Share This Article
Tarih 15 Ocak 2011, Galatasaray Spor Kulübü Seyrantepe’de inşa edilen yeni stadyumunun açılışını yapıyor. Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, tüm bakanlarla beraber stadyum açılışına geliyor ancak taraftarların yoğun protestosu sonucunda stadı erkenden terk etmek zorunda kalıyor… Ardından o dönem Galatasaray kulübü başkanı olan Adnan Polat, stadı terk ederken, spor karşılaşmalarında ilk kez yapılacak bir uygulamaya işaret ediyor:
“Yuhalayanları kameralardan tespit edeceğiz!”
Tarihe geçecek bu çıkış, iktidarın kitlesel merkezleri kontrol altına alacağının ilk işareti olarak değerlendiriliyor. Ardından Türkiye Futbol Federasyonu harekete geçerek, Passolig uygulamasını başlatıp tüm taraftarları kayıt altına alacağını duyuruyor. Kameralarla çevrilen tribünler, olası bir toplumsal tepki karşısında failleri hızla cezalandırmak için hazırlanıyor.
Gözetim toplumunun mikro bir örneği olan futbol statları hızla büyüyen “gözetim toplumu”nun ilk adımı olarak görmek yerinde olacaktır.
Gözetimin ‘yıkıcı’ tehlikeleri
Evet, 17 milyonluk devasa bir metropol olan İstanbul, dünyanın çoğu ülkesinden daha kalabalık. Hayatın hiç durmadığı, canlı ve karmaşık kültürel kimlikleri içinde barındıran İstanbul, günün her saatinde gözleniyor.
Fakat bir olay var ki, o andan sonra yurttaşlar devlet eliyle mahalle mahalle, apartman apartman gözetim altına girdi. 2013 yılında yaşanan ve 2,5 milyondan fazla kişinin katıldığı Gezi Olayları sonrasında, güvenlik rejiminin sıkılaştığı, gözetim, denetleme ve fişleme biçimlerinin yaygın hale geldiği görüldü.
Korku ikliminin yavaş yavaş inşa edildiği o günlerde, atılan her adımın izlendiği bilgisi birey üzerinde farklı duygulara yol açıyordu. Ortaya çıkan güvenlik çemberinin içine hapsedilen milyonlarca insan o günden sonra, Antonio Negri’nin de dediği gibi görünmeyen ve ‘yıkıcı’ tehlikelere karşı topluluklar korku ve kaygıyla yaşamaya alıştırıldı. Örneğin, yalan propaganda malzemesi olarak kullanılan, gezi parkı direnişçilerinin bir başörtülü kadını taciz etme haberi mobese kameralarıyla desteklenmeye çalışılarak, toplumun bir kesimi izlenmenin yarattığı güvenlik ortamıyla tanıştırılmaya çalışıldı.
Dolayısıyla, korku ve kaygıyla yaşamaya zorlanan önemli bir iktidar yanlısı çoğunluk ve güvenlik kaygıları nedeniyle paradoksal olarak gönüllü gözetlenmeyi kabul etti. “Gözetim toplumu” kavramının altında da aslında bu gerçeklik yatmaktadır. Yani, bireyin özgürlüğünü, güvenlik adına terk etmesine veya ertelemesine yol açmak…
Eleştiren özgürleşir, özgürler bireyleşir
Bu çerçevede, Foucault birey ve özne kavramlarını ortaya atar. Ona göre iktidarın yeniden ürettiği bireyler özneleşir ve özgür karar verdiğini düşündüğü halde onun için otorite tarafından oluşturulmuş bir hapishanenin içinde kontrollü kararlar verir.
Eleştirmeye başlayıp çevresindeki duvarları yıktıkça bireyleşir, özgürleşir. İstanbul, Avrupa’da en fazla mobese kamerası bulunan ikinci kent olması sebebiyle eğer yarı açık cezaevi gibi kullanılacaksa kullananı mutsuz etmez.
Bir diğer mesele de davranışsal kontrol. Bugün çoğumuz yolda yürürken, çevrede bulunan kameraların bizi izlediğini içselleştirmiş duruma geldik. Öyle ki, evden çıktığımızdan itibaren evde, yolda, okulda, işyerinde, otobüste, vapurda; yani aklımıza gelebilecek her alanda izlendiğimizi biliyor ve bunu kabul ediyoruz.
Atılan her adımı takip eden kameralar, toplumsal mücadeleler açısından da ciddi bir sorun olarak duruyor. “Eğer protesto gösterisine katılırsam kameralardan anında tespit edilirim, tutuklanırım” düşüncesi de, ciddi bir korku dağı yaratmaya yetiyor.
Kısacası yeni gözetim aygıtları, gelişen teknoloji insanların mahremiyetini yok ettiği gibi, otoriteyi elinde tutan güce de büyük katkı sağladı. Aslında bu açıdan bakıldığında iktidarların hem kazandığı hem de kaybettiği bir durum ortaya çıkıyor.
İktidarlar ve internetin bitmeyen savaşı
Elbette bugün tek kontrol sokakta yaşanmıyor. Siber dünyada hemen her alanda takip edildiğimizi biliyoruz. Fakat buna karşı adımlar atmak özellikle siber dünyada mümkün. Devletlerin internete karşısında başarılı olamayacağını öğrenmesi gerekiyor.
İnternet bandının daraltılması ya da spesifik sitelerin yasaklanması hiçbir zaman çözüm olamadı, olamayacak. Bu sebeple iktidarlarla internetin arasındaki savaş iki tarafın da mutlak kazanamayacağı, hiç bitmeyecek bir savaş.
Tarih çarkımızı biraz daha geri döndürelim; şimdi sırada Ortadoğu’yu derinden sarsan Arap Baharı’nda yaşananları ele almak kaldı.
Tarih 25 Ocak 2011. Arap Baharı Mısır’a sıçrar. 30 yıllık Hüsnü Mübarek yönetimine isyan edilir. Tahrir Meydanı’nda on binlerce muhalif Mısırlı buluşur, iktidarı protesto eder ve reform ister. Bu noktadan sonra şiddetin dozu artar.
Tahrir Meydanı’nda buluşan insanların ağırlıklı olarak Twitter’da organize olduğunu bilen önemli bir aktör vardır: ABD. Dönemin Başkanı Obama, Twitter yönetimine Mısırlı kullanıcıların akışının yavaşlamaması için ellerinden geleni yapmaları talimatını verir.
Twitter, Gezi Olayları’nda da başrolü oynar. Bunun en büyük sebeplerinden biri, insanların gözetimden uzakta, duygularını ifade edebildikleri bir mecra olduğunu düşünmeleridir.
Gözetim sonucu ürüne dönüşen ‘yığınlar’
İrademiz dominant kültüre zarar verme eğilimi daha göstermeden, gözetimin sopası ile kendi rızamızla ya da dış müdahaleyle dizginleniyoruz. Bir kent ne kadar gelişmişse, bırakılan dijital iz de o kadar fazla oluyor.
Günümüz dünyasında iktidarların bir diğer kilit noktası ise kapitalist sistemle arasındaki güçlü bağ. Gelişen teknolojiyle bu sistem artık kişiyi o fark etmeden takip eder, kodlar, tüm yönleriyle çözer ve ona göre doğrudan ya da dolaylı ürün sunar. İstanbul, Türkiye’nin en büyük, en gelişmiş kenti.
Dolayısıyla metalaşmamış, mahremiyeti yok olmamış bir İstanbullu bulmak samanlıkta iğne aramaktan farksız. Bu kentin nüfusunun çoğunluğunun verileri yemek şirketleri tarafından satıldı. Artık sabah uyandığımızda bir Sudanlıdan, “Merhaba çok para kazanmak ister misin?” mesajı almak bir İstanbullu için çok sıradan.
Bu sadece burada değil, dünyanın her yerinde var. Bugün demokrasiler ve iktidarlaşan şirketler arasında bir enformasyon savaşı var. Yakın bir zamanda da biteceğe benzemiyor.