Share This Article
David Sylvester | Çeviren: Fatma Tülin Öztürk
David Sylvester, yaşayan en önemli ressamlardan birinin, Francis Bacon‘ın “kilidini” açmayı başarabilmiş ayrıcalıklı bir eleştirmen. Bu metin, ünlü eleştirmenin 1962’den 1986’ya kadar belli aralıklarla Bacon’la yaptığı bir dizi söyleşiden alındı.
Leonardo’nun defterlerinden Delacroix’in günlüğüne, Klee’nin kuramsal çalışmalarından Braque’ın özlü yazılarına uzanan toplama bakılacak olursa, Yapıt’ın ötesine berisine ışık tutan bu sayıca sınırlı tanıklıkların önemi kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Günümüzün ressamı nerede, nasıl duruyor?
Bacon, modern ressamın duruşunu simgeleyen ağırlığıyla bazı soruları yanıtlıyor, pek çok soru doğuruyor.
David Sylvester: Birden fazla figürü olan çok az sayıda resim yaptınız. Daha güç bulduğunuz için mi tek bir figürde yoğunlaşıyorsunuz?
Francis Bacon: Sanıyorum birden fazla figür söz konusu olduğu anda, figürler arası ilişkilerin hikâye yanı ağır basıyor. Ve bu da derhal bir anlatma olayını getiriyor. Hikâyesi olmayan çok figürlü resimler yapmayı istemişimdir hep.
Neden hikâye anlatmaktan kaçınıyorsunuz?
Hikâye anlatmaktan kaçınmıyorum. Ama Valéry’nin söylediği şeyi yapmayı çok çok isterim – bir duyguyu anlatımının sıkıcılığına düşmeden aktarmak- Ve hikâye işin içine girdiği anda sıkıcılık başlıyor.
Bu mutlaka böyle mi olur yoksa siz mi bunu henüz yenemediniz?
Bundan kaçınamadım sanırım. Bugün kim bunun üstesinden gelebilmiştir, bilmiyorum.
Büyük sanat yapma çabası
Günümüzde ressam olmanın eskisine göre daha mı güç olduğunu düşünüyorsunuz?
Sanırım daha güç, çünkü eskiden ressamların çift rolü vardı. Gerçeği kaydettiklerini düşünüyorlardı, ama yaptıkları kaydetme işleminin çok ötesindeydi. Sanırım, şimdi teyp, fotoğraf makinesi ya da film gibi birtakım mekanik kaydetme metotlarıyla, resimde daha temel, daha esaslı bir yere varmak zorundasınız. Çünkü yüzeysel kaldığına inandığım halde başka araçlarla daha iyi kayıtlar yapılabilir.
Filmden söz etmiyorum, kesilip pek çok değişik biçimde monte edilebilir, dolaysız kayıttan ve fotoğraftan söz ediyorum. Sanırım bunlar, ressamların geçmişte yapmak zorunda olduklarına inandıkları işin illüstratif yönünü üstlenmişlerdir. Ve sanıyorum soyut ressamlar bunu fark edip şöyle düşündüler: Neden bütün illüstratif öğeleri ve bütün kaydetme kaygılarını atıp, sadece renk ve biçimin etkisiyle uğraşmayalım?
Bu çok mantıklı. Ama yürümedi, çünkü hayatta tutkuyla bağlı olduğunuz bir şeyi aktarma çabası, sadece keyfinizin istediği gibi biçimleri ve renkleri bir araya getirme isteğinden çok daha fazla gerilim ve heyecan yaratmaktadır. Sanırım bugün çok garip bir durumdayız, çünkü hiç gelenek olmayınca, iki aşırı uç söz konusu oluyor. Polis raporuna çok yakın olan bir dolaysız kayıt ve sonra bir de sadece büyük sanat yapma çabası. Bu ikisinin arasında bir yerde denebilecek sanat da gerçekten günümüzde yok.
Büyük sanat yapma çabası derken, bugün herhangi bir kimse bunu yapabilecek demek istemiyorum. Ama garip durumu yaratan da bu zaten. Çünkü bütün bu mükemmel kayıt yollarıyla, öteki aşırı uca gitmekten başka ne yapabilirsiniz? Gerçeğin yalnızca gerçek olarak aktarılmadığı, pek çok düzleme yayıldığı bir uca; imgenin gerçeğinden daha derine götüren duygu alanlarını deşeceğiniz, onun ham, canlı yakalanabilmesi için, ve orada, o şekilde kalması ve neredeyse fosilleşmesi için kuracağınız yapı…
Durumu bu biçimde koyduğunuz zaman, ne denli tecrit edilmiş bir çalışma içinde olduğunuz anlaşılıyor. Tecrit olmanın kışkırtıcı bir yanı olduğu muhakkak, ama aynı zamanda bir tatminsizlik de yaratmıyor mu? Aynı yönde çalışan birkaç ressamın arasında olmak istemez miydiniz?
Sanırım bir arada çalışan ve alışveriş içinde olan birkaç ressamdan biri olmak daha heyecan verici… Sanırım konuşacak birinin olması müthiş hoş olurdu. Bugün konuşacak tek bir kimse yok. Belki ben şanssızım ve bu insanları tanımıyorum.
Tanıdıklarım da benimkinden çok farklı yaklaşımlara sahipler. Ama ressamların birbirlerine yardım edebileceklerine inanıyorum. Durumu birbirleri için daha açık, daha net bir hale getirebilirler. Arkadaşlığı her zaman, insanların birbirlerini deşip gerçekten darmadağın edebileceği ve belki bu yolla bir şeyler öğrenebileceği bir beraberlik olarak düşünmüşümdür.
‘Konuşabileceğim başka bir ressam olsun istemişimdir hep’
Hiç olumsuz eleştiri aldınız mı?
Sanırım olumsuz eleştiri, özellikle diğer ressamlardan gelirse, kesinlikle en yapıcı eleştiridir. İncelediğinizde yanlış olduğu kanısına varsanız bile, hiç olmazsa üstüne düşünüp, inceliyorsunuz. İnsanlar sizi övdükleri zaman, evet övülmek hoş bir şey ama, size gerçekten hiç yardımcı olmuyor:
Bir arkadaşınızın işine olumsuz eleştiri getirebilir misiniz?
Ne yazık ki pek çoğuna hayır, eğer onlarla arkadaşlığımı sürdürmek istiyorsam.
Peki onları kişilikleriyle ilgili eleştirip hâlâ arkadaşlığınızı sürdürebilir misiniz?
Bu daha kolay, çünkü insanlar kişilikleriyle işlerinden daha az övünüyorlar. Sanırım kişiliklerine dönüşsüz bir biçimde mahkûm olmadıklarını düşünüyorlar, isterlerse uğraşıp kendilerini değiştirebilecekleri kanısındalar, ama başarısız olan bir işle ilgili hiçbir şey yapılamayacağına inanıyorlar.
Gerçekten konuşabileceğim başka bir ressam olsun istemişimdir hep inandığım, nitelikleri ve duyarlığı olan, yaptıklarımı deşebilen ve yargısına güvendiğim biri sanatın başka bir dalına geçersek, mesela, Eliot, Pound ve Yeats’in bir arada çalışmalarına çok gıpta ediyordum. Ve gerçekten Pound The Waste Land üzerinde bir sezaryen ameliyatı yapmıştır; Yeats‘in üzerinde de çok güçlü bir etkisi vardı her ikisi de Pound‘dan çok daha iyi şair oldukları halde. Sanırım, “bunu yap, bunu yapma, böyle yap, böyle yapma” diyebilecek ve sebeplerini de gösterebilecek birinin olması harika olurdu. Sanırım çok yardımcı olurdu.
Bu tür bir yardımdan gerçekten yararlanabilir miydiniz?
Hem de çok. Bana ne yapmam gerektiğini, neyi yanlış yaptığımı söyleyen insanlara çok ihtiyacım var.
Resim uğraşınızın yarısının kolayca yapabileceğiniz şeyleri engellemek olduğunu söylediniz. Bu kolayca yapabileceğiniz ama engellemek istediğiniz şey nedir?
Oturup büyük bir kolaylıkla size harfi harfine benzeyen bir portrenizi yapabilirim. İşte engel olmak istediğim bu “aynı” olanı yapma, bu bire bir benzerlik… Çünkü hiçbir ilginç yanı yok bence.
Bacon, 1962’de stüdyosunda.
‘İnsanlar yağlıboyanın ne denli gizemli bir araç olduğunu anlamıyor’
Sanırım fırça kullanmak da, boyayı tuvale fırlatıp atmak ya da bezle sürmek kadar bu açıdan engelleyici olabiliyor.
Evet, kesinlikle. Yağlıboya çok akıcı olduğu için çalıştığınız süre içinde imge hiç durmadan değişir. Bir fırça vuruşu diğerini güçlendirir ya da bozar. Biliyor musunuz, genelde insanlar yağlıboyanın ne denli gizemli bir araç olduğunu anlamıyorlar. Çünkü fırçayı, bilinçli ya da hatta bilinçsizce, o yöne değil de bu yöne oynatmak imgenin anlamını tümüyle değiştirebilir.
Ama bu olayı ancak oluşma aşamasında görürseniz anlayabilirsiniz. Yani, fırçanın bir ucu başka bir renkle doludur ve rastgele bastırdığınızda diğer lekelere bir yankı oluşturur, böylece imge gitgide gelişir. Bütün olay aslında, rastlantı ve eleştiri arasındaki sürekli çatışmadır.
Çünkü rastlantı dediğim şey, imgenin gerçeğine, akılcı bir lekeden daha doğru, daha yerinde bir leke oluşturabilir, ama bunu seçebilecek olan tek şey sizin eleştiri duyunuzdur. Öyle ki eleştiri yeteneğiniz, bu yarı-bilinçli hatta genellikle tümüyle bilinçsiz olarak sürüp giden yaratıcılık olayıyla birlikte yürür.
Tabii rastlantıya güvenmek aslında bütün yaşam biçimimizi kapsıyor. Mesela parayla ilişkinizde çok açık bu. Sizi ilk tanıdığımda resimden pek fazla para kazanmıyordunuz, ama o zaman bile bir tablo sattığınızda etrafta olan herkese havyar ve şampanya ısmarlardınız. Bundan hiç kaçınmazdınız. Temkinden uzaktınız hep.
Evet. Bu benim açgözlülüğümden aslında. Hayata karşı açgözlüyüm ve ressam olarak hırslıyım. Bu kendini şansa bırakmak denebilecek şeyi de kısmen açgözlülüğüm biçimlendirmiştir yemek için, içmek için, hoşlandığım insanlarla birlikte olmak için, olan biten şeylerin heyecanı için açgözlülük.
Aynı şey kişinin işi için de geçerli oluyor. Bununla birlikte, karşıdan karşıya geçerken her iki tarafa da bakarım çünkü hayata karşı açgözlü olmam bunu bazı insanlar gibi ölürsem de ölürüm biçiminde oynamamamı sağlıyor. Hayat çok kısa, hareket edebildiğim, görebildiğim, hissedebildiğim sürece yaşamın sürmesini istiyorum.
Rulete duyduğunuz ilgi Rus ruleti için de geçerli değil yani.
Hayır. Çünkü yapmak istediklerimi yapabilmek, eğer mümkün olursa, yaşamak anlamına geliyor. Halbuki geçen gün biri de Stael‘den söz ediyordu. Rus ruleti onun için bir tutkuymuş ve geceleri sık sık ters yolda muazzam bir hızla araba sürermiş, kazadan kurtulup kurtulamayacağını denemek için.
Nasıl öldüğünü biliyorum. Umutsuzluktan intihar etti. Ama benim için Rus ruleti fikri çok anlamsız. Hem ben o tür bir cesarete sahip değilim. Fiziksel tehlikenin gerçekten çok coşku verici olduğundan eminim. Ama sanırım bunun peşinden koşmak için fazla korkağım. Ve sonra yaşamak istediğime, daha iyi işler yapmak istediğime göre, kendini beğenmişlik diyebilirsiniz buna, yaşamak, var olmak zorundayım.
Pek fazla paranızın olmadığı ve malum biçimde harcadığınız dönemlerde zaman zaman yoksulluk çektiğiniz oldu mu yoksa son anda hep bir yolunu bulur muydunuz?
Genellikle hep son anda bir çaresini bulabilecek şekilde ayarlardım kendimi. Sanırım, sürekli yolunu bulabilme yeteneğine sahip insanlardanım ben de. Bu bir hırsızlık ya da ona benzer bir şey olsa bile, çünkü hırsızlığa karşı hiç bir ahlaki meselem yok. Galiba bu müthiş egsantrik bir tavır. Yakalanıp hapse atılmak çok baş belası bir şey tabii. Ama hırsızlığı hiç de kötü görmüyorum. Şimdi para kazandığıma göre, kalkıp da hırsızlık yapmak aptalca bir lüks olur. Ama param yokken, sanırım ele geçirebildiğim her şeyi alırdım.
‘İnsan güvence peşinde koşmamalı’
İnsanın dürtüleriyle hareket etmesinin, bunun sonuçlarını kabullenmesinin ve güvenceye aldırmamasının, sizin için sadece bir davranış biçimi olmadığını düşünüyorum; topluma bakışınızı belirleyen bir önyargı bu aynı zamanda. Yani konuşmalarımızdan çıkardığıma göre refah devleti kavramı birtakım sosyal güvencelerin garantilenmesi sizin için hayatın bir tür saptırılması anlamına geliyor.
Sanırım beşikten mezara kadar devletin korunması altında olmak hayata korkunç bir sıkıcılık getirirdi. Belki de yoksulluk ahlâkı denen şeye sahip olmamamdan ötürü böyle düşünüyorum. Ama doğduğunuz günden ölümünüze kadar size bakılması fikrinden daha can sıkıcı bir şey olamaz bence. Fakat insanlar bunu bekliyorlar ve hakları olduğunu düşünüyorlar.
Eğer insanlar hayata böyle bakıyorlarsa -buna inanıyorum ama ispatlayamam – bu yaratıcılık içgüdüsünü azaltan bir şey oluyor. Nedenini anlamak güç. Ama inanıyorum ki, insanın hiç güvencesi olmamalı ve güvence peşinde koşmamalı.
Daha önce de söylediğim gibi, insanların güvence aramalarının, hayatın ve imkanlarının bir tür saptırılması olarak görüyorsunuz…
Hayat ve varoluş hakkındaki umutsuzluğun tam tersi bu. Varoluş bir bakıma o kadar banal ki, unutuluşa gömülene dek koruma altında olmaktansa, büyük yaşamak için çaba harcayıp bir şeyler yapmak daha iyidir.
Bilindiği gibi temelde politikanın konusu bireysel özgürlük ve sosyal adalet arasındaki çelişkidir. Ve siz de bireysel özgürlüğü sosyal adaletten çok daha önemli görüyorsunuz. Sosyal adaletsizlik görünce rahatsız olmuyor musunuz?
Hayatın dokusu olduğunu düşünüyorum. Hayatın tümünün yapay olduğunu söyleyeceğinizi biliyorum. Ama sosyal adalet bunu iyiden iyiye anlamsız bir biçimde yapaylaştırıyor.
‘Büyük sanat yapıtları insanlar acı çekmelerinden doğmuştur’
Sosyal adaletsizlik sonucunda bazı insanların çeşitli sebeplerden ötürü acı çekmelerinden de rahatsız olmuyor musunuz?
Hayır. Beni rahatsız etmiyor derken, bunların farkındayım ama sanırım belirli ölçüde refah seviyesi olan bir ülkede yaşadığım için, sürekli yoksulluk çekmiş bir ülkeden söz etmek güç oluyor.
Ve şiddetli yoksulluk yaşayan ülkelerdeki insanları en azından umutsuzluk ve açlıktan kurtaracak bir düzeye getirmek için yardım etmek de oldukça mümkün. Ama insanların acı çekmelerinden rahatsız olmuyorum, çünkü büyük sanat yapıtları insanlar arasındaki farklılıktan ve acı çekmelerinden doğmuştur, sosyal eşitsizlikten değil.
Yani demek istiyorsunuz ki bir toplumu yargılarken önemli olan şey çoğunluğun mutluluğu değil, toplumdaki büyük sanat yapma potansiyelidir.
Bir toplum mutlu olmuş, olmamış kim hatırlar, kimin umurunda? Yüzyıllar sonra hatırlanacak olan tek şey bir toplumdan neler kaldığıdır. Belki günün birinde öyle mükemmel bir toplum ortaya çıkar ki eşitliğinin mükemmelliğiyle anılır. Ama bu daha gerçekleşmedi ve bugüne kadar bir toplum ancak yarattıklarıyla hatırlanabilmektedir.
İllüstrasyonla, illüstrasyon olmayan form arasındaki farkı tanımlayabilir misiniz?
Sanırım fark şöyle, illüstratif form size bilgi yoluyla hemen formun neye ait olduğunu söyleyecektir. Buna karşılık illüstratif olmayan form ilk önce duyuları etkileyecek ve sonra yavaş yavaş gerçeğe sızacaktır. Şimdi bunun neden böyle olduğunu bilmiyoruz. Gerçeğin kendisinin belirsiz olmasıyla bir ilgisi olabilir, görüntünün belirsizliğiyle… Bu yüzden formun bu biçimde kayda geçmesi, kaydın belirsizliğinden dolayı gerçeğe daha yakın düşecektir.
Yüksek enstantaneli bir fotoğraf makinesiyle çekilmiş bir fotoğrafta son derece heyecan verici ve belirsiz, beklenmedik bir görüntü elde ettiğinizi düşünün -çünkü imge hem o nesnenin kendisi, hem de değildir, ya da bu tür bir şeklin nesnenin kendisi olması şaşırtıcıdır – şimdi sizce bu bir illüstrasyon mudur?
Sanırım öyledir. Sanırım saptırılmış bir illüstrasyondur. Bence fotoğraf makinesiyle elde edilen dolaysız kayıttan fark, ressam olarak sizin, bir anlamda, yaşayan gerçeği canlı olarak yakalayabilmeniz için bir tuzak kurmak zorunda oluşunuzdur. Tuzağı ne kadar iyi kurabilirsiniz? Ne zaman ve hangi anda ses gelir? Başka bir şey daha var, dokuyla ilgili.
Sanıyorum bir resmin dokusu fotoğrafınkinden daha dolaysızdır, çünkü fotoğrafın dokusu sinir sistemine illüstratif bir süreçten geçerek ulaşır, buna karşılık resmin dokusu sinir sistemini birdenbire ve dolaysız olarak etkiler. Tamamen şunun gibi, mesela… O büyük Mısır şeylerinin köpükten yapıldığını düşünün, Sfenks’i kolayca kaldırıp rahatlıkla taşıyabilseydiniz yüzyıllar boyunca duyularımız üstünde yaptığı etki aynı mı olurdu?
Bu örneği, büyük bir yapıtın, imgeyle meydana geldiği maddenin bileşimine nasıl gizemli bir biçimde bağımlı olduğunu göstermek için veriyorsunuz.
Sanırım bu kalıcılıkla ilgili bir şey. Birkaç saat sonra yok olacak bir maddeden yapılmış harika bir imge olabilir, ama sanırım imgenin gücü kısmen de olsa kalıcılık olasılığıyla yaratılır. Ve elbette imgeler, kalıcı oldukları ölçüde duyularla yüklü olurlar.
Cecil Beaton Studio Arşivi
‘Büyük sanat özünde düzenlidir’
Anlaşılması güç olan şey tuvalin üstündeki fırça izlerinin ve boyanın hareketinin nasıl bu kadar dolaysız bir biçimde bizimle ilişki kurduğu.
Şimdi Aix-en-Provence’daki büyük Rembrandt otoportresini düşünecek olursak, incelediğimizde gözlerde hemen hemen hiç oyuk olmadığını görürüz, yani bütünüyle anti-illüstratif olduğunu. Sanırım gerçeğin gizi rasyonel olmayan lekelerden meydana gelen imgelerle verilir. Ve bir lekenin rasyonel olup olmaması iradi bir şey değildir.
Bu sebeple bu işin içinde daima rastlantının payı olmalıdır, çünkü ne yaptığınızı bildiğiniz anda, yine bir çeşit illüstrasyon yapmaktasınızdır. Ama bu Rembrandt otoportresinde olduğu gibi bazen, bir büyük imgeyi meydana getiren, betimleme dışı, birtakım lekelerin pıhtılaşmasıdır. Elbette bunun sadece bir kısmı rastlantıdır.
Bütün bunun arkasında, bir rasyonel olmayan lekeyi diğerini yeğleyen Rembrandt’ın o derin duyarlığı yatmaktadır. Ve soyut dışavurumculuğun tümü Rembrandt’ın lekelerinde gerçekleşmiştir. Ama bunlar Rembrandt‘da, gerçeği kaydetme çabasıyla yapıldığı için çok daha heyecan verici ve derindir.
Soyut resimden hoşlanmayışının ya da ilgimi çekmemesinin bir nedeni de resmin bir ikilik olduğunu düşünmem ve soyut resmi tümüyle estetik bulmamdır. Daima tek bir düzlemde kalır. Sadece şekillerinin ve lekelerinin güzelliğiyle ilgilidir. Biliyoruz ki pek çok kişi, özellikle ressamlar disiplinsiz geniş coşku alanlarına sahiptirler, ve sanırım soyut ressamlar yaptıkları bu lekelerde bu tür coşkuları yakaladıklarına inanırlar. Ama bence bu biçimde yakalandıklarında hiçbir şey iletemeyecek denli zayıftır bu duygular.
İnanıyorum ki, büyük sanat özünde düzenlidir. Bu düzenin içinde yer alan büyük ölçüde içgüdüsel ve rastlantısal şeyler olsa bile, bunlar, düzenlemek ve gerçeği sinir sistemimize çok daha çarpıcı bir biçimde iletmek arzusuyla ortaya çıkarlar. Neden bunca büyük sanatçıdan sonra hâlâ bir şeyler yapmaya çalışıyorlar insanlar? Çünkü nesilden nesile büyük sanatçılar aracılığıyla içgüdüler değişmektedir.
İçgüdüler değiştikçe de, bu işi nasıl yeniden daha şiddetli, daha net, daha kesin bir biçimde gerçekleştirebilirim duygusu yenilenmektedir. Yani ben, sanatın bir kaydetme işi olduğuna inanıyorum. Aktarmak olduğuna. Ve soyut sanatta aktarma sorunu olmadığı için, ressamın estetik kaygılarından ve birkaç duyusundan başka bir şey görmüyorum. İçinde hiçbir gerilim unsuru barındırmıyor.
Duyguları iletebileceğine inanmıyorsunuz.
Son derece sulusepken, lirik duyguları iletebileceğini düşünüyorum, çünkü herhangi bir biçim de bu kadarını yapabilir. Ama gerçek anlamda büyük bir duyguyu iletebileceğine inanmıyorum.
Bununla daha belirli, daha yönlendirilmiş duygulardan söz ediyorsunuz.
Evet.
Gerilimden yoksun olduğunu söylediniz. Peki ama izleyicinin sanatla ilgili bazı tür beklentilerine ters düşmekle soyut resim gerilim yaratmıyor mu sizce?
İzleyicinin soyut resimle daha bile kolay iletişim kurduğunu söylemek mümkün sanırım. Evet ama herhangi bir kişi disiplinsiz duygu diye adlandırabileceğimiz şeyle daha kolay iletişim kurabilir. Çünkü ölümcül bir aşk hikâyesini ya da hastalığı izleyiciden daha çok kim sever?
Bunların içine girebilir, rol aldığını düşünür ve bir şeyler yaptığı duygusunu yaşar. Ama tabii bütün bunların sanatla hiçbir ilgisi yoktur. Şimdi sözünü ettiğiniz izleyicinin oyuna katılmasıdır, ki bu da belki soyut sanatta daha olası, çünkü sunulan şeyler savaşmak zorunda olmadıkları ölçüde zayıftır.
‘Resimle ilgili kararı ancak zaman verebilir’
Eğer soyut resim sadece şekil üretmekten ibaret ise, benim gibi bazı insanların figüratif resme gösterdikleri aynı tür içten tepkiyi onlara da göstermesi olgusunu nasıl açıklarsınız?
Moda.
Gerçekten böyle mi düşünüyorsunuz?
Bence bir resimle ilgili kararı ancak zaman verebilir. Hiçbir ressam kendi yaşam süresi içinde yaptığı işin iyi olup olmadığını bilemez, çünkü bir şeyin etrafında oluşan teorilerden sıyrılabilmesi için en az 75-100 yıl geçmesi gerekir. Ve sanırım insanların çoğu bir resme, onun nasıl olduğundan çok hakkında oluşan teoriler aracılığıyla bakmaktadırlar.
Moda, bazı şeylerden etkilenip, diğerlerinden etkilenmememizi tembih eder. Bu yüzden başarılı ressamlar bile ve hatta özellikle başarılı ressamlar denebilir yaptıklarının iyi olup olmadığı hakkında hiçbir fikre sahip olamazlar ve olamayacaklardır.
Kendinizin de ölümlü olduğunu hangi yaşta fark ettiniz??
On yedi yaşında. Çok iyi hatırlıyorum, çok net. Kaldırımın üstündeki köpek pisliğine bakıp birden şöyle düşünmüştüm, işte bu kadar, hepsi bu, hayat böyle bir şey. Ve çok tuhaf ama aylarca acı çektim. Şu noktaya varıp kabullenene dek: Şimdi buradasın, bir saniyelik bir varoluş, duvarda ezilen sinekler gibi…
Gloucester’ın dizelerini sık sık tekrarlarsınız, “Sinekler kadarı: Tanrıların gözünde Başıboş çocuklar gibi keyif için öldürürler bizi,” Hayata bakışınızı yansıtan bir ifade sanırım.
Hayatı anlamsız buluyorum. Varoluş süresi içinde bir anlam yakıştırmaya çalışıyoruz. Aslında hiçbir şey ifade etmeyen birtakım tutumlar yaratıyoruz hayatı anlamlı kılmak için.
Ne tür bir anlam?
Bir günden diğerine var olma biçimi.
Bir amaç mı?
Boş bir amaç.
‘İnsanı ilginç kılan şey kendini bir şeye adamasıdır’
Hayat sonuçta anlamsız olduğu halde, insan inandığı bir şeyi yapmak için yine de enerji buluyor kendinde.
Tamamen böyle. Bir hiç uğruna inandığı ama inandığı. Bu çelişkili bir şey biliyorum ama yine de böyle. Doğduk, öleceğiz ve iki aradaki bu amaçsız dürtülerimizle bir anlam veriyoruz.
Sizin tabii her tür dinsel inanca karşı çok kesin tepkileriniz var -Hıristiyanlığa olduğu kadar Modern Mistisizme de – bu konuda ne düşünüyorsunuz bilemem ama benim için şu sıralarda insanları çoğunluğunun yaşadığı gibi bir tür sığ Hedonizm, sadece iyi vakit geçirme kaygısı, hayatı müthiş sıkıcı kılan bir tavır.
Size tamamen katılıyorum. Sanırım dinsel inançlarına bağlı kişiler. Tanrı korkusu taşıyanlar, sadece Hedonistik ve amaçsız bir hayat yaşayanlardan çok daha ilginç insanlardır.
Diğer yandan, dinsel inançlarıyla yaşadıkları sonsuz sahtelik yüzünden onlara hayranlık duymakla birlikte, küçümsemekten de kendimi alamıyorum. Ama eninde sonunda bir insanı ilginç kılan şey kendini bir şeye adamasıdır. Din varken hiç olmazsa dine inanıyorlardı, bu da bir şeydi. Ama kesinlikle inandığım şu, eğer tümüyle inançsız ama kendini hiçliğe adamış birini bulabilirseniz, işte bu en ilginç kişidir.