Share This Article
Bir sanat yapıtı gerçekten ölümsüz olabilmek için insanca olanın sınırlarını bütün bütüne terk etmek zorundadır: Ortalama idrak ve mantık sanat yapıtına zarar verir. Yapıt bu sınırları aşmak suretiyle rüyaya ve çocuksu ruh haline yaklaşmış olacaktır. Derin yapıtı sanatçı ancak kendi varoluşunun en ıssız uçurumlarından çekip çıkarabilir yukarıya: Bu derinliklere artık hiçbir akarsu sesi, hiçbir kuş cıvıltısı, hiçbir yaprak hışırtısı ulaşmaz.
Şimdiye dek bilinen ne varsa bunların hepsini sanatın dışında tutmak gerekir her şeyden önce; her konu, her ide, her simge bir kenara bırakılmalıdır. Bir durum olarak anlam taşımayan, hiçbir konusu olmayan, mantık açısından kesinlikle hiçbir şeyi dile getirmek istemeyen bir soruna el atan bir sanat yapıtı anlayışı, yani bu 1924 tür bir açımlama ya da kavrayış demek istiyorum, o denli güçlü olmalıdır ki bizim içimizde, öyle sevinçler ya da acılar sunmalıdır ki bize, resim yapmak zorunda bırakmalıdır bizi, tıpkı uzun süre aç bırakılmış bir kişinin eline geçirdiği ekmek parçasını ısırmak zorunda kalışı gibi.
Her bir şeyin iki görünüşü vardır
Aydınlık bir kış gününde Versailles Sarayı’nın avlusunda dolaşıyordum. Her şey dinginlik ve suskunluk içindeydi. Yabancı ve soran bir bakışla bakıyordu her şey bana. O zaman sarayın her köşesinin, her bir sütunun, her pencerenin giz dolu bir ruha sahip olduğunu gördüm. Avluyu çepeçevre kuşatan taştan kahramanlara baktım; derin şarkılar gibi sevgisiz parıldayan kış güneşinin soğuk ışınları ve parlak gökyüzü altında öylece durmaktaydılar bunlar, hareketsiz. Pencereye asılı bir kafesin içinde bir kuş ötmekteydi. O zaman sezinledim insanları belli şeyler yaratmaya iten tüm gizemin ne olduğunu. Yaratılarsa bana yaratıcılardan daha gizemli göründü.
Her bir şeyin iki görünüşü vardır: Hemen her zaman gördüğümüz, herkesin de gördüğü görünüş ile ancak ender rastlanan bireylerin keskin görüşlülük ve metafizik-soyutlama anlarında görebildikleri tekinsiz ve metafiziksel görünüş. Bir sanat yapıtı kendi dış görünüşünde açığa çıkmamış olan bir şeyler anlatmalıdır. Yapıtın içinde göz önüne serilen nesneler ve figürler kendilerinin çok ötesinde bulunan ve somut formlarının da bizden gizlediği bir şeyden adeta şiirsel bir dille söz etmelidirler bize.
Chirico, Birinci Dünya Savaşı’ndan Paris’te yaşadı. Çizgilerindeki özgün ve yaratıcı fırça darbeleri, sanatının “Pittura metafisica” akımı olarak anılmasına yol açtı. Yarattığı akımın Avrupa resmi üzerinde büyük etkisi oldu. Sanatçının 1924 yılında yaptığı 76×61 cm, boyutundaki “Otoportre”si.
Tarih öncesinden miras aldığımız fenomenlerin en şaşırtıcılarından biri şeylerin içindeki büyüsel anlama ilişkin olanıdır. Bu fenomen varlığını her zaman sürdürecektir. Evrenin anlamlı-olmadığının (mantıksal anlamda non-sens olduğunun) ölümsüz bir kanıtı gibidir o. İlk insan her yerde büyüsel işaretler görmüş olmalı; attığı her adımda ürpermiş olsa gerek ilk insan.
Mantıksal bağlantının kopuşu
Sanatın kurtuluşu çağcıl filozoflar ve şairler sayesinde olmuştur. Hayatın anlamlı-olmadığını ve bu anlamlı-olmayanın sanatta nasıl dönüştürülebileceğini ilk öğreten kişiler SCHOPENHAUER ve NIETZSCHE’dir. – Sanatta mantıksal anlamın devre dışı bırakılması biz ressamların bir buluşu değildir.- Bizim normal davranışlarımızın ve normal yaşamımızın mantığını oluşturan şey nesnelerle bizim ve bizimle nesneler arasındaki ilişkilerin, anıların tespih taneleri gibi sürekli art arda sıralanmış olmasıdır.
Sözgelimi şöyle bir şey düşünelim: İçinde kuş kafesi, kitaplar vb. bulunan bir odada bir adam oturmaktadır. Bu durumda her şey bize olağan görünecektir, çünkü anılar dizisi her bir şeyi mantıksal olarak açıklamaktadır. Ama bir an için ve açıklanması mümkün olmayan, istençten de bağımsız olan nedenlerden ötürü bu anılar zincirinin bir halkasının koptuğunu varsayalım. O zaman bu oturan adamı, kuş kafesini, kitapları benim nasıl göreceğimi kim bilebilir? Ne korkunç bir şaşkınlık olurdu bu! Bu arada değişen şey ise sahnenin kendisi değil, bu sahneyi başka bir bakış açısından gören ben olacaktım. İşte bu noktada şeylerin metafiziksel görünüşüyle karşı karşıyayız demektir.
NIETZSCHE’nin keşfettiği anlamda gerçekten yeni olan, hava açık, gölgeler ise yazın olduklarından daha uzunken bir güz öğlen sonrasının atmosferine sinmiş şaşırtıcı ve derin, yalnız ve sonsuz gizemli şiirin kendisidir. Kişi bu olağanüstü deneyimi İtalyan kentlerinde ve başka birkaç Akdeniz kentinde edinebilir. Ama bu fenomenin özellikle ortaya çıktığı İtalyan kenti Turin’dir.
Giorgio de Chirico, Temmuz 1967’de Roma’daki atölyesinde… Fotoğraf: Mario De Biasi
Ben NIETZSCHE’nin kitaplarında keşfetmiş olduğum gizem dolu duyguyu, yani İtalyan kentlerinde güzün görülen güzel öğlen sonralarına özgü melankoliyi ifade etmeye çalıştığım resimler yapmaya başlamıştım. Kısa bir süre sonra Paris’te yaptığım ve İtalya’daki yerleri obje edinen resimlere bir giriş oluşturuyordu bunlar. Resim sanatı aracılığıyla biz şeylere ilişkin yeni bir metafiziksel psikolojinin temelini atıyoruz. Bir nesnenin bir resimde kaplamak zorunda olduğu mekânın ve nesneleri kendi aralarında ayıran mekânın mutlak bilinci yeni bir astronomiyi yerleştiriyor, katı yerçekimi yasası dolayısıyla gezegenimize kıskıvrak bağlanmış şeyleri obje edinen bir astronomi bu.
Kaynak: Güven Savaş Kızıltan tarafından çevirilen bu metin, Walter Hess’in 1959 yılında Hamburg’da yayımlanan “Dokumente zum Verstaendnis der modernen Malerei” adlı kitabından alınmıştır.