu insanlar daha az çalışabilecek durumdayken neden bunu yapmazlar? Ben bu soruya iki temel yanıt buldum.
Birinci neden, yüksek gelirli çalışanların da aslında düşük gelirli işçilerle benzer biçimde bazı güvencesizlik dinamiklerine maruz kalmalarıdır.
İkinci neden ise, çalışma ideolojisinin dönüşerek yeni bir çalışma ahlakı üretmesidir. Bu yeni ideoloji, kendini gerçekleştirmeyi ve dışavurumcu bireyselliği önceleyen bir anlayışı yüceltir ve bu ideallere çalışarak ulaşılabileceğini savunur. Daha çok çalışmanın, daha çok kendini gerçekleştirme anlamına geldiğini ileri sürer. Özellikle teknoloji sektöründen pek çok yüksek gelirli çalışanla yaptığım görüşmelerde, daha uzun saatler çalışmanın onlar için bir tür “benlik duygusu” taşıdığını gözlemledim.
Siyasal açıklamaya gelince: Son birkaç on yılda her iki siyasi kanat da yoksul insanları belirli bir çalışma rejimine yönlendirmeye dönük politikalar izledi. Bunun sonucunda, ücretlerin aşağıya çekilmesine neden olan aşırı bir iş gücü arzı oluştu. Bu durum, insanların çocuklarıyla ya da aileleriyle ilgilenmeleri, okula gitmeleri veya başka şeylerle uğraşmaları gereken zamanı tamamen gasp eden bir düzene dönüştü.

‘Düşük ücretli işçiler aşırı uzun çalışma saatleriyle karşı karşıya’
Düşük gelirli işçilerin yaşamlarında görüldüğü şekliyle aşırı çalışma sorununun gerçek dünyadaki diğer görünümleri neler?
Kitapta yer alan en çarpıcı örnek kuşkusuz, New Jersey’in kuzeyindeki üç farklı Dunkin’ Donuts şubesinde vardiya usulü çalışırken hayatını kaybeden kadının hikâyesi. Bu kadın, her zaman yaptığı gibi vardiyaları arasında arabasında uyurken yaşamını yitirdi. Haftada ortalama 87 saat çalışıyordu, eşine ve çocuklarına destek oluyordu ve bir anda, uzun çalışma saatleri ve düşük ücret ekonomisinin sembol isimlerinden biri haline geldi. Henüz aynı sonu yaşamamış ama onunla benzer koşullarda yaşayan ve bu sona yaklaşmış durumda olan pek çok işçi için bir simgeye dönüştü.
Benim de yaptığım gibi, büyük bir şehirde herhangi bir büyük ölçekli perakende caddesinde biraz dolaştığınızda ve mola vermiş işçilerle sohbet ettiğinizde, bazılarının sabah 09.45’te başlayıp öğleden sonra 15.15’te biten vardiyalarla çalıştıklarını görebilirsiniz. Bu zaman dilimleri, başka işlerde de çalıştıklarını öğrenene kadar sıradan ve kısa görünebilir. Ancak çoğu size, bu vardiyanın ardından bir saat, bir buçuk saat ya da iki saat içinde başka bir işte mesaiye başlayacaklarını söyleyecektir.
Emek istatistikleri bu aralıkları “boş zaman” olarak kaydedebilir, fakat gerçekte bu insanlar bu süreyi genellikle hızlıca bir şeyler atıştırmak, toplu taşımayla bir sonraki işe yetişmek ya da yeni mesai için üstünü başını değiştirmekle geçiriyor.
Bu durumun ortaya koyduğu temel gerçeklerden biri, işin insanların yaşamında son derece geniş bir yer kapladığıdır. Haftada kırk saatten az çalışıyor olsalar bile, iş aramak ya da farklı işler arasında koşturmak gibi, ücret alınmayan ama işle bağlantılı faaliyetler için harcanan zamanlar, birçok kişiye kendini hâlâ “aşırı çalışıyor” gibi hissettiriyor. Nitekim bu duyguyla kendini tanımlayan çok sayıda insanla görüştüm.
Bu anlamda, “aşırı çalışma” ile “yetersiz çalışma” bir madalyonun iki yüzü gibidir. Her ikisi de artan stres ve yoğunlukla karakterize edilir; dahası, bazı insanlar bu iki durumu aynı anda yaşamaktadır.
Düşük gelirli işçilerin neden daha uzun saatler çalıştığını anlamak görece daha kolay fakat yelpazenin diğer ucuna yeniden bakalım. Kendi çalışma zamanları üzerinde daha fazla kontrole sahip olanlar arasındaki uzun çalışma nasıl açıklanabilir?
Bu durum benim açımdan en ilginç olan şeydi; kısmen de olsa, çünkü ben de kendine özgü bir işkolik sayılırım.
Gördüğümüz gibi, düşük ücretli işçiler son on yıllarda aşırı uzun çalışma saatleriyle karşı karşıya kaldılar. Ancak bu durum, üst düzey pozisyonlarda çalışan ve çoğunluğu erkek olan yüksek gelirli işçiler için de hâlen geçerliliğini koruyor. Peki, bunun nedeni ne? Bu mesele genellikle ideolojik bir çerçevede ele alınıyor; sanki insanlar birdenbire çalışmaya dair yeni bir fikir edinmişler ya da çalışma birden daha kıymetli bir şey hâline gelmiş de bizler gönüllü olarak daha fazla çalışmaya karar vermişiz gibi.
Benim bu kitapta yapmaya çalıştığım şey, çalışma etiğine duyulan kültürel hayranlıkla insanların fiili çalışma biçimlerinde meydana gelen maddi değişimler arasında bir bağ kurmaktı. Başka bir deyişle, çalışma etiğine duyulan bu yeni olumlu inancın altında yatan siyasal ve ekonomik temeli ortaya koymaya çalıştım.
Bu dönüşümü, sanayi işçilerinin yalnızca daha yüksek ücret ve daha iyi sağlık hizmetleri değil, aynı zamanda daha anlamlı işler talep ettiği 1970’li yıllara kadar geriye götürüyorum. O dönemde işçiler, kendilerini üretim bandına ve saate bağlı hissediyordu. Ancak 1960’lar ve 70’lerin kültürel siyasetiyle temas ettiklerinde, artık bu türden işler yapmak istemediklerini ifade etmeye başladılar. Kendilerini daha fazla gerçekleştirebilecekleri işlerde çalışmak istediler.
Benzer bir söylemi, 1980’lerin sonlarında ve 1990’larda büro çalışanları arasında da görürüz. Büroların adeta birer cehennem, büro odacıklarının da birer kafes olduğu düşüncesi yaygındı. Office Space (Büro Mekânı) adlı harika filmi bir düşünün. Bence o filmde, hepimizin kolaylıkla empati kurabileceği bir arzuyu, yani daha az dışlayıcı ve daha az tekdüze bir işe sahip olma isteğini açıkça görebiliriz.
Bu dönemde büyük ölçüde sanayi ekonomisinden hizmet ekonomisine geçildiğini de göz önünde bulundurmalıyız. Hizmet ekonomisi, üretim hattında olduğu gibi kalabalık iş gücü gerektirmez. Burada insanlar yalnızca makinelerin başında beklemez; daha fazla inisiyatif sahibidir. Bireyler, kendilerini bir ekibin vazgeçilmez bir parçası olarak görmeye başladılar. Çalışma sürecinde anlamlı ve önemli bir rol oynamak, giderek olumlu bir değer haline geldi.
Tüm bu gelişmeleri bir araya getirdiğinizde, daha anlamlı, daha kişiselleşmiş ve daha tatmin edici bir işe yönelik yeni bir talebin doğduğunu görebilirsiniz. Bir sonraki adımda ise yöneticiler, danışmanlar, “çalışma guruları” gibi aktörler bu değişimden dersler çıkardı ve çalışma sistemini yeniden yapılandırarak çalışmayı daha anlamlı ve değerli gösterecek biçimde yeniden ambalajladılar.
Sonuç olarak, yöneticiler işçilerin daha anlamlı işler yapma arzusunu, özellikle yüksek gelirli çalışanlar açısından yeni bir çalışma etiğine ve kültürüne dönüştürmeyi başardılar.
‘İnsanların çalışma saatleri üzerinde daha fazla denetime sahip olması gerekiyor’
Kitabınızda yer alan düşünceler COVID-19 krizine nasıl yanıt veriyor?
Pandemi patlak verdiğinde ilk düşüncem şu olmuştu:
Yok artık, kimsenin çalışmadığı bir dönemde bu uzun çalışma saatleri üzerine yazılmış kitabı yayımlamak tuhaf karşılanmaz mı?
Ancak elimdeki ilk veriler, pek çok insanın hâlâ oldukça yoğun çalıştığını gösteriyordu. Özellikle beyaz yakalı çalışanlar arasında, bazı sektörlerde günlük e-posta kullanımının kayda değer ölçüde arttığı ve günün daha büyük bir kısmını işin işgal etmeye başladığı görülüyordu.
Pandemi, kitapta ele aldığım bazı eğilimleri daha da keskinleştirdiği gibi, bazı beklenmedik ve ilginç dinamikler de ortaya çıkardı. Örneğin çocuk bakımı ve diğer ev içi sorumluluklar açısından, evden çalışan ve düzensiz çalışma takvimlerine sahip olan insanlar, günlerinin nasıl parçalandığını daha yoğun bir biçimde yaşamaya başladılar.
Diğer yandan, “vazgeçilmez” işçiler ise fiilen “gözden çıkarılabilir” işçiler hâline geldiler. Ayrıca iş arayışı içinde olan ve iş bulamama endişesiyle yaşayan büyük bir işsiz kitlenin varlığı dikkat çekici.
Tüm bunlar, insanların çalışma yaşamlarının nasıl örgütlendiğine dair manzaranın, gelir ve sınıf farklarına göre ne kadar büyük eşitsizlikler barındırdığını bir kez daha gözler önüne seriyor.
Aşırı çalışma sorunu yelpazenin her yerindeki insanları etkiliyor ve emekten kâr eden sermayedarlar dışında durumu daha iyiye giden kimse yok. Peki, çalıştığımız saatlerin sayısını azaltmak için ne türden şeyler yapabiliriz?
Her şeyden önce, insanların çalışma saatleri üzerinde daha fazla denetime sahip olması gerekiyor. Bu ise, genel olarak iş üzerinde daha fazla kontrol sahibi olmayı zorunlu kılıyor. Bu kontrolü güvence altına almanın en etkili yolu ise, bir sendikaya ya da sendika benzeri bir örgütlenmeye sahip olmaktan geçiyor. Bu alandaki en belirgin değişim de burada yaşanıyor.
Ancak bu kontrol mücadelesi, aynı zamanda temel hizmetlere erişim mücadelesini de beraberinde getiriyor. Örneğin pek çok insan sağlık hizmetine işverenleri aracılığıyla ulaşabiliyor. Birçok sendikacı, sağlık hizmeti meselesinin toplu sözleşmelerde adeta bir ayak bağına dönüştüğünü ifade ediyor. Ücretler, çalışma saatleri ya da iş güvenliği gibi hayati konulara sıra bile gelmeden, müzakerelerin çoğu sağlık hizmeti üzerinde düğümleniyor. Eğer ulusal bir kamusal sağlık hizmeti sistemi ya da “Herkes İçin Sağlık” gibi evrensel bir model uygulamaya konulabilirse, bu mesele pazarlık denkleminden çıkmış olur. Böylece, insanların işlerine olan bağımlılığı azalırken, kendi çalışma koşulları üzerine söz söyleme güçleri de artacaktır.
Dünyada bu tür politikaların uygulanmakta olduğunu ve her yönüyle hayata geçirilebilir olduğunu düşünüyorum. İnsanların daha az çalıştığı ama daha mutlu yaşadığı ülkelerde uygulanmakta olan politikaları —sağlığa, bakıma, tatile ve kişisel zamana daha fazla olanak tanıyan uygulamaları— neredeyse “kopyala-yapıştır” yöntemiyle bile benimsememiz mümkün.
Son olarak, biraz daha soyut bir noktaya değinmek istiyorum: Biz zamanı çoğunlukla nesnel bir gerçeklik olarak düşünürüz, oysa kapitalizm altında bu algı derinden biçimlenmiştir. İşverenler ve işçiler zamanı aynı şekilde algılamaz. İşçilerin kendi işleri üzerinde demokratik denetim sahibi olduğu bir ekonomide —ister bunu sosyalist bir ekonomi olarak adlandıralım— hem “çalışma süresi” hem de “çalışmanın kendisi” bambaşka biçimlerde tanımlanabilir. Böyle bir düzende, insanların çalışmayı yaşamlarının geri kalanıyla daha sağlıklı bir şekilde dengelemenin yollarını bulabileceklerini hayal etmek mümkündür.
Bu yazı, Jacobin’de yayımlanan “We Shouldn’t Have to Work So Damn Much” başlıklı yazıdan derlenmiştir.


