Share This Article
İngiltere-Reading’deki bir antrepoda 2012’de çıkan yangında epey belge ve eşya yok olurken kurtarılan bir günlük, edebiyat çevrelerinde hem şaşkınlık ve heyecan yaratmış hem de tartışma başlatmıştı. Kendisine “Samuel Beckett’in Asistanı” diyen birine ait olan bu günlükten de sahibinden de yazarın yakınlarının haberi yoktu. Belgeyi inceleyen Reading Üniversitesi edebiyat profesörlerinden Fabian Avenarius, günlüğün gerçek olduğunu ve onu kaleme alan kişinin Beckett’e pek çok şey atfettiğini söylemişti. Dahası, günlükteki satırlardan hareketle Beckett’e dair gerçeklerin kurmaca hâline getirildiğini, bunları kaleme alan “asistan”ın akli dengesinin bozuk ya da şakacı biri olabileceği ihtimalinden bahsetmişti Avenarius.
Kaçık ya da nüktedan “asistan”ı tanımayan Beckett’in vârisleri, bu tuhaf durum tartışılırken yazarın ömrü boyunca kaleme aldığı mektupları Cambridge Üniversitesi’ne bağışlamıştı. Mektuplar, The Letters of Samuel Beckett başlığıyla yayımlandığında okurlar, hem Avrupa tarihinin önemli kavşaklarına ve edebî tartışmalarına hem de yazarın özel hayatına ilişkin bilgilere erişeceği için bir kez daha heyecanlanmıştı. Çünkü Beckett, biyografisini yazmak isteyenlere soğuk davrandığı gibi yaşamına ilişkin sorular işittiğinde hiddetleniyordu. Dünyayla yazarak iletişim kurmaktan yanaydı, her zaman öyle yapmıştı.
‘Boş tiyatro sahnesi’nde bir yazar
Yazma, anlama ve anlamlandırma uğraşıyla yaşayan Beckett, kalıplara sıkışmaktansa olağanı ve alışkanlıkları eğip bükmeyi tercih etmişti. İnsanların “uygarlık ve barbarlık arasında yaşadığını” söylerken kaleme aldığı metinlerde, sınırları ve alışılagelen pek çok şeyi ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Bir anlamda hem yaşar hem de yazarken çağının gereklerine sırt çevirebilmişti. Çemberin dışında konumlanarak beklenmedik olanla karşılaşmayı farklı şekillerde anlatmıştı.
Beckett, var oluşu eşelemekten ve anlamlandırmaktan öte, geleni ya da karşılaşılanı adlandırmaya çabalıyordu. Başka bir deyişle olaylara odaklanırken özgürlüğün ve mutluluğun, tesadüfler içindeki bir tohum olduğunu düşünüyordu. Dolayısıyla sisin ortasında bir yol arayışı ve çıkış bulma gayretinin anlatıcılığına soyunmuştu. Alametifarikası tam olarak buydu.
Samuel Beckett, San Quentin Drama Atölyesi oyuncuları Bud Thorpe ve Rick Cluchey’ ile provada. (Fotoğraf: Chris Harris, David Gothard Koleksiyonu.)
Alain Badiou’nun ifadesiyle “absürdün, umutsuzluğun, boş gökyüzünün, iletilemeyenin ve ezeli yalnızlığın yazarı” Beckett, konuşan (anlatan), işiten ama pek bir şey anlamayan (uzakta duran) ve sorgulayan kişilerle yüzleştirmişti bizi. En az onlar kadar, olaylara verilen tepkiler de öne çıkıyordu eserlerinde. Bazen de bilerek ve isteyerek yanlış yollara saptırdığı karakterlerini, son anda dünyayı tepetaklak edecek bir kimliğe büründürüyordu.
Dünyayı “boş bir tiyatro sahnesi” diye niteleyen Beckett; eksik anlatımlarla, meseleyi aydınlatma gayretiyle, temsillerle, bekleyişlerle, gözden geçirmelerle, uyanan zihinlerle, monotonlukla, uydurmalarla, aldanışlarla, sorularla, ikilemlerle, uyum ve uyumsuzlukla selamlamıştı bizi. Kesinliğin karşısında sanatsal muammayı koyarken bulanık bir ortamda “başkası”na denk gelişi ve gelemeyişi işliyordu.
Biyografisini kaleme alan Andrew Gibson, “tarih ile yazı arasındaki küçük geçitte yaşıyor” dediği Beckett’e dair notu şöyleydi:
O, hiç kuşkusuz büyük bir modernistti. Onun yapıtlarını tarihsel gerçeğe geri döndürmeye çalışmak, gittiği istikametin tersine gitmek demektir.
‘Hiçbir şeyin anlatıcısı’
Gibson’ın bahsettiği tarih, İngiltere’de bir İrlandalı olan göçmen Beckett’in, hem coğrafi hem de düşünsel belirsizlik ve çekişmelerden yararlanmasına imkân vermişti. Kendisinin hizaya getirilemeyeceğini ortaya koyarken kimseye yön vermeyip sigaya çekmeden yazan Beckett; gösterişten kaçarak, kalabalıklarda görünmeyerek ve kutsanmayı reddederek minimalizmi şiar bellemişti.
“Hiçbir şeyin anlatıcısı” Beckett, art arda sıraladığı anları ve o anlarda olanları betimlerken sözcüklerin, zaman dilimlerinin, tarihlerin, ayrıntıların, hadiselerin meydana geldiği mekânların ve daha pek çok şeyin unutulma hikâyelerini anlatarak boşluklar, karanlıklar ve silinmişlikler yaratmıştı. Bir başka deyişle bilinmezlikler, hareketsizlikler ve buradan doğan azaplar kotarmıştı. Bu bağlamda Badiou’nun Godot yorumu önemli:
Şüphesiz ki Godot’nun kim olduğunu bilemeyeceğiz ancak onun, bir şeylerin gelişini arzulayanların bekleyişindeki inadın sembolü oluşu yeterli.
Söz konusu yorum kadar, Adlandırılamayan’daki satırlar da Beckett’in eksik bırakılandan ve belirsizlikten yeni anlam olanakları yaratma veya yakalama çabasını ortaya koyuyordu:
Belki çok geç, belki çoktan oldu. Bunu nasıl bilebilirim? Asla bilemeyeceğim. Sessizlikte bunu bilmek mümkün değil. Belki kapı. Belki de kapının önündeyim. Şaşırtırdı bu beni. Belki benim, bendim, bir yerlerdeydim, yola çıkabilirim. Tüm bu süre boyunca yolculuk ediyordum, bunu bilmeden. Kapının önünde duran benim. Hangi kapının? Bu kapının burada işi ne? Bunlar son sözcükler, bu sefer gerçekten son ya da mırıltılar, mırıltılar olacak, bunu biliyorum ya da bunu bile bilmiyorum. Mırıltılardan söz ediliyor. Uzaklardaki çığlıklardan, önce, sonra, ne kadar söz edilebilirse o kadar söz ediliyor, bunlar da yalan, sessizlik olacak fakat uzun sürmeyecek bu sessizlik, kesintiye uğrasın, ses bozsun diye dinlediğimiz, beklediğimiz sessizlik. Belki de bir tek ses, bilmiyorum, önemi de yok. Tüm bildiğim bu, bu benimki değil. Bu sahip olduğum tek şeydi, bu doğru değil, sürüp giden bir başkasına daha sahip olmalıydım fakat devam etmedi. Anlamıyorum. Yani devam etti aslında, hâlâ da ediyor, oradayım, oraya bıraktım kendimi, orada bekliyorum, bu belki de bir rüya, şaşırtırdı bu beni, uyanacağım sessizlikte ve bir daha uyumayacağım, ben olacağım ya da sessizliğin rüyasını tekrar göreceğim, rüyanın sessizliğini, mırıltılarla dolu, bilmiyorum, sözcükler bunlar, beni hiç uyandırmayacak sözcükler, bunlar dışında bir şey yok, devam etmeli, tüm bildiğim bu, duracaklar, bunu biliyorum, beni bırakacaklar, hissediyorum, sessizlik olacak, kısa bir an, uzun bir an, benimki olacak devam eden, ben olacağım, devam etmek gerekiyor, öyleyse edeceğim. Söylemek gerek, sözcükler olduğunda söylemeli onları, onlar beni buluncaya kadar, bana tuhaf acılarını, tuhaf günahlarını anlatıncaya kadar devam etmek gerek, belki de çoktan yaptılar, belki de çoktan söylediler bana, belki de öykümün eşiğine dek taşıdılar beni, öyküme açılan kapının önüne kadar getirdiler, şaşırtırdı bu beni, eğer açılırsa bu, ben olacağım, sessizlik olacak, olduğum yerde, bilmiyorum, hiçbir zaman bilemeyeceğim, sessizlikte bunu bilmek mümkün değil, devam etmek gerekiyor, devam edemiyorum, devam edeceğim.
Beckett, insanlığın sonsuz sefaletinden anlatılacak bir şeyler çıkarmaya çalışmıştı. Hatta metinlerinde yer verdiği sessizlik, duraksama, şaşkınlık, belli belirsizlik ve içi boş gibi görünen gevezelikler bile mesaj yüklüydü. Örneğin bir kadavra, canlılardan çok daha konuşkandı. Bu nedenle dil ve hareket kadar, “dilsizlik” ve durağanlık da çok önemliydi yazarın söyleminde. İşte bu Beckett’in şiiriydi.
“Tükenmeyen düşünme arzusunun şairi” Beckett, sabrını sınadığı okurun aklını tersyüz etmişti. Zihinlerle oynayan, yarattığı karakterleri içine düşürdüğü ve bazen hiçbir yere varmayan olay örgüsüyle okuru meşgul eden muammaların yazarıydı o. Kaleme aldıkları kadar kendisi de bir oyundu. Öyle ki üzerine düşünüp yazıldıkça, kafa yorulup yorumlandıkça daha da çetrefilli hâle geliyor bu durum. Kaleme aldıklarının ve ölümünün üzerinden epey zaman geçmesine rağmen Beckett’in anlatma uğraşı ve onu anlama çabamız sürüyor.