Share This Article
İstanbul’un Asya yakasının ilk belirgin yerleşimi olan Kadıköy’ün, Kalkedon adıyla, M.Ö. 7. yüzyılda kurulduğu kabul ediliyor. Fenerbahçe, başlangıçta Kadıköy’ün mezarlığıydı. Buraya Hera adını taşıyan bir tapınak yapıldığı da biliniyor. Mitolojiye göre Hera, Zeus’un hem kardeşi hem karısıydı. Tapınak, Sasanî işgalinde yıktırıldı. Bizans çağında, putperestlik adının bir uzantısı olarak yarımada, Hiera veya Heraia adını aldı.
Fakat bu toprak parçasının ilk görkemini kazanması, Doğu Roma İmparatoru Justinianus‘un Theodora ile evlendikten sonra, onun için buraya yaptırdığı saray ile başlar. Öyle ki Tarihçi Prokopius, burası için “Dünyanın hiçbir yerinde, bir saray için seçilebilecek güzellikte bir başka kara parçası yoktur,” der.
İmparator, yarımadanın lodos tutmayan yanı olan Kalamış Koyu tarafında bir mendirek de yaptırmıştı. 4 metre eninde, 4 metre boyunda, büyük kalın taşlardan yapılan ve denizden 1 metre yükselen mendirek, Galatasaray tesisleri yapılırken betonlar altında kalmıştır.
Asya boylarındaki savaşlardan dönen kayzerler, başkente girmeden önce bu sarayda bir süre kalmayı âdet edinmişlerdir. Bizans devrinde, kıyıda bir işaret kulesinin de bulunduğu biliniyor. Kulenin önünde ve deniz içinde, dikdörtgen yontma taşlardan yapılmış bir kayalık vardır. Buraya da Hera Kayalığı veya Juno Kayalığı adı verilmiştir. Bu kayaların etrafında Grekçe yazılar bulunan bir taş vardır. Bununla birlikte, kaide üzerindeki sütunlarda bir Hera Heykeli bulunduğu rivayet ediliyor. Önce heykel ve sütunlar yok olmuş, 19. yy’da ise taş kaide çalınmış.
Osmanlı Fenerbahçesi
İstanbul’un fethinden sonra Fenerbahçe yarımadası, mirî yani devlete ait arazi statüsüne girdi. Çevre, antik çağlardaki bütün güzelliğini sürdürüyordu. Üzüm bağlarından başka, her çeşit meyve ağacı, bölgenin zenginliğiydi. Fener kulesi, Kanunî zamanında Mimar Sinan’a tekrar yaptırılmıştı. Yarımadanın bu kule nedeniyle Fenerbahçe adını alması da 16. yy.’dan sonradır.
Osmanlı döneminde buraya ilk ne zaman ve ne tür binalar yapıldığına dair kesin belge yok. Fatih’in bir köşk yaptırmış olabileceği, 18. yy. başına ait bir İsveç deseninde gözüken, Edirne ve Topkapı saraylarının Arz Odaları tipinde bir yapıdan anlaşılıyor. Buradaki belirgin bir Osmanlı yapısının, Kanunî eseri olduğu bu sayede daha da açıklık kazanıyor.
Ünlü gezgin yazarlardan Fransız Rahibi Grelot, 1600’lerin sonuna ait bir eserinde, çok güzel bir bakış açısı bulduğu noktadan şehre, Adalar’a ve denize bakıyor. Bu noktaya Kanunî’nin bir köşk yaptırdığını kaydederek, onun mimarîsi ve çevresi hakkında da bilgileri yansıtıyor.
Bunlara göre, köşk, çevresi sütunlu balkonlu ve revaklı, kare formunda bir pavyondur ve bahçesi de, geleneksel Osmanlı bahçe mimarisinden farklı olarak, iki yanı düzenli ağaçlık yollarla ve çiçek tarlaları ile süslüdür.
Salonun ortası fıskiyeli bir havuza ve çevreyi kaplayan sedirlere sahipti. Grelot’un yaptığı desende, figürler halinde birkaç bina, müştemilat ve koğuşlar fark ediliyor. Sarayı, yakın zamana kadar son bir parçası kalabilmiş, kalın bir duvar çevrelemekteydi. 1960’ta kotra limanı yapılırken, bu son izler rıhtım altında kalmıştır.
Dillere destan iki köş
1700’lerin başına ait önemli bir belge olan İsveçli mühendis subayı Cornelius Loos’un Stockholm Millî Müzesindeki desenleri, daha gelişmiş ve resim tekniğine uygun belgeler halindedir.
Bunlara göre, 18. yy. başında, burada biri şehir yönüne doğru, diğeri ise yarımadanın ortasında, iki köşk, iki havuz, birkaç kubbeli bir hamam ve bir mescit vardır. Çevresinde ise bekçiler, muhafızlar ve bahçıvanların kışla odaları… Bir de tabii çevre duvarı.
Cephesi Marmara’ya bakan ortadaki binanın adı Şadırvan Köşkü, İstanbul yönüne bakan deniz kıyısı pavyonun adı Derya Köşkü idi. Şadırvan Köşkü’nün, daha geniş ve kapsamlı, açık ve kapalı iki kısımdan oluştuğu ve buna ortası havuzlu ve çeşmeli açık bir revakla girildiği anlaşılıyor.
Bir Osmanlı müellifi olan Hüseyin Ayvansarâyî’nin 18. yüzyıl sonlarına kadar İstanbul’da mevcut cami, tekke ve zâviyeler hakkında bilgi veren eseri Hadîkatü’l-cevâmi’de burasını, “Mahall-i mezkûr bir halvet mahalli olmayla muhtasarca bir saraydır” diye özetliyor. Yani oturulan bir konut değil, bir buluşma ve görüşme yeri olarak, kısıtlı çapta bir bina olduğunu anlatıyor.
Seyyid Firarî Hasan Paşa’nın Fenerbahçe’deki hazin sonu
Lâle Devri’nde de Fenerbahçe ihmal edilmemiş! Nedim‘in bir şiirinden, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın bir havuz yaptırdığı öğreniliyor.
17. ve 18. yy. tarihlerinde ve kroniklerinde, Fenerbahçe cennetinin adı sık sık geçiyor. Anadolu’daki vezirlerin başkente çağrılıp, terfi edileceklerse, burada şereflerine ziyafetler çekildiğine dair (Halep Valisi iken sadrazam yapılan Baltacı Mehmet Paşa gibi) veya Osmanlı usulü devlet yönetimi sistemi içinde bir paşanın vücudunun kaldırılması sırası geldiğinde, yeri buraya yakınsa veya işin biraz gözden uzak bir mahalde icrası gerekiyorsa, “infaz edildiği”ne dair, epeyce bilgiler, yazılı tarihlere geçmiş bulunuyor.
Hasanpaşa Kadıköy; 1925. Solda Hasanpaşa Çarşı Camii, karşısı Acıbadem.
Bu sonuncu kategoriye örnek olarak da III. Ahmet zamanında Sadrazam Çorlulu Ali Paşa‘nın husumetini çeken kubbe veziri Seyyid Firarî Hasan Paşa‘nın 1707’de Bostancıbaşı tarafından kayıkla buraya getirilmesini, fenerci odasının kapı dibinde boğdurulup ve kafası kestirilip gövdesinin Fenerbahçe kayıklarından, başının da Sarayburnu’ndan denize atılması olayını anabiliriz.
Tarihler bunu yazıyor. Ama bir zevk ve sefa adamı olan III. Ahmed‘in bundan sonra bu cennet bahçelerine nasıl gelip de lâl kadehini zümrüt çemenzâra kaldırarak rahatça keyfine devam edebilmesini kaydetmiyor.
Selahî Efendi Ruznâmesi, Lâle Devri’nden sonraki padişah olan I. Mustafa’nın, 1735 yılı Haziranı’nda fırtınalı bir günde buraya geldiğini, büyük havuzun yanına kurulan bir çadırda yiyip içerek eğlencelerle vakit geçirdiğini kaydediyor. Bu bilgilerden, buradaki sarayların Patrona Halil İsyanında belki tahrip edilmiş olacağı sonucu çıkabilir.
Levantenlerin ve azınlıkların mirası
19. yüzyıla gelindiğinde, güzel yarımadanın padişahlar tarafından artık terk edilmiş bir diyar olduğunu görüyoruz. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa ayaklanıp, ordusunu Kütahya’ya kadar yolladığında, burası ve çevre sahaları ordunun hazırlık ve talim yeri olarak kullanılıyordu.
Bir Kadıköylü olan Reşat Ekrem Koçu, Fenerbahçe’nin bir halk mesiresi haline gelmesinin ve İstanbul nüfusu tarafından tadının çıkarılmasının, yine Abdülhamid dönemine nasip olduğu bilgisini veriyor. Reşat Ekrem Koçu’nun çocukluğu da o döneme yetişmiştir.
Kadıköy’ün tarihinde en çok adı geçen çayır olan Kuşdili Çayırı, sonradan park olarak düzenlenecek yanı başındaki Yoğurtçu Çayırı ve Papaz’ın Bahçesi’yle birlikte Kadıköy sosyal hayatının uzun süre merkezi olan yerdi.
O günleri anlatan Koçu, bölge halkının çimenlere yayıldığını, keyifli pikniklerin düzenlendiğini, akşama doğru da Üsküdar Muhafızı Kürt Ali Şamil Paşa’nın beyaz atı üzerinde bölgeye zaptiyelerle gelerek, “Paydos! Evli evine, köylü köyüne” nidalarıyla bölgeyi boşalttırdığını söylüyor. Tabii, nüfuzlu paşaların aileleri ve çocuklarının biraz daha kalmasına göz yumarak…
Abdülhamid döneminde Fenerbahçe yarımadasının arkaları, ülke ekonomisini ele geçiren üç grubun, (Levantenlerin ve azınlıkların) belli başlı isimleri tarafından oturulur ve tadı çıkarılır hale gelmiştir. Bu aileler bölgede seçkin mimarlar elinden çıkmış çok güzel villalar ve köşkler yaptırmışlardır. Birçoğunun resimlerini sadece Dr. Müfit Ekdal‘ın kitabında bulabilirsiniz. Çünkü villaların hemen hepsini, son 20 ila 30 yıl içinde yok olmuş vaziyette.
Cumhuriyet ile gelen özgürlük rüzgârları
Cumhuriyet dönemine girildiğinde ise buraya da bir barış, sevgi ve onurluluk havası egemen oldu. Mesirenin arka taraflarındaki hinterland, kırlar ve dağlık yerlerden oluşuyordu. Erenköy’e doğru uzanan köşkler dünyasının hepsi, kendi cennet bahçelerine ve üzüm bağlarına sahip olduklarından, oralardan Fenerbahçe’ye gelmek ihtiyacı duyulmuyordu.
Fakat düzenli bir yerleşim olan Moda-Kadıköy ekseninin seçkin, rafine halkı ne de olsa dar bir geometriye sahip olan kışlık semtlerinden bahar gelince çıkar ve Fenerbahçe Mesiresinin tadını çıkarmaya başlarlardı.
Artık beyaz atının üstünde çıkagelen paşalar ve herkesi tavuk gibi kışkışlayan zaptiye neferleri yoktu. Bütün ülke ile beraber, onun en büyük kentinde, borçlarını ödemeye başlamış, bağımsızlığını ele almış, dışta bütün dünya ile barışmış ve içte de çeşitli gruplarla el ele vermiş, herkesin gönlünü almış onurlu bir yönetim egemendi.
Bayram günlerinde radyonun seslendirdiği marşlar, genç, yaşlı, çocuk, herkesin gözünü yaşartıyor, iliklerine kadar titretiyordu: “Başta bütün dünyanın saydığı Başkomutan!” O dünkü başkomutan, günün ise özenli-becerikli, güzel alımlı ve sevecen Cumhurbaşkanı, sık sık Fenerbahçe’ye de gelir yürüyüş yapardı.
1950’ler ile başlayan tahribat
1950’lerden sonra ise hayalleri süsleyen yarımadanın güzelliği ve özellikle doğal bakımlılığı 5-10 yıl dayandı. Yerde kır çiçekleri ile donanmış bir çimen örtüsü, asırlık ağaçlar arasında uzanır giderdi. Sonra her yıl artan nüfus, arkalarda ve uzaklarda yükselen blokların yeni dokusu olan kalabalıklar, yüzyılların bâkir tabiatını bozmaya koyuldu.
Fenerbahçe, yer yer top oynanan tozluklara dönüştü ve yarımadanın iki yanı beton yerleşimlere kurban edilerek halka da kapatılmış oldu. Ama yine de kalan kısımları çok bakımsız fakat soylu olan bir eski güzelliği sergiler haldeydi.
Tarih içinde birkaç tane İstanbul olmuştur. Romalılarınki ile Bizans, birbirinin devamıydı. Osmanlı İstanbulu, bambaşka bir diyar haline geldi. Batılaşma dönemi başkente yer yer değişik bir hava verdi. Özellikle ana caddeler, Avrupa’yı andıran görünümler kazandı.
II. Dünya Savaşı sonrasında başlayan gelişmeler ise her dönemde şehrin bir yanını götürerek, onu tanınmaz hale getiriyor. Tarih içindeki bu birkaç İstanbul olgusu gibi, şehrin içinde de 5-10 ayrı İstanbul yaşamıştır.
Özellikle, biraz tekdüze olan Osmanlı görünümlerine bir yelpaze zenginliği getiren 18. ve 19. yy.’dan sonra. Bu çok çeşitlilik içinde, tarihî İstanbul üçgeninin ahşap konakları, Beşiktaş ve Kumkapı çevresinin kâgir yapılı azınlık evleri, Boğaziçi’nin yalıları, Erenköy ekseninin yazlıkları ve Adaların köşkleri, birbirinden ne kadar ayrı yapılardı ve bunların oluşturduğu semtler, nasıl da kendine özgü, kişilik sahibiydi.
Hepsinin, mimariye renk katan, ayrı birer bitki dünyaları vardı. Baharın sapsarı ipek mimozaları Adaların, erguvanların pembe bulutları ise Boğaziçi’nin renkleriydi. Zeytin ağacı, Akdeniz’in bir simgesi olarak Kadıköy’e kadar yaşar, Üsküdar’ı dolaşıp serin Boğaziçi’ne uzanamazdı. Yine öyledir ya…
‘Fenerbahçe’nin eskilerden arada kalmış güzelliği, beni esir alırdı’
Bizim aile Avrupa yakasındaydı. Adına yazgı mı diyelim, bir geçim ve yaşam çizgisi, bana yarım yüzyıl, Yıldız ile Beyoğlu arasındaki coğrafyayı hazırlamıştı. İlk gençlik yıllarımda buna Boğaz köylerini ben kattım. Arkadaşlarla yazın Göksu’da kayık kürek sefaları!..
Asya yakası tarihi, bizim çevre için, biraz yabancıydı. Büyük ağabeyim Edip Bey’in ömrü Kadıköy’de geçti ama ona yılda ancak bir iki kez gidebilirdim. Annemi ziyaret borcu onda olduğu için! En son oturduğu semt Kızıltoprak’tı. Öğle yemeğinden sonra Kalamış Koyuna ve Fenerbahçe’ye bir yürüyüş yapıp akşam çayına eve dönmek bir alışkanlık halini almıştı.
Bu gezilerde, denize bir yelpaze gibi uzanmış Fenerbahçe’nin eskilerden arada kalmış güzelliği, beni esir alırdı. Ömrümün hep karşı yakada geçmesine ve İstanbul’un sunduğu bu değişik cennet köşelerinden yoksun kalışıma üzülürdüm. Buradan denize doğru baktığımda, dudaklarımdan hep Yahya Kemal’in dizeleri dökülürdü:
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer!
Münir Nurettin sesli diyemem tabii ama onun bir taklidi ve âşıkı olan ağabeyime ne kadar şanslı olduğunu anlatırdım.
Fenerbahçe! Adına bile şiir balı katılmış ve kendisi de bir resme benzeyen diyar!
Geceleri, öndeki tarihî fenerin lacivert gökyüzüne ışıklar serptiği bir bahçe olduğu için bu ismi almış. Gündüzleri ise zümrüt çayırlara konmuş ve her biri kocaman birer buket gibi sağa sola özenle yerleştirilmiş ulu ağaçların dalgalandığı ferah ve aydınlık, alabildiğine bir yeşillik, ve onu üç yandan çevreleyen uysal ve masmavi deniz…
Betonlaşmayı kaldırıp, yeşilliğin bütünlüğünü geri getirmek gerek
Batı’da çok park gördüm. Bu, kıvrılıp dolanıp giden patika yolları, yeşil adaları ve heybetli ağaçları ile Fenerbahçe, Avrupa’da ünlü ve büyük metropollerin içlerinde yarattıkları görkemli yeşil alanlara benzer. Fakat üç yanını sarıp çevreleyen ve karşılarda bir çarşaf gibi yatan, yaz aylarının baygın baygın ve yakamozlu denizi yok mu, insanın karşısında ard arda yerleşen bu perspektif, bu yeşil ve mavi sahnelenmesi ve ön perdedeki anıt ağaç resimleşmeleri hiçbir yerde yok ya da pek az yerde var.
Birçok şeyi bozan ve geçmiş güzellikleri de hiç anlamamış gözüken 20. yy., burada da yarımadanın bir yanını haksız yere kesmiş, betonlayıp kapatmış ve romans aşıklarına ancak bir “bakiye” bırakmış. 1950’lerden sonrası, geri kalan parkı da çok bozmuş ve neredeyse harabeye çevirmişti. Bundan sonra yapılacak işlerden biri, kenarlardaki yapılaşma ve betonlaşmaları kaldırıp, yeşilliğin bütünlüğünü geri getirmek olmalı.
1990 yılının başında, ikisi de insancıl bir mesleğin adamları olan şehir yöneticileri, Sayın Profesör Sözen ve Doktor Cengiz Özyalçın, çevrelerindekilerle beraber, bana dostluk eli uzattıklarında, İstanbul için yapacağımız işlerin en başına Fenerbahçe’yi koyduk.
1970’lerde Moda’nın dönüşümü….
Belediye, ham yolları açtı ve su getirdi. Bizim kuruma ise elektrik ağı ile yer üstünün bütün “süsleri” kaldı. Çamlıca çizgilerimi buraya taşımaktan mutluyum. Bu duygum, deniz tarafına oturttuğum mermer pavyonun beyazlığı, yaz akşamlarında karşılarda batan güneşin ufuklara yaydığı gurup renkleri ile birleşip, on dakikalığına bir tablo haline geldiği zaman, doruk noktasına yükselecek.
Yerin bütün çimen halısını yenilerken, 1000 ağaç diktirirken, ham yolları Gebzetaşı ve çakıllı karolarla döşetirken, mermer masalarıyla, ücretsiz bankları yerleştirir ve çay bahçelerini hazırlarken, ortadaki harabe tarihî kalıntının restorasyonuna başlarken, bir şeyi daha fark ettim: Fenerbahçe’nin insanını…
Biz çalışırken gidip gelip, soru soran ve hiç gerekmediği halde, teşekkürle selamlayan, bu nazik, hepsi de okumuş ve tam bir eski İstanbul inceliğini sürdüren duygulu insanları yazmak zorundayım ki öbür semtlerde pek bulamamıştım.
O zaman, ulu ağaçları ile bu zümrüt çayırlar ve bu mavi deniz, arkalarda oturan bütün bu nüfus ile bütünleşti. Ama beni de kendisine tutsak etti.
Fenerbahçe! Biraz geç oldu ve ömrümün de sonlarına denk geldi. Kurum imkânlarının enflasyonla çok daraldığı bir dönemde donatım gönlümün istediği gibi tam olamadı ama sen yine affet ve beni de artık içerine al, yani kabul et!