Share This Article
Ellen Meikins Wood’un 1986’da yayımladığı kitabı, Retreat From ‘Class, onun Yeni Hakiki Sosyalistler olarak adlandırdığı kişilerin argümanlarına yönelik etkili bir saldırıdır. (1) Daha önce de Marx, sosyalizmin ‘belirli bir sınıfın ve belli bir zamanın ihtiyaçları sorunundan çok, “usa en uygun” bir toplumsal düzen sorunu’ olduğunu öne süren, böyle bir yanılsamanın kurbanı olan kimseleri, ‘Hakiki Sosyalistler’ olarak adlandırmıştı.
Bu kimselere göre, sosyalizm bir sınıfın başka bir sınıfa karşı yürüteceği savaşımla hiçbir yere varamazdı; ‘Hakikat’, ‘İnsan Doğası’, ve ‘Genel Olarak İnsan’ gibi sorunlardan hareket ederek hedefine ulaşabilirdi. Gerçek toplumsal bölünmeler, katmanlaşmalar kavramsal temelli bölünmeler, katmanlaşmalar olarak yorumlandı.
Buna göre, kavramlar dünyayı yapma ve yıkma gücüne sahiptiler. Wood, 1980’lerin bu yeni hakiki sosyalistlerini bir grup umutsuz aydın olarak tanımlar. Onların çoğu geçmişte Althusserci veya Maocu idiler. Herhangi bir partiye ya da hizbe bağlı olmasalar da, bir sınıfsal ve sosyalist strateji görüşünü ortakça paylaşıyorlardı.
Wood eleştirisini bu akımın politik olarak sağında olanlarla, bunları destekleyici argümanlar geliştirenler üzerinde yoğunlaştırdı. Bu arada, Wood bu akımın çok geniş olduğunu (Marxism Today’den New Statesman’e değin uzanan periyodik yayınları kapsayacak kadar) ve ortanın solundaki aydınlar üzerinde olduğu kadar İşçi Partisi ve Britanya Komünist Partisi içinde de etkili olduğunu belirtiyordu.
Sınıftan bağımsız toplumsal hareketler oluşturulabilir
Bu akım daha önceleri de ‘Yeni Revizyonizm’ (2), ‘Yeni Sol’ (3) ve daha geniş biçimde, Avro-komünizm (4) olarak adlandırılmıştı. Wood’un hedefi ise bundan daha dardır; açıkça Avro-komünist bir perspektife yerleşmiş olsalar da, Marksist geleneğin, kapitalizmin doğası ve sosyalist proje hakkındaki temel faraziyelerini terk etmemiş olanları bir yana bıraktı.
Öte yandan, Hobsbawm ve Stuart Hall’ün pozisyonlarının ise pek belirgin olmadığı görüşündedir Wood. Ona göre, bu ikisinin hatası stratejik görüşlerinde yatar, yoksa onların politik analizleri hâlâ bir sınıf politikası çerçevesindedir. Aynısı Poulantzas için de doğrudur. Sonraki daha radikal revizyonlar için ortam hazırlamış olsa da, Poulantzas Marksizmden hiçbir zaman kopmamıştır.
Wood’un başlıca amacı, Marksizmi terk etme pahasına yeni “özne” (agency), “demokrasi” ve “sosyalizm” kavramlarını geliştirenlerle hesaplaşmaktır. Bu yeni revizyonist akımı birleştiren, ideoloji ve politikanın özerk olduğu yolundaki varsayım ve sınır ilişkileri sistemi gibi bir toplumsal temele dayanılmamasıdır. Sınıflar sosyalist projenin dışında bırakılırlar.
İşçi sınıfının kapitalist toplumda, ona sosyalist bir strateji içinde özel bir rol yükleyen hiçbir özel statüsü yoktur. Ekonomik ilişkiler ile politika arasındaki ilişki tümüyle olumsaldır (contingent). Sınıftan bağımsız toplumsal hareketler oluşturulabilir. Sosyalizm için savaşım, ilkesel olarak içlerinden birinin diğerlerinden daha önemli olmadığı bir demokratik savaşımlar çoğulluğu olarak yeniden tanımlanır. Sosyalizm bir kez daha ‘maddi çıkarlar’ yerine ‘evrensel insan erekleri’ ile tanımlanır. Burada sosyalizmin gündemini belirlemede anahtar rol entelektüellere verilir.
Özne
Wood’un söz konusu fikirlere karşı argümanı basittir: Sınıfın öneminin tanınması doğru düzgün her sosyalist proje için esastır. İşçi sınıfının kapitalist toplumdaki merkezi rolü, onun mevcut toplumun en fazla ezilen ve sömürülen sınıfı olmasından değil, onun sermaye üreten yapısal niteliğinden çıkar.
Onu biricik devrimci potansiyel haline getiren de bu niteliğidir. Marksist bir konumu diğer sosyalist konumlardan ayıran ve yeni revizyonistlerin de terk etmek istedikleri budur. Eğer işçi sınıfını sosyalizme bağlayan onun toplumda en fazla ezilen sınıf olmasıysa, işçi sınıfının geniş kesimlerinin artık fazla ezilmediği görüldüğünde sosyalizm dümensiz bırakılacaktır.
Buna karşı Wood, farklı grupların ezilme derecesinin tarihsel olarak değiştiğini, ama sömürünün kapitalist üretim tarzının yapısal bir karakteristiği olduğunu savlıyor. İşçi sınıfının sömürüsü, artık – emeğin artık– değer biçiminde emekçilerden sökülüp alınması, kapitalist üretim biçiminin kendisi alt edilmeden yok edilemez.
Wood, alternatif bir kapitalizm analiziyle, emek ve sermaye arasındaki sömürü ilişkilerinin artık bir üretim tarzı olarak kapitalizmin yeniden üretiminde merkezi bir yere sahip olmadığını söyleyen yeni revizyonistlerle çatışıyor.
Gerçekte, yeni revizyonistler ekonomi-politiğin sorunlarına da az ilgi gösterirler. Onların analizinde ekonomi ve politika arasında klasik Marksizmin varsaydığı bağ yadsınır. Eğer politika ve ideoloji yeni revizyonistlerin önerdikleri şekilde özerk ise, o zaman kapitalist üretim biçiminin karakterini tartışmaya gerek yoktur, kuramsal bir aygıt olmanın dışında bir gerçekliğe sahip değildir ve gerçek etkileri olamaz.
Wood’a göre, böyle bir değişiklik için alan Poulantzas tarafından hazırlandı. Onun kapitalist devlet ve bu devletin göreli özerkliği sorununu kuramlaştırmaya yönelik çeşitli girişimlerinde emek ve sermaye karşıtlığından değil, iktidar bloku ve halk karşıtlığından yola çıkıldı. Böylece, giderek onun yazılarında sınıfların ve sınıf savaşımlarının yerini parti çekişmeleri içindeki politik örgütler aldı.
Bu argümanlar Laclau, Chantal Mauffe, Paul Hirst ve Barry Hindess tarafından daha ilerilere götürüldü. Bunlar klasik Marksizm’i başlıca iki alanda reddettiler: Birincisi, işçi sınıfının nesnel çıkarları yoktu; ikincisi, ‘kapitalizmin mantığında’ birleşmiş bir işçi sınıfının gelişimini garanti eden hiçbir şey yoktu.
Sınıfın politik bilincini çıkarlara göre tanımlamak olanaklı değildir
Bu savlardan birincisi işçi sınıfının kapitalist üretim tarzı içinde yapısal rolü bakımından kuramlaştırılabilirliğini açıkça yadsır. Laclau ve Mouffe, işçi sınıfının geniş ölçüde klasik Marksizm’in düşsel kurgusu olduğunu, tarihsel olarak varolanın ise sınıf kimliğiyle az ilişkili olan, bölünmüş, parçalanmış bir işçi sınıfı olduğunu ileri sürerler.
İşçilerin sınıf çıkarlarından başka çıkarları vardır; başat (dominant) faktör olarak ortaya çıkmama eğilimi söz konusudur. Bu demektir ki, çok kısa tarihsel dönemler dışında işçi sınıfını kendi sınıf çıkarlarının izleyicisi olarak tanımlamak veya onun politik bilincini bu çıkarlara göre tanımlamak olanaklı değildir. Bu ancak işçilerin azınlığını teşkil eden küçük bir grup için doğru olabilir.
Laclau ve Mouffe işçi sınıfının politikada asli bir güç olmaktan çok daima gizil (latent) bir güç olarak kaldığını, bunun gelecekte onarılabilecek kazai bir durum olmadığını sınıf konumunun asla işçilerin çoğunluğunu harekete geçirebilecek bir faktör olamayacağını ileri sürerler.
Paul Hirst’e göreyse, toplumsal ve politik bir olguya neden olan nesnel, temel bir gerçekliğin varolduğunu öne süren Marksizm dahil bütün kuramlar epistemolojik olarak yanlıştır. Genel nedensellik kuramları terk edilirse, nesnel ve temel bir gerçeklik olarak sınıf gibi varlıklar bir yana bırakılmış olur. Bunun yerine toplumsal analizci çok sayıda özel koşullar ve olguyla çalışır.
Wood haklı olarak, Laclau ve Hirst’ün bütün Marksist akımların kaderci olduklarını, dünyasal-tarihsel bir misyonla yüklü işçi sınıfına inandıklarını savlamakla yanlış yaptıklarını ileri sürer. Bununla birlikte, bu gibi metafizik inançların bazen Marksist gelenek içinde toplumsal ve politik analizlerin yerini aldığını da belirtir. Kadercilik, Marks ve Engels’in bazı yazılarından kökenleniyor.
Marksizm, gelecek hakkındaki bütün apriori garantileri reddetmelidir
Fakat eğer Marksizm’in bütün sunduğu devrimci mesihçiliğin (chiliasm) yeni bir biçimiyse, bu Marksizm’in sahip olduğu entelektüel etkiyi asla açıklayamaz. Tarihin gelecek zamanı hakkında bilimsel olmayan, tarih dışı garantiler aramayan başka Marksist gelenekler de daima mevcut olmuştur. Laclau, Mouffe ve Hirst, Marksistlerin sınıf yapısı, sınıf bölünmelerinin doğası ve hareketlilik (mobilization) kapasiteleri çerçevesindeki tarihsel, sosyolojik, politik araştırmalarını görmemezlikten geliyorlar.
Leninist gelenek bazen söz konusu kapasiteler hakkında yanılsamalar içine düşmesine rağmen, sınıf yapısı üzerine en iyi yazılardan bazısı bu gelenekten gelir. Hirst somutun analizinin yerini alacak genel bir kuramın verimsiz olacağını ileri sürerken haklıdır. Fakat hiçbir kuram tarafından yol gösterilmeyen bir ampirizm için de aynısı geçerlidir.
Wood, Laclau ve Hirst’ü öne sürdükleri alternatifi haklı çıkarmak için gerekli olan sağlam kuramsal çözümlemelere girişmeden Marksizm’in merkezi kuramsal önermelerini terk etmeye kalkıştıkları için eleştirir. Geçmişte Marks’ın çok sayıdaki eleştiricisi ve gözden geçiricisi (reviser) için olduğu gibi, reddedilmiş kuramsal meşruiyet onların çalışmaları için hâlâ bir bağlam (context) ve bir uyarıcıdır (5).
Hâlâ diyecek bir şeyleri olan bir Marksizm, gelecek hakkındaki bütün apriori garantileri reddetmelidir. Fakat bu, kapitalizmin kuramsal bir analizi için gerekli girişimleri yapmamak anlamına gelmez. Eğer böyle olsaydı, bu gerçekten Marksizm’in sonu ve -şimdilerde çokça işittiğimiz gibi- sosyalizmin ölümü olurdu. Marksizmin kendi varsayımları ve kuramları üzerinde açık ve eleştirel bir tavır aldığı zamanlar daima onun en iyi durumda olduğu zamanlar olmuştur. Fakat bu tavır, varsayımlar kurma ve kuramlar inşa etmekten kaçınmak demek değildir.
Wood işçi sınıfının sosyalist projeden ayrılmazlığı üzerindeki klasik Marksist vurgunun mutlak bir yasa olmadığını, bunun işçi sınıfının kapitalizm içerisindeki özel konumundan çıktığını belirtir. Her şeyden önce o, sömürülen sınıftır, kapitalist üretim tarzı altında artı emeği gerçekleştirendir. İkinci olarak, o, sermayeye sahip olmayan üretici bir sınıftır. Üçüncü olarak, kolektif üretici olarak oynadığı rol, ona sömürüyü ortadan kaldıracak yeni bir üretim tarzını kurmak için nesnel bir kapasite verir. (6)
Wood bu nesnel niteliklerin hiçbirisinin politik bir örgüt ve politik bir bilinç için zorunlu sonuçlar ima etmediğini vurgularken dikkatlidir. Bunlar daha çok, onlar aracılığıyla sınıfın kendi içsel bölünmelerinin üstesinden gelebileceği ve sosyalizm için savaşımda kendi potansiyelini gerçekleştirebilecek birleşmiş bir politik güç haline dönüşebileceği örgütsel araçlar ve ideolojik ve politik savaşım biçimleri üzerinde odaklanırlar.
Demokrasi
Wood kapitalizmi, hakiki bir ‘genel çıkarı yansıtan kurumlar ve ilişkilere tekabül eden bir toplumun gerçekleşmesi için koşulları (üretim sürecinin artan toplumsallaşması) ve bir özneyi (işçi sınıfı) yaratan ekonomik, toplumsal bir düzen olarak tanımlayan ortodoks Marksist görüşe bağlanır. Sınıfların varlığına son vermeyen önceki politik düzenlemelere (arrangement) dayanan genel çıkar yanlıştır ve egemen sınıfın kendi çıkarını genel bir çıkar olarak maskelemesine hizmet eder. Sadece işçi sınıfının kurtuluşu bütün sınıfların yok oluşunu sağlayabilir ve sadece işçi sınıfı kendi kurtuluşunun etmeni (agent) olabilir.
Laclau-Mouffe ve Hirst’e göre, maddi çıkarlarla, ideoloji ya da politika arasında basit bir ilişki yok, savaşım konuları ya da alanları otomatik olarak veyahut kendiliğinden sosyalist değildir. Hakiki bir genel çıkarı gerçekleştirmek için verilen savaşımda işçi sınıfına dayanmaya gerek yoktur.
Sınıf savaşımlarının demokrasinin kapsamını genişletmek için verilen savaşımda önemli bir yere sahip olduğu sıkça görülebilir, ama bu onun söz konusu kavgada başat bir yeri olduğu anlamına gelmez.
Son zamanlarda artan sayıda sosyalist (Laclau ve Mouffe’un ve Hirst ve Hindess’in dışında, Wood, Gareth Stedman Jones’un, Gavin Kitching’in, Samuel Bowles ve Herbert Gintis’in adlarını da anar) sosyalizmi, sınıfın kurtuluşundan çok, demokrasinin kapsamının genişletilmesi olarak tanımlamaya başladı. Bu kişilerin hepsi liberal demokrasi ile sosyalist demokrasi arasında güçlü bir bağ görmeye yöneldiler ve sosyalist demokrasiyi liberal demokrasinin genişletilmesi olarak ele aldılar.
Liberal demokrasi içinde verilecek her uğraş, radikal potansiyeli azaltır
Buna göre, sosyalizm birçok biçimde kuramlaştırılmış liberal demokrasinin yadsınmasından çok, onun yerini alacak olandır. Örneğin, Bowles ve Gintis mülkiyet haklarını vurgulayan bir demokrasi ile kişi haklarını vurgulayan bir demokrasi arasında ayrım yaparlar.
Laclau ise evrensel bir temel üzerinde özgürlük ve eşitliği elde etmek için toplumsal ilişkileri dönüştürmenin söylemsel koşullarını yaratmış olan modern çağdaki demokratik devrimin önemini vurgular. Sosyalizm ile birleşen özgül istemler bu söylemde içerilir. Belirli bir sınıfın veya yeni bir üretim tarzının ortaya çıkışı, yeni politik ve ideolojik yapıların yaratılmasından çok daha az önemlidir.
Wood, bu nosyonlara şiddetle saldırdı. Ona göre, öncellikle demokratik devrim gibi bir şey yoktur. Sonra, sosyalist demokrasi kavramlaştırmasıyla (onu halk iktidarı olarak tanımlar), onun karşıtı demek olan liberal kavramlaştırmalar arasında bir uçurum vardır. Liberal demokrasi içinde kalınarak verilecek her uğraş, halk egemenliğinin radikal potansiyelinin ortadan kaldırılıp, katılımı azaltacak ve devletin karar alma mekanizmasını halkın denetiminden çıkaracak bir kurumsal yapının yaratılmasına yol açar.
Yeni revizyonistler sosyalist amaçları elde etmede mevcut devleti kullanmak söz konusu olduğunda iyimserlerken, işçi sınıfının gizilgücü söz konusu olduğunda kötümserdirler. Onlar umutlarını parlamento dışı sınıf savaşımlarına değil, fakat geniş bir bağlaşıklık temelinde bir seçimle çoğunluğu kazanmaya ve böylece devletin yaşama makinesini kullanarak toplumsal ve bireysel hakları genişletmeye bağladılar.
Strateji
Farklı demokrasi anlayışlarının temelinde strateji konusundaki anlaşmazlıklar yatar. Laclau’nun konumu, son zamanlarda, sosyalist geleneğin son yüzyılda sosyalizm hedefine ulaşmak için dört perspektif ürettiği yolundaki bir tartışmayı başlattığı Marxism Today‘de açıklığa kavuştu (7). Bu perspektiflerden – çoğu Marksist ve hatta Marksist olmayanlar tarafından yirminci yüzyılın ilk yarısında kabul görmüş olan– birincisi, sosyalizmi, üretici güçlerin –kapitalizmin artık daha öte bir gelişme için çerçeve sağlayamayacağı bir noktaya kadar – gelişmesinin bir ürünü olarak görür.
Bu noktada ekonomi büyük ölçüde toplumsallaşır, böylece kapitalizm gelişme yeteneğini yitirmiş bir üretim biçimi haline gelir, toplumun ve politikanın sosyalist örgütlenmesi zorunlu ve gerçekten kaçınılmaz olur. İkinci perspektif sosyalizmin utkusu konusunda daha az kesinlik taşır. Bu perspektif 1920’ler ve 1930’lardaki demokrasi ve faşizm arasındaki savaşımdan doğmuştur. Demokrasi güçlerinin örgütlü halk cepheleri aracılığıyla barbar kapitalist devletleri geriletmeye çalışan bir savaşım…
İşçi sınıfı faşizmin saldırısı karşısında demokrasiyi korumak ve onu sosyalizme götürecek denli geliştirmek için başka partilerden ve toplumsal kesimlerden bağlaşıklar aramaya yönelecekti. Üçüncü perspektif, başlıca savaşım biçimi olarak emperyalist ve ezilen uluslar arasındaki savaşımı gösterdi. Sosyalizme ulusal anti-emperyalist devrimler ve özgürlük savaşlarının utkularıyla ulaşılabilirdi.
En zayıf halkalarda emperyalist zincirin kırılmasıyla kapitalist dünya sisteminin bütünlüğü sarsılacak ve böylece kapitalist metropollerde bir kez daha devrim olanağı doğacaktı. Sonuncu perspektif ise sosyal-demokrat bir perspektiftir. Özellikle Batı Avrupa için geçerli olan bu perspektife göre, sosyalizme doğru ilerleme kamu teşebbüslerinin sürekli yaygınlaştırılması (enlargement), refahın kolektif paylaşımı ve ekonominin düzenlenmesiyle (regulation) sağlanabilirdi.
Laclau’nun inancına göre, solun çağdaş krizinin nedeni bütün bu perspektiflerin temelinin, onlara olan inancı sarsacak kadar aşınmış olmasıdır. Sonuç, akut bir sayrılık ve yönsüzlüktür. Bu dört perspektifin hepsinde birden ortak olan yan işçi sınıfına olan inançtır. Laclau yeni bir sosyalist proje oluşturmak için işçi sınıfının merkezciliğine olan inancın terk edilmesi gerektiğini ileri sürüyor. Laclau, şimdi hangi işçi sınıfının nereye merkez olduğunu soruyor. İşçi sınıfının ekonomik parçalanışı ve sayısal düşüşü nedeniyle, sosyolojik bir tanımlama olarak, söz konusu nosyon kabul edilebilir gibi değildir.
İşçi sınıfı tarihsel bir etmen olarak sınırlandırılırsa, bu sınırlama nasıl aşılır?
Politik bir nosyon olarak, ‘belirgin olmaktan uzaktır’ (‘far fro evident’), çünkü birincil anlamda işçi sınıfı savaşımı olmayan diğer savaşım biçimleri artan ölçüde önem kazanmıştır. Bu demektir ki, işçi sınıfı kendi amaçları ve olanakları içinde sınırlı bir toplumsal etmendir (agent) ve Marksist geleneğin bu evrensel sınıfı, global kurtuluşun zorunlu etmeni değildir. (8)
Eğer işçi sınıfı tarihsel bir etmen olarak, sosyalizmi gerçekleştirme hedefi ile sınırlandırılırsa, bu sınırlama nasıl aşılır? Laclau sorunun şimdiye değin üç yaklaşım içinde ele alındığını söyler ve sırayla hepsini reddeder. Eric Hobsbawm gibi Marksistlerin stratejik düşüncesinin yüreğinde yer alan halk cephesi fikri, stratejiyi hâlâ işçi sınıfı ve başka gruplar arasındaki bağlaşıklar temelinde düşünür.
İkinci bir yaklaşım özellikle 1960’ların Yeni Sol akımları arasında yaygındı ve olanaklı tek devrimci sınıf olarak işçi sınıfını hükümsüz kılarak, onun yerine, onunla aynı rolü üstlenecek olan öğrenciler ya da üçüncü dünyanın kurtuluş hareketleri gibi etmenler konuldu. Üçüncü alternatif ise tek bir imtiyazlı sınıf nosyonunu terk ederek, tek ve dar hedefli (single-issue) radikal hareketlerin parçalılığını (fragmentation) ve özerkliğini kabul eder.
Bu son pozisyonun Laclau’nun konumuna çok yakın olduğu düşünülebilir, fakat o, bu yaklaşımı, anti-ırkçı, feminist ve yeşil hareketleri gibi önemli gördüğü çeşitli savaşımların bağlantısının sağlanması gerektiğini vurgulayarak reddeder. Bu bağlantıyı sağlayacak araç, en radikal bir demokrasi için savaşımı üstün bir amaç haline getirecek ve böylece tek tek farklı grupların özel savaşımlarını aşabilecek politik bir harekettir.
Laclau demokrasi için savaşımın son iki yüz yılında üç tarihin önemini vurgular: halkın bağrında eşitlik ilkesinin ortaya çıktığı 1789 yılı; bu ilkenin sosyalist istemleri kucaklayacak kadar genişlediği 1848 yılı ve demokratik savaşımların çağdaş alanını (terrain) oluşturacak olan yeni istemlerin ve hareketlerin yükseltilmesiyle karakterize edilen 1968 yılı. 1917 yılına göz göre göre bu yıllar arasında yer verilmiyor.
Sosyalizm geniş radikal demokrasi savaşımında bir moment olarak içerilir. Bununla birlikte, Laclau’nun yeni perspektifinde gelecekteki sosyalist bir toplumun neye benzeyeceği konusunda bir açıklık yoktur. Ona göre, demokratik eşitçiliğin genişlemesiyle sonraki hedef peşin olarak konmuş olamaz.
Sınıf yaklaşımının terk edilmesiyle sosyalizm liberalizm içinde eriyor
Savaşım içerisinde bizi bu hedefe kesin olarak ulaştıracak ‘garantili politikalar’ yoktur. Geçmişte komünist ve sosyal demokrat gelenekler tarafından ileri sürülen sosyalizmin devletçi perspektiflerinin yerine Laclau, içinde devletin sınırlı ve belirli işlevlere indirgendiği kendi kendini düzenleyen bir toplum ideali sunuyor.
Bu belki de Wood ile küçük bir temas (contact) noktasıdır. Wood liberal demokrasinin asıl değerinin onun demokratik görünümlerinden çok, liberal görünümlerinden geldiğini ve onun katılımı desteklemekten çok, halk iktidarı üzerine sınırlar koyduğunu görür. Laclau’ya itirazı da bu noktadadır; ona göre, Laclau bütünüyle liberalizm içerisindeki bir konuma geriledi.
Böylece sosyalist proje giderek, miadını doldurmuş bir liberal projenin uyruğu haline getirildi. Wood’un konumu büyük bir mantıksal güce sahiptir. Geleneksel olarak, sosyalizmle birlikte düşünülen şeylerin çoğunu terk eden bir projeyi neden sosyalist olarak adlandırmaya devam edelim. Laclau ve diğerleri radikal liberalizm adına çok güçlü ve ikna edici savlarla ortaya çıkıyorlar. Buna karşı, Wood sosyalizmin başka bir şey olduğunda ısrar ederken çok haklıdır.
Wood, Laclau’ya karşı, sınıf politikasının sosyalist bir proje için vazgeçilmez olduğunu ileri sürüyor. Sınıf yaklaşımının terk edilmesiyle sosyalizm liberalizm içinde eriyor. Wood, 1984-1985’te Britanya’daki madenciler grevinin, temel sınıf savaşımlarının toplumsal düzeni sarsan ve alternatifler koyan bir kapasiteye sahip olduğunun açık bir göstergesi olduğunu belirtiyor.
Wood, sınıf savaşımının yeğinleştiği, yönetici sınıfın kendi amaçlarını büyük bir açıklıkla tanımladığı dönemlerde, çok sayıda sosyalist entelektüelin bir sınıf perspektifini terk etme yönelimi içinde olmasının ve Thatcherizme karşı verilecek savaşımın ilkin politik ve ideolojik olması gerektiğini savunmasının beklenilmesi gereken bir şey olduğunu söylüyor.
Sınıfsal Politika ve Labourizm
Sınıf politikasının savunusu iki anahtar iddia çerçevesinde yapılır: (a) sınıfsal bir üretim tarzı olarak, Marks’ın kapitalizm analizinin merkezi öğelerinin ve tarihin materyalist kavramlaştırılmasının hâlâ geçerliliğini koruduğu savı ile (b) sosyalizmin sadece işçi sınıfı öznesi aracılığıyla gerçekleştirilebileceği, çünkü eşdeğer çıkara ve bir kaldıraç potansiyeline sahip başka bir toplumsal grubun bulunmadığı savı çerçevesinde…
Birinci sav hâlâ sosyalistler arasında geniş bir destek bulmaya devam eder ve Wood haklı olarak, kapitalizmin önerilmiş başka bir doyurucu karakterizasyonun bulunmadığını belirtir. Marks’ın özgün kuramsal kavramlaştırması araştırmayı engellemekten çok, modern kapitalizmin doğasının yeni özelliklerinin de araştırılmasını teşvik eder. (9)
İkinci sav son zamanlardaki tartışmanın yüreğinde yer alır. Marksist geleneğin kaderciliği ve belirleyiciliği reddeden parçalarında, işleyen (functioning) bir üretim tarzı olarak kapitalizmi analiz etme ve onun işçi sınıfında alaşağı edilmesinin zorunluluğunu kurma arasında daima bir ayrıklık (disjunction) mevcut olmuştur.
Wood kapitalizmin gelişmesiyle kendiliğinden sosyalizme asla varamayacağı ve işçi sınıfının radikalleşmesinin kaçınılmaz olduğu konusunda hemfikirdir. Sorun devrim için potansiyelin uygun (adequate) örgüt ve önderlik biçimleriyle gerçekleştirilebilir olup olmadığıdır.
Bu, Wood’un kendi kitabında hiç karşılaşmadığı başlıca sorunları ortaya çıkartır. Sınıf politikasını izlemede şimdiye değin ileri kapitalist ülkeler için varsayılmış (assumed) başat bir biçimden, labourizm politikasından kaçınılabilir mi? Labourizm, kapitalist toplumda, toplumun doğası ile mücadele etmeksizin, işçilerin yaşam standartlarını savunmak için işçi sınıfının bağımsız örgütlerinin kullanılması demektir.
İşçilerin çoğu kapitalizmin yıkılması için asla devrimci bir partiyle uzlaşmayacaklardır
Bu konum, belki de Wood’un kitabının gelecek baskısında kendisine bir bölüm ayrılacak olan David Selbourne tarafından büyük bir iştahla savunulur. (10) Selbourne emeğin özel çıkarlarının onu sermayeye ayrılmaz bir biçimde bağladığını ve devrimci bilincin gelişmesi şeklindeki sosyalist umutları acı bir düş haline getirdiğini ileri sürer.
Ona göre, labourizm uzlaşmayı ve bütünleşmeyi yükseltir. Sadece örgütlü bir emek hareketi sermayeyi yıkmayı umabilirdi; ama bir kez örgütlendimi de, emek hareketleri kapitalizmle işbirliği yapmanın, onu alaşağı etmekten daha avantajlı olduğunu görürler. Örgütlü emeğin özel çıkarı kapitalizmin yıkımında değil, onun mevcudiyetini sürdürmesindedir.
Bu gerçek, sosyalizme ulaşmak için bağımsız işçi sınıfı örgütlerini kullanma fikri üzerinde temellenen politikalarda gedik açar. Selbourne’a göre, sol, Thatcherizmin başarısının, ideolojik bir el çabukluğuyla işçi sınıfının gerçek çıkarlarının karmaşıklaştırılmasına dayanmadığını anlayamamaktadır. Aslında bu başarı, işçilere, artık kendi sendikaları aracılığıyla sağlanamayacak olan, en çok istedikleri şeylerin veriliyor olmasına, onların nesnel çıkarlarının etkin bir biçimde tatmin ediliyor olmasına dayanıyor.
Onun içindir ki çoğu işçi 1979 ve 1983’te Thatcherizmi destekledi. Selbourne’un konumu aşırı terimler içerisinde ifade edilse de, bu konum labourizmin ve sosyal demokrat politikaların eleştirisi dolayısıyla, henüz sınıf politikası üzerinde sol bir perspektifi yansıtır. Selbourne’un labourizm eleştirisi, labourizmin sol eleştirilerinden farklıdır. Çünkü, Selbourne sınıf politikasının hiçbir zaman labourizmi aşamayacağını savlar. İşçilerin çoğu kapitalizmin yıkılması için asla devrimci bir partiyle uzlaşmayacaklardır.
Labourizmin çoğu sol eleştirisi sosyal-demokratik partilerin pratikte nasıl daima sermaye ile çatışmayıp, işbirliği yaptığını göstermeye çalıştı. Onların perspektifi hegemonik olmaktan çok, daima ekonomik işbirliğiyle sınırlıydı ve bu perspektiften, seçimlerin de radikal değişimi erteleme fırsatı olarak görüldüğü belirtildi. (11) Bu analizlerin çoğu aşırı ayrıntılı olup, sosyal-demokrat partilerin yanlışlarının ikna edici bir eleştirisini içerir.
Ama öte yandan, sosyalist partilerin alternatif bir stratejisinin olduğu da belirtilerek karamsarlıktan hep kaçıldı. Onlar gerçek bir sosyalist programı benimseyebilir, bu programın seçimlerde başarı kazanması için kampanyalar düzenleyebilir ve iktidara geldiklerinde onu gerçekleştirebilirlerdi. Söz konusu alternatif parlamento rejiminin sınırları içinde radikal bir sınıf politikası geliştirebilme olanağına dayanır.
Parlamento rejiminin kuralları içinde sınıf politikaları sosyalizme götürmez
Adam Przeworski’nin sosyal-demokrasi analizinde sıkı bir biçimde analizi yapılan bu olanaktır. (12) Przeworski’ye göre, sosyal-demokratik partiler hiçbir zaman yavaş bir reform süreciyle sosyalizmi kuramayacaklardır, sosyal-demokratik programlar ve örgütler olmaksızın kitlesi desteğini kazanma şansları da azdır. Sosyal-demokrasi hâlâ Rosa Luxemburg’un belirtmiş olduğu gibi, ya hareketin kitlesel karakterinden vazgeçecek ya da nihai amaçlardan vazgeçecektir.
Przeworski sosyalizmi klasik Marksist terimlerle, içinde emek zamanının en aza indirildiği, sınıfların ortadan kaldırıldığı, insanların olanaklı olan bütün sınırlamalardan (constraints) kurtulduğu bir toplum olarak tanımlar. Fakat bunun mevcut politikalar içinde pratik bir alternatif olmadığını, bir ütopya olarak kaldığını söyler.
Bu bakımdan sosyal-demokratik politikalar asla sosyalist değildir. Onlar, kapitalizmi tam istihdam, eşitlik ve verimlilik gibi politikalarla iyileştirmek isterler. Przeworski’ye göre, bu, onlar için en iyi politika değil, mümkün olanların en iyisidir. Kapitalist toplumsal ilişkilerin sınırlılığı ve parlamento rejiminin kuralları içinde sınıf politikaları sosyalizme götürmez; kapitalist düzen içinde işçi sınıfının maddi koşullarının iyileştirilmesini sağlar.
Metaların alıcıları olarak işçilerin ticari bir toplumdaki konumları en iyi şekilde bireysel araçlarla mı, yoksa toplumsal araçlarla mı tatmin edilebilir yolundaki pratik bir sorunun seçim politikaları açısından anlamı vardır ama sosyalizm için pek anlamı yoktur. Sosyalizm, diyor Przeworski, eğer kâr güdüsünün, ücretli köleliğin ve sınıfların ortadan kalkması demek değilse nedir?
Sosyalizm bütün toplumsal düzenlerin sonu demek olan, yabancılaşmanın yok olduğu bir toplumdur. Sosyalistler için sorun, kapitalizmin, sosyalizme politik bir geçişin olanaklı ve akla uygun hale geleceği, bir özgürlük ihtiyacı yarattığını göstermenin kolay olmamasıdır. Sınıf politikaları savunulurken, geleneksel olarak, dolayımsız maddi iyileştirmelerin, sınıfların ortadan kaldırılması ve kurtuluş için verilen devrimci savaşım içerisinde gerçekleşeceği savlandı.
Fakat şimdiye kadar, ileri kapitalist ülkelerin parlamenter rejimlerinde bunu gerçekleştirmek pek olanaklı olmadı. Kapitalizmi daha verimli ve insani bir hale getirmek için verilen savaşım sosyalizm hedefini yakınlaştırmaz.
Przeworski’nin mantığı bana çelişkili görünüyor. Sosyal-demokrasiyi karakterize eden tam istihdam ve geniş bir eşitlik için verilen savaşım gereklidir, ama aynı zamanda, bu, kapitalizmin sosyalizme dönüştürülmesi olasılığına yer vermeyen sınırlı bir tasarıdır. İşçi sınıfının merkezi rolünü sorgulamak isteyen ve radikal demokratik bir yol izleyerek, toplumsal adaleti solun ilk hedefi yapan soldakilerin argümanları, aslında, sosyalizm hakkında değil, sosyal-demokrasi hakkındadır. Onlar sosyal-demokrasinin bugüne kadar işlerlik göstermiş belirli bir biçimine saldırıyorlar.
Fakat Wood’un öne sürdüğü gibi, sınıf politikalarına hâlâ merkezi bir rol yükleyen yeni revizyonistlerin yaptıkları şekilde, labourizmi reddetmenin basit bir mesele olduğunu savlamak da yanlış olacaktır. Sosyal demokrasi, sosyalistleri bir ikilem içine sokar: eğer sosyal-demokrasi kapitalizmi istediği gibi çekip çevirmeyi başarırsa, işçi hareketi radikalizmini yitirip kapitalizmle uzlaşır; sosyal-demokrasinin başarısızlığı durumundaysa, işçi hareketi seçim politikalarında marjinal bir konuma yerleşir ve bir fikir olarak sosyalizm çaptan düşer. Şimdilerde, ileri kapitalist ülkelerde her iki sonuç da gözlemlenebilir.
Labourist hareketten daha geniş bir muhalefet hareketi oluşturmak için mücadele verilecek
Sosyalistler için bunun anlamı iki alternatiften birini seçmek durumunda olmalarıdır. Ya radikal liberal olunup, kapitalizmi iyileştirmek amacıyla mevcutlar içinden en iyi araçları seçmek için savaşım verilecek, ya da sosyalist olunup, sosyalist projeyi canlı tutmak için kapitalizme karşı, hâlâ etkinliğini sürdüren labourist hareketten daha geniş bir muhalefet hareketi oluşturmak için mücadele verilecek.
Britanya gibi gıcırdayan eski bir rejimde, sözü edilen ikinci alternatife dayanan yeni bir hareketin ortaya çıkmasını kolaylaştırmak için seçim reformunu da içeren belirli temel anayasal reformlara gereksinme olacaktır. Bunun zafer getireceği garanti değildir elbette. Fakat, en azından bununla, Thatcherizmin ve Yeni Sağ’ın diğer güçlerinin en etkili bir biçimde yok etmeye çalıştıkları radikal olarak farklı bir toplumun olanaklılığı konusunu gündemde tutmak mümkün olacaktır.
Thatcherizm tartışmasız kendini kapitalist toplumun yeniden inşasına ve sağlamlaştırılmasına vermiş sınıfsal politikanın bir biçimidir. Onun başarısında ulusal-popüler konular alanı üzerinde yürüttüğü sınıf savaşının rolü vardır. Sosyalist ya da sosyal-demokrat yönelimli başarılı bir sol sınıfsal politika bu alan m üzerinde de kazanmalıdır.
Wood’un yanlışı Britanya’da yönetici sınıfın hegemonyasını restore eden ve bu sınıfın insafsız ve enerjik e biçimde sınıf savaşını sürdürmesine olanak veren Thatcherizm’deki yeni öğeleri kavrayamamaktır. Bununla birlikte, Thatcherizmin, Britanya toplumsal formasyonunun sınıfsal bir analizinden soyutlandığında pek bir anlam ifade etmeyeceğini vurgularken haklıdır.
Wood’un kitabı, Britanya ve başka yerlerdeki sosyalistlerin karşı karşıya kaldıklarında kaçış yolları aradıkları labourizmin meşruiyetini zayıflatma sorunuyla ilgili konular üzerine tam da zamanında eğiliyor. Sorunu yeni revizyonistlerin radikal demokrasisiyle, sosyalistlerin sınıf politikası arasında bir seçim yapma sorunu olarak açıkça koyuyor.
Fakat geleceğe yönelik adımlar atabilmek için her ikisinin öngörülerinin birleştirilmesi gerekli. Sosyalist bir hareketin büyüyebilmesi için öncelikle, Britanya’daki eski rejimin hep direnmiş olduğu bir şeye gereksinimi vardır, o da demokrasinin kapsamının genişletilmesidir. Bu amaca yönelik reformlara gereksinim var. Tabii İşçi Partisi’nin genellikle bu reformlara karşı direnişe tam destek verdiği de unutulmamalıdır.
Belki bu reformlardan sonra Labourizm geriletilebilir ve Ellen Wood ve diğerleri tarafından sözü edilen, kapitalizmi iyileştirmeyi değil, onu ortadan kaldırmayı amaç edinen bir sosyalist hareket için geniş anlamda bir sınıf politikası uygulamak söz konusu olabilecektir.
New Left Review dergisinin 164. sayısından (Temmuz-Ağustos 1987) yayımlanan bu yazı, Hüseyin Kamil Yıldırım tarafından çevrilmiştir.
Dipnotlar:
(1) Ellen Meikins Wood, The Retreat From Class, Verso, London 1986.
(2) Ralph Miliband The New Revisionism in Britain, New Left Review 150, Mart-Nisan 1985. Bu makale- de, ‘Yeni Revizyonistler’ terimi yerine ‘yeni hakiki sosyalistler’ terimi yeğlenecek.
(3) Ben Fine, Laurence Harris, Marjorie Mayo, Angela Weir, Elizabeth Wilson, Class Politics, London.
(4) Arguments Within English Marxism’in 7. bölümünde, Verso, London 1985, Perry Anderson Avrupa Komünizminin ve devrimci sosyalizmin sosyalizme geçiş konusundaki kuramsal ve stratejik yaklaşımlarına şiddetle karşı çıkıyor.
(5) Bunun kavranması, neden hâlâ çok sayıda yeni revizyonistin kendisini ‘Marksist’ olarak tanımladığını açıklayabilir.
(6) Bkz. Francis Mulhern Towards 2000 or News from You know Where, New Left Review 148, Kasım-Aralık 1984, Wood’un bu hususları belirtmek için alıntı yaptığı 22 ve 23. sayfalar.
(7) Ernesto Laclau, Class War and After, Marxism Today, Nisan 1985, 30 ve 33. sayfalar. (8) a.g.m., sayfa 30.
(9) Bunun son zamanlardaki örneği, Alan Carling’in ‘rational choice Marxism’ diye adlandırdığıdır. Bkz. New Left Review 160, Kasım-Aralık 1986.
(10) David Selbourne, Left Behind: Journeys in British Politics, Jonathan Cape, London 1987.
(11) Bu eleştiriye başlıca katkılar R. Miliband’ın Parlamentary Socialism’inde (Londra 1975) mevcuttur; David Coates, The Labour Party and the Struggle for Socialism, Cambridge 1975; Tom Nairn, The Nature of the Labour Party, Perry Anderson, ed., Towards Socialism, London 1965 içinde.
(12) Adam Przeworski, Capitalism and Social Democracy, Cambridge 1985; and Social Democracy as a Historical Phenomenon, New Left Review 122.