Share This Article
Metinlerinde biraz kendisini, çokça gözlemlerini, hepsinden fazla umutsuzluğu şiirsel bir dille anlatıyordu Selçuk Baran. Bu şiirsel dille ölmüşleri hatırlamaktan vazgeçmezken yalnızlıkta birleşenleri getirmişti karşımıza. Hayal kırıklıklarını, peşinden gidilen fakat sonra hüsran yaratan duyguları da… Bezgin insanların var olma uğraşını da hikâyeleştirmişti çaresizliğin mutlulukla yan yana geldiği hayatları da…
Baran, okuru yüzleştirdiği hayat yorgunu karakterlerin toplumsal değişim ve dönüşümler ile kentteki konumuna da yer vermişti kitaplarında. Sıradan ve kaygılı insana yoğunlaşırken kadın-erkek ilişkilerine ve ilişkisizliğine de bir parantez açmıştı.
İnsanın, insanlar arasındaki yalnızlığına odaklanan Baran, bu bağlamda yabancılaşma, travmalar, kabuk bağlayan ve hep ıslak kalan yaralar ile uyumsuzluklar gibi sorun ve konuları temele alarak sürdürmüştü edebî yolculuğunu. Sıkışmış huzursuz erkeklerin yanı sıra susturulmuş kadınları ete kemiğe büründürmüştü. Yaşamın içinden dışına, dışından içine taşıdığı okuru kalabalıkta yalnızlaşan ve benliği çokluğun ortasında boğulan karakterleri anlamaya ve hatta onlarla bağ kurmaya çağırmıştı.
Yazdığı kitaplarla kurmacadaki ve gözlemcilikteki başarısını ortaya koyan Baran, yazma serüvenini ve kendisini yalnızca günlüklerinde ve mektuplarında anlatmıştı. Yazarın huzursuzluğunu, kaygılarını, yalnızlığını, umutsuz anlarını, heyecanlarını, düş ve düşüncelerini not ettiği; on beş yaşından beri tuttuğu defterler Yavuz Türk tarafından Günlükler 1948-1989 başlığıyla yayımlandı.

‘Hep üzüntülü zamanlarımda yazmışım’
Baran’ın kaleme aldığı her metin özverinin ve emeğin ürünü. Belli ki günlükleri de öyle, ilk satırlarda bunu anlatıyor:
Öteki defter bitti, buna başladım. O defteri yazmak için uyku ve ders saatlerimden fedakârlıklar yaptım. Sırf bu kıymetsiz şeyleri yazabilmek için! Ama başladığım zamanlar duygularımın manasız olabileceğini düşünmüyordum. Bilakis onlar çok kıymetliydi. Şimdi kendimi ötekiler kadar değilse bile epeyce saçma buluyorum. Yalnız şu var ki okuması da yazması da eğlenceli oluyor.
Mücadeleci yorgun ruhları anlatan Baran, hem hissettiklerini hem de gözlemlerini kâğıda döktüğü defterlerinde, yaşamının neşesizliğinden dem vururken yazmadan duramayan ve “ıstırabın kendisini olgunlaştıracağını” düşünüp dillere destan melankolisini ve huzursuzluğunu arıduru biçimde yansıtıyor. Gençlik yıllarından olgunluğa uzanan bir süreç bu. Daimi bitkinliği ve iyi biri olma uğraşı da cabası.
Hiçlikten mustarip olduğunu düşünen Baran; kendisini herhangi bir yere koyamıyor ve özellikle ilkgençlik yıllarındaki satırlarında hem sevilmek istiyor hem de kimseyle anlaşamamanın ağırlığını hissediyor. Kısacası savruluyor. Bunun bir başka örneği 1949’daki şu satırlar:
Demin defterimi okudum. Hep üzüntülü zamanlarımda yazmışım. Biri görse hayatı keder ve karanlık içinde geçen bir insan olduğuma hükmedecek. Halbuki hiç de değil… Hayatımın çoğu neşe içinde geçiyor. Neşelendiğim zaman düşünmeye ihtiyacım olmuyor. Onun için yazmıyorum.
1950’lerden itibaren, Türkiye’deki politik ve toplumsal değişim ve dönüşümler de yer alıyor Baran’ın günlüklerinde. Edebiyatla uğraşırken iktidarın el değiştirdiği günlere tanık olan yazarın bu dönemde endişeleri biraz daha artıyor. Yine aynı zamanlarda kendisinin kim olduğunu sorguluyor Baran; toplumun içinde mi, yoksa dışında mı konumlandığını ve beğenilmek mi istediğini, yoksa münzeviliğe mi yöneleceğini anlamaya ve bulmaya çabalıyor.
Baran’ın bir başka arayışı ise meslek ve aşk ile ilgili. Günlüklerinde bu konulara dair hızlı geçişler var. Bunlar, zaman zaman yoğun heyecan, bazen de yaşamını sekteye uğratan kalp çarpıntısı hâlini alıyor. Etrafında olup bitenleri gözlemlerken ayırdına vardığı insanların eylemlerini anlama gayreti de benzer bir etki yaratıyor benliğinde. Ebeveynleriyle ilişkileri ve hukuk fakültesindeki kimi belirsizlikler de…
Pek çok insanın onu sahip olduğundan daha fazla yetenekli diye nitelemesi, Baran’ın geleceğe dair kaygılarını artırıyor. 1950’lerde yazarın ruhunu sarıp sarmalayan hava bu.
Baran, içini dökme amacıyla olduğu kadar maziyi hatırlamak için günlük tutuyor. Okuduğu romanları ve ruhunda iz bırakan şiirleri de kaydediyor defterlerine. Anladığını düşündüğü fakat aslında hiç anlayamadığı insanların eylemlerini de…
‘Önem vermeden geçiştirdiğimiz ne çok şey var!’
Dünyada bağlanacağı herhangi bir ideal olmadığını düşünen Baran, zamanının çoğunu insanları anlamaya çalışarak geçiriyor. Bol bol düşünüp kalem oynatıyor. Dünyaya, yaşama, kitaplardaki karakterlere, kendisini sarıp sarmalayanlar arasındaki yalnızlığına, Türkiye’de olup bitenlere, politik gelişmelere, edebiyat dünyasındaki çekişmelere, kadınlar ve erkekler arasındaki farklara kafa yoruyor. Ardından bir çıkarım yapıyor; zihninin sınırlarını zorlayışını ve kendisini hapsettiği sınırları kâğıda döküyor:
Ne güçlükle bakabiliyoruz çevremize. Peşimizdeki gerçekleri görebilmemiz için neler neler lazım? Kendi halkımın sefaleti tedirgin ediyordu beni. Dünyayı mutlu sanıyordum. Kendim mutlu olmak için halkı unutmaya çalıştım. Unuttum, ama mutlu olmadım. Sonra mutlu olmaya çalışmanın gereksizliğini kavradım. Yaşamak için mutlu olmak gerekmiyordu. Bunu kabullenince mutluluğumu duydum. Sonra da onu paylaşmak istedim. Benim gibi her şeyi olanlarla değil. Hiçbir şeyi olmayanlarla paylaşmak. O zaman duyduğum erincin mutluluk sayılamayacağını, insanlığın bilmeden bütün çabasını yönelttiği her güzel duygumun herkesle paylaşılmadıkça hiçbir önemi kalmayacağını anladım. Kişisel oldukça bayağılaşan tek duygudur, tek durumdur mutluluk. O zaman çaresizliğimi, hiçliğimi, bayağılığımı duydum. Mutsuzluğun çok ötesinde kalan derin bir acı duydum. Öteki insanların ortak sefaleti için hiçbir şey yapamadığım sürece avutucu kutsal bir yanı bile olmayan bu acıyı taşımaya mahkûm ettim kendimi.
Kendine, ailesine, Türkiye’ye, dünyadaki gelişmelere bakıyor Baran; sonra yine zihnini meşgul eden gelgitlere dönerek mutsuzluğu, kaygıları ve yitip giden umutları düşünüyor. Bütün bunlar onu öykü ve roman yazmaya hazırlıyor. Defterlerinde bu sürece dair epey ipucu ve alıştırma bulunuyor. Bu süreçte hayatî bazı sorular takılıyor yazarın aklına:
Dünyada farkına varmadan, önem vermeden geçiştirdiğimiz ne çok şey var! Neler önem kazanıyor gözümüzde? Yararlı olanlar, sonra görkemimizi artıranlar. Sonra ayıplanma duygusu önem taşıyor. Başka türlü yaşanamaz mı?

‘Bir silah gerek bana’
Yüklerinden kurtulup hafifledikçe ve “kör iyi niyetiyle” yaşadıkça huzursuzluğu artan ve kendisini mutsuzluktan sıyıramayan bir yazarla karşılaşıyoruz günlüklerde. Hayatı dört duvar arasında yaşamak istemeyen ve insanları sevmeyi arzulayan Baran, “sevinmeyi unuttum” diyerek yol alırken “korkak bir kavga sürdürüyorum içten içe, kendimle dövüşür gibiyim” notunu düşüyor. Öte yandan, 1960’ların ve 1970’lerin kavgaları, darbeleri ve politik gerilimlerine baktığında bir sığlık görüyor. Arka planda, bu duruma inat Sait Faik ve André Gide okumaları bulunuyor. Cemal Süreya’yla ve Edip Cansever’le kurduğu dostluk, eleştiriler ve mektuplaşmalar, İlhan Berk ve Oğuz Tansel’le arkadaşlıklar, Tomris ve Turgut Uyar’la tanışması da yine bu dönemki satırlarına yansıyor. Elbette Ayhan Baran da… Sonra, hiç bitmeyen ve zihnini sürekli meşgul eden yazma isteğine dair cümleler geliyor:
Bir silah gerek bana. Yazılarımı bir silah gibi kullanmam gerek. Öyle yazacağım. Yitirmekten korktuğum, sağlamaya çalıştığım hiçbir şeyim kalmadı. Cesurca yazabilirim artık. Hiçbir şey beklemeden, ummadan yazabilirim. Zaten durup dinlenmeden yazmak düşüyor bana. Bir odaya kapanıp günlük her türlü kaygıdan, ayrıntıdan uzak, tüm nefretimi, umutsuzluğumu, kırgınlığımı, lanetimi boşaltmalıyım dört duvar arasına. Sonra da korkmadan yazmalıyım.
Defterlere bir başlayıp bir ara veren; yaşamın getirdiklerinden sıyrılıp sürekli yazan ve sonra zamanın ağırlığı nedeniyle uzun süre defterlerinden ayrı düşen Baran’ın günlüklerinde dikkatimizi çeken şeylerden biri, 1950’lerden 1990’lara dek gerek politik gerek toplumsal değişimlere verdiği tepkiler. Bu gelişmelere, yaşamıyla paralel biçimde yer veriyor yazar. İçini sıkanları, kabaran öfkesini ve bunalımlarını kâğıda döküyor.
Satır aralarına öykülerin, romanların ve oyunların hazırlıkları giriyor. Yalnız, umutsuz, düş kırıklığına uğramış ve örselenmiş karakterlerin oluşumu da… Onların Baran’a benzerliğini ve yakınlığını da fark ediyoruz bu satırlarda. Diğer taraftan yazarın okuduğu kitaplar, giriştiği tartışmalar ve dostlarıyla ilişkileri de çıkıyor karşımıza. Hepsinden önemlisi, Baran’ın yazma tutkusuyla yüzleşiyoruz; umutsuzluğa kapıldığı anda yazıyla hayata bağlanıyor, ardından umutsuzluğu anlatıyor. Sonra aniden yazmayı bırakıyor zaten; 1989’da günlüklerine, 1993’te diğer metinlerine nokta koyuyor. Mektuplar ise ölümüne dek sürüyor. İşte Günlükler 1948-1989, Baran’ın bu yaşam ve yazma serüveniyle, yazamamanın ona verdiği acıyla, mutlu anlarının ve huzursuz hayatının izleriyle buluşturuyor bizi.
Günlükler 1948-1989, Selçuk Baran, Yayına Hazırlayan: Yavuz Türk, Can Yayınları, 632 s.
