Share This Article
Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de 1980’lerin ve 1990’ların “ne güzeldi o günler” diye anılmasını sağlayan şey, hayli revaçta olan nostalji pazarlaması ve tüketimi. Büyük bir ekonomi hâline geldiği ve alıcısının da olduğu düşünüldüğünde bahsi geçen ticari girişimin başarıya ulaştığı görülüyor. Tabii bu noktada vitrine ne konduğu önemli. Özellikle Türkiye söz konusuysa.
Vitrinin arkasında 24 Ocak Kararları’nın, bunları uygulayacak bir hükümet için ortamı hazırlayan 12 Eylül darbecilerinin ve neoliberalizmin yılmaz savunucusu Turgut Özal’ın yer aldığını unutmamak gerek. 1990’ları tayin eden ve 2000’lerde yaşanacakların kapısını ardına kadar açan bu üçlü sacayağıydı.
Mete Kaan Kaynar, yayıma hazırladığı Türkiye’nin 1980’li Yılları’nda bu üç öğeyi merkeze alarak dönemin ruhunu, nostalji ticaretine hiç sapmayan bir yaklaşımla ele alırken çok yazarlı bir hatırlama kitabına imza atıyor.
‘Korku İmparatorluğu’ yılları
Kaynar ve kitaba metinleriyle katkıda bulunan yazarlar, her şeyden evvel bu dönemin ülkede politik, ekonomik, toplumsal ve kültürel dönüşümünün (belki de buna kırılma demek lazım) başlangıcı olduğunu belirtiyor.
12 Eylül 1980’le beraber yeni bir ülke ve toplum inşa etmek için kolları sıvayan askerler, bürokratlar, teknokratlar ve siyasetçiler hayatın her alanına el atmaktan geri durmadığı gibi hem kendi zihinlerine hem de kulaklarına fısıldananlara uygun bir Türkiye hayaliyle işe koyulmuştu. Kaynar’ın ifadesiyle “Korku İmparatorluğu’nun hüküm süreceği zor yıllar” başlıyordu:
Yasaklar, idamlar, işkenceleri ile meşhur cezaevleri, yakılan kitaplar, yasaklanan eserler, hapse atılan yüz binler, 24 Ocak Kararları ile gittikçe zorlaşan hayat şartlarıyla bir Korku İmparatorluğu olarak örgütlenen darbe, arkasına Aydınlar Ocağı ideolojisini, yanına kuvvet komutanlarını alarak ülkeyi neoliberal yapısal uyum projesinin (24 Ocak) kollarına teslim etti. İkinci Dünya Savaşı sonrası kabuk değiştirmeye başlayan Türkiye, ‘60’ların mülevven yıllarından ve ‘70’lerin sokak’ından geçip ‘80’lerin bozkır’ına geldi. Ama Murathan Mungan’ın dediği gibi ne geçmiş -o geçmişin mülevven yılları- tükendi ne de yarınlar, hayat bizleri de yeniledi. Yolumuz seksenlerin bozkırlarından geçse de ‘80’lerin ikinci yarısından sonra denizlere çıkmaya başladı sokaklarımız.
Kaynar ve yazarlar, 1980’ler Türkiyesi’ne dair hikâyeler anlatırken suçlanan, fişlenen, işkencelerden geçirilen ve tesis edilen sükûna uyması beklenen insanları, dönüştürülen ekonomiyi, hızla değiştirilmeye çalışılan kültürel ortamı, “devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü”ne halel gelmemesi için gözünü çan kulesinden toplumun tamamına dikip “aziz vatandaşlarını” her fırsatta uyarmayı görev bilenleri, darbenin ve ANAP’ın kaldıracı hâline gelen devlet televizyonunu, ayağa kalkmaya çalışan muhalefeti, belini doğrultmaya uğraşan sanatçıları ve yüzünü iktidarın sıcağına dönenleri getiriyor karşımıza.
Kaynar’ın “alacakaranlık” diye tasvir ettiği dönem, “orta direğe çağ atlatma” şiarıyla yola çıkıp onu epey sarsanların militer liberalizme tutunduğu, buna direnenlerin ortaya çıktığı ve bazılarının da arayışta olduğu; havanın dönüp yelin sermayeden, hayali ihracattan, Özal’ın prenslerinden estiği, ideolojik tartışmaların “sakıncalı” sayıldığı, sağlanan “huzur” ve “sükûn” ortamının “birkaç çatlak sese rağmen” sürdürülmek istendiği bir zaman dilimi…
Türk-İslam Sentezi’nin üniversitelerden sosyal hayata, politikadan ekonomiye dek hemen her alanda egemen olduğu 1980’ler, zamanın ruhuna ve darbe gölgesindeki icraatlara Aydınlar Dilekçesi’yle, Özal popülizminin eleştirisiyle, siyasi yasakların kaldırılması için verilen mücadeleyle karşı çıkanların da dönemi aynı zamanda.
12 Eylül darbesinin 13 gün öncesi (30 Ağustos 1980). Bülent Ecevit, Süleyman Demirel ve Kenan Evren Anıtkabir törenlerinde.
1980’ler bir yandan, yeni siyasi aktörlerin eskiler tarafından yakından izlendiği, bölünme ve birleşmelerin sosyal demokratları fırtınalı sulara sürüklediği, sağın ve solun toparlanmak için fırsat kolladığı zamanlardı. Diğer yandan cezaevleri dolup taşarken “işini bilmesi için” vatandaşın teşvik edildiği ve bankerlerin mantar gibi türediği bir dönemdi.
Zişan Ataman Çelik, “Bankerler: Yaptılar ama Nasıl?” yazısında şöyle özetlemiş durumu:
Serbest faiz uygulaması 1982’de yaşanan ikinci banker krizinden sonra terk edilse de 24 Ocak Kararları, ardında büyük bir miras ve pek çok hikâye bırakmıştır. Türkiye’nin yüzünü neoliberalizme dönüşü ve günümüz ekonomi politikalarında dahi izi olan bu dönem, bir de banker krizine sahne olmuş ve ardında, bankerlerin en popüleri olan Kastelli gibi bir isim de bırakmıştı. Kastelli’nin bu kadar popülerleşmesi, onun belki de dönemin zihniyetini üzerine bir giysi gibi giyebilmesiydi. Yaptığı iş bir yana, sanattan spora kadar görülmediği camia ve girmediği cemiyet kalmamıştı. Bütün bunları yapabilme gücü, binlerce kişiyi mağdur ederek sahip olduğu zenginlikten geliyordu ve bu yönüyle ‘paran kadar konuş’ deyiminin vücut bulmuş hâli gibiydi.
‘Sakıncalı’ gazeteciler ve iş takipçisi yazarlar
1982 demişken sonradan pek çok değişiklik yapılan, bugünlerde “yenisi” yazılmak istenen ve 1980’lerin önemli bir öğesi olan 1982 Anayasası’nı da unutmamak lazım. Selçuk Koca, 12 Eylül’ün elkitabına dair kalem oynatmış çalışmada:
12 Eylül rejimi, ‘80-83 arasında ülkede ‘güveni’ ve ‘huzuru’ tesis etmek için siyasî, ekonomik ve toplumsal dönüşümü temel alan yeni bir hegemonya inşa etmek istemiştir. Bu çerçevede ‘82 Anayasası, yeni hegemonyanın yasal çerçevesini çizer. Anayasa, devletin bekasını temel alan ve otoriter bir demokrasi arzulayan ‘millî güvenlik devleti’ni Türkiye siyasî hayatında kalıcılaştırmıştır. Ayrıca askerin siyasetteki vesayetini sürekli hâle getirmiş; OHAL kararlarının alınıp uzatılması gibi ülkenin ‘güvenliği’ ve ilgili meselelerde hükümetler üzerinde söz sahibi olan MGK, askerin siyaseti denetlemesinin önemli bir aracı olmuştur. Bununla birlikte, özellikle ‘80’lerin ikinci yarısından itibaren anayasaya itirazlar gelmeye başlamış, toplumda demokrasi, özgürlük, insan hakları, sosyal adalet talepleri artmıştır.
Türkiye’nin 1980’li Yılları’nda anekdotlar sıralayan, dönemin ruhunun ve sonrasının anlaşılması için çabalayan tüm yazarlar, hatırlanması gereken gerçekleri getiriyor gündeme. Siyasetten sanata, spordan kültüre, ekonomiden basına ve toplumsal yaşama dek her noktaya nüfuz eden 12 Eylül darbesinin ve neoliberalizmin, bir milat olduğu herkesin ortak fikri.
Yasakları yolsuzlukların izlediği bu dönemde, darbenin ilk zamanlarında Millî Güvenlik Konseyi, hazzetmediği gazeteleri “muzır” diye yaftalıyor, sonraki dönemde ise Özal ve ANAP’ı eleştiren gazeteciler ve yazarlar iktidar tarafından “12 Eylül öncesini özlemekle” suçlanıyor. Funda Şenol, yazılı basının 1980’lerdeki hâlipürmelalini anlattığı yazısının bir bölümünde, gazeteciliğin dönüşümüne dair notlar düşüyor:
Seksenler, muhabirlik mesleğinin idarecilik ve yazarlık ayrıcalığına teslim olduğu bir dönemdi. Başbakan Özal, gazetelerin iç işleyişine müdahale ediyor; hatırlı gazetelerin yöneticilerine ve yazarlarına özel beyanat vererek haksız rekabeti körüklüyor; muhabirlerin işlevsiz hâle gelmesinin yolunu açıyordu. İdareciler ve namlı köşe yazarları, iş insanı patronlarının ihalelerini onlar adına takip ediyor, bazen bürokratlardan ve siyasetçilerden onlar adına ricalarda bulunuyordu. Rakip gazeteler birbirinin ipliğini pazara çıkarıyor, bu isimleri ifşa ediyordu. Gazete ve dergilerin tirajlarının artması için mesleğin icra edilmesinden çok lotarya ve promosyona, iktidarla kurulan yakın ilişkilere bel bağlanıyordu. Kâğıt zammının yarattığı ekonomik yük, resmî ilanlardan gelen gelirle tolere edilebildiğinden iktidara yakın durmak hatta bazen hükümetten talimat alıp uygulamak önemliydi.
Bugünler 1980’lerden belliydi
Feminizmin filizlenip kök salmaya başlayışının, LGBTİ+ hareketinin enikonu kendisini gösterişinin, protest müzikten özgün müziğe geçişin, sinemanın geleneksel anlatılardan sıyrılışının ve Erdinç Kaygusuz’un ifadesiyle “Yeşilçam’ın temel kurallarının zayıfladığı, geçmişten kopuş ile geçmişin devamlılığının bir arada gelişmesinin”, arabeskin ülkenin her noktasına yayılışının, sanatın sıkı şekilde denetlenişinin ve ekranların bazı isimlere yasaklanışının, Devekuşu Kabare ve Ortaoyuncular sahnesinden yansıdığı bir zaman dilimi 1980’ler.
Oval Ofis’te Başkan Ronald Reagan, Başbakan Turgut Özal’ı karşılarken (2 Nisan 1985).
1990’larda ve 2000’lerde başımıza gelecekler, 1980’lerden belliydi. Türkiye’nin 1980’li Yılları’nda, bugünden o döneme bakanlar bunu bir kez daha hatırlatıyor bize. 24 Ocak Kararları’yla başlayıp 12 Eylül darbesiyle devam eden, Özal’la ve neoliberalizmle hızını alan, muhalefetin toparlanmasıyla ve işçi eylemleriyle dar ve karanlık sokaklardan çıkıp denizi gören, kültürel manada bocalamalarla bireylerin ve toplumun kendini arayışına sahne olan 1980’lere ilişkin gerçekleri anlatıyor Kaynar ve yazarlar. Duvarların yıkıldığı, Soğuk Savaş’ın bitmeye yüz tuttuğu ve yeni bir dünyanın kapılarının açıldığı 1980’lerin sonunda ise Türkiye’nin bu olup bitenden nasıl etkilendiğini, 1990’lara nasıl hazırlandığını da ortaya koyuyorlar.
Uzun lafın kısası; Türkiye’nin 1980’li Yılları, hızla geçerken derin izler bırakan ve ülkenin yarınını belirleyen bir dönemin dökümü ve yorumu.
Türkiye’nin 1980’li Yılları, Yayıma Hazırlayan: Mete Kaan Kaynar, İletişim Yayınları, 1272 s.