Share This Article
Türkiye’de medya düzeni içinde yaşanan yapısal krizlerle boğuşurken, bir taraftan da yaşanan siyasal dönüşüm medya sektörünü doğrudan etkiledi. 1990’larda başlayan siyasal ve kültürel değişim mülkiyet dönüşümüyle de birleşince, Türkiye için hâli hazırda sorunlu olan medya kültürü de ciddi yara aldı.
Patron değişti, medya çalışanları halkın doğru bilgiye erişimi için değil piyasanın isteklerine boyun eğen bir yayın politikası benimsedi. Sonuçta medya bağımsızlığı yok oldu, doğruların yerini yalanlar ve çarpıtmalar aldı.
Her bozulan yapıda olduğu gibi insan faktörü de değişen medya sektöründe yönetenlere değil, yönetilenlere hizmet etmesi ve hukuka gözcülük etmesi gerekenler, kendi gemisini kurtarmaya kalktı; sonuçta gemi bütünüyle battı.
Evet, Türkiye’de Cumhuriyet öncesine uzanan basın geleneği, 1923 sonrasında anayasa tarafından güvence altına alınsa da gelişim sürecinde devlet kadroları ve kurumlarıyla göbek bağını kopartamamıştı. Bu çarpık gelişim hiç şüphesiz medya kuruluşları üzerine devlet otoritesinin hissedilmesine yol açtı.
Buna rağmen genç Cumhuriyet’in kimlik inşası esnasında kimi figürler medyanın bağımsızlığı konusunda önemli çıkışlar yaptı. “Etik” değerleri savunan ve kendi ekonomik bağımsızlığı bulunan Cumhuriyet Gazetesi’nin sahibi Yunus Nadi, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) milletvekili olduğu dönemde, gazetesi üzerinden CHP’nin politikalarını eleştirmekten geri durmamıştı. Nadi, Demokrat Parti (DP) milletvekili olduğu dönemde de tavrını değiştirmemiş ve DP’ye yönelik en sert eleştirileri gazetesinde kaleme almıştı. Bu nedenle, Cumhuriyet Gazetesi bu süreçlerde belirli aralıklarla kapatılmıştı.
Batmış bir medya gemisinin yılgın tayfaları
Bahsettiğim süreç sadece medya sektörü değil, yurttaşlar için de üzerinde önemle düşünülmesi gereken bir başlık. Doğru bilgiye ulaşmak için verilen mücadelenin demokratik değerlerin olmazsa olmazı olduğunu kimsenin unutmaması gerek.
Bu dönüşüm esnasında, içine doğduğu topluma doğruları taşımayı amaçlayan, yazdığı ve tasarladığı içerikle bir “buzkıran” görevi üstlenen genç gazetecilerin durumu da hayli endişe verici durumda. Bu öyle bir dönem ki, gazeteciliğe başlamış bir çok insan baskı ortamının yarattığı yılgınlık bir tarafa, batmış bir medya gemisinin tayfalarını andırır durumda.
Siyasal güç ilişkilerinin içinde sıkışıp kalan medya düzeninde nefes alamayan pek çok genç gazeteci, “geleneksizliğin” yarattığı sorunlar nedeniyle, zifiri karanlıkta el yordamıyla yolunu bulmaya çalışıyor. Alternatif medya kanallarına geçişin başlıca sebebi de bu.
Fakat ortaya çıkan tabloda eskinin hataları düzeltilmeye ve yeniden “etik” değerleri tarif edilmeye çalışılmıyor. Kayıklarını suda yüzdürmeye çalışan kaptanların devrinde, pek çoğu belirsiz sulara sürüklenmekten kurtulamıyor.
Bahsettiğimiz nedenlerden ötürü birkaç popüler filmle “nedir bu gazetecilik?”, “neye hizmet eder?” ve “yeni bir kültürü inşa ederken hareket noktası neresi olmalı?” gibi soruların ışığında The Post (2017), All The President’s Men (Başkanın Bütün Adamları, 1976), Spotlight (2015) ve Prima che la notte (Giuseppe Fava’nın Mafyayla Mücadelesi, 2018) inancı, motivasyonu ve etik değerleri yeniden hatırlanmaya yardımcı olacaktır.
Dilerseniz filmleri tek tek gözden geçirelim…
Başkan deviren gazeteler
Adeta ders gibi üzerinden geçilmesi gereken filmlerin başında, The Post ve All The President’s Men bulunuyor. Bu iki film arasında 41 yıl olsa da, birbirini tamamlayan yapımlar. Her iki film, 1971-72 yılları arasında The Washington Post’un yerel bir basın kuruluşundan ulusal (hatta uluslararası) bir yayın kuruluşuna dönüşmesinin, Amerikan basını nezdinde “halkın haber alma hakkı”nın güvence altına alınması için yönetenlere meydan okunmasının ve kamuoyu yapıcı faaliyeti olan bir yayının ABD başkanını devirmesinin hikâyesini konu alıyor.
1968-72 sürecine baktığımızda, dünya genelinde toplumsal hareketlerin hızla ivme kazandığını, bu yükselen motivasyonun kurumlar üzerinde de ciddi bir etki yarattığını görüyoruz. ABD özelinde, çift kutuplu dünyada “toplumcu” seçeneklerin fazlalığı ve hak mücadelelerinin yaygınlığı nedeniyle sermayenin küresel hegemonyasının kurumsallaşamadığı bir tarihsel uğrak yaşanıyordu.
“Sivil Haklar Hareketi”nin göreceli de olsa ilerleme kaydettiği, siyah halkın devlet terörüne karşı silahlı mücadeleyi seçtiği, gettoların ve üniversitelerin birer savaş yerine dönüştüğü günlerdi. Ve tüm toplumsal katmanların ortak talebi Vietnam Savaşı’nın son bulmasıydı. Elbette, yayın kuruluşları da bu süreçte taraf olmaktan geri durmuyordu. ABD basınının o kritik eşikte neler yaptığını hatırlamak faydalı olacaktır.
Aslında hikâye, 1967 yılında ABD Savunma Bakanı Robert McNamara’nın Vietnam Savaşı’nın bilançosunu ve yarattığı etkileri ölçmek için geniş kapsamlı bir rapor hazırlatmasıyla başladı.. 1967 Haziran ayında kurulan ve aralarında tarihçilerin, askeri analistlerin bulunduğu “Vietnam Çalışma Grubu” Ocak 1969’da, 20 yıl süren savaşın raporunu “ABD – Vietnam İlişkileri, 1945–1967; Pentagon Çalışması” başlığında bir araya getiriyor.
Çalışma grubunda yer alan RAND Corporation’da askeri analist olarak çalışan eski asker Daniel Ellsberg sıklıkla cepheye giderek gözlemlerde bulunan bir isimdi. En önemlisi de 20 yıl süren savaşta hiçbir ilerleme kaydedilmediğini ve baskı politikasının Vietnam Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin lideri Ho Chi Minh’i üzerinde işe yaramadığını, savaşı sürdürmenin bir hata olduğunu düşünmekteydi.
Raporun iki kopyasını California’daki düşünce kuruluşu Rand Corporation’a götürmekle görevlendirilen Ellsberg tüm metinleri inceleme fırsatı bulmuştu. Analizler ve uyarılar çok çarpıcıydı. Ellsberg, Rand Corporation’daki arkadaşı Anthony Russo ile birlikte üç aylık bir zaman içinde raporları çoğalttı. Bu noktadan sonra, dar bir ekip raporun içinde yazılanlara birinci elden tanık oldu ve raporun yayımlanması için çalışma başlatıldı. Bu isimler arasında, Ellsberg’in Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde (MIT) çalışma arkadaşları Howard Zinn ve Noam Chomsky vardır.
Gizli hazırlık
1971 yılının Mart ayında ise büyük olasılıkla M.I.T. çevresinden Boston Globe gazetesine belgelerin bir kısmı verilmiş, gazete ise bu belgelerden “Hindiçin hakkında gizli raporu sadece üç kişi okudu; üçüne de görevden el çektirildi” başlığında yayımlamıştı. Böylelikle Pentagon tarafından hazırlanan bu rapor ilk kez kamuoyuna yansıtılmış oldu.
The Post’un ilk sahnelerinde New York Times’ın baş muhabiri Neil Sheehan’ın Pentagon Belgeleri’nin ortaya çıkartılmasında büyük bir emeği olduğuna ayrıntılı değinilmez. Fakat belgelerin açığa çıkartılması onun başarısıdır. Sheehan, Şubat ayında ilk kez
Ellsberg ile yüz yüze görüşme yapma fırsatı bulmuş ve burada belgelerden haberdar olmuştu.
Belgeleri duyar duymaz Boston’da Harvard Square’deki Treadway Motel’de bir oda kiralamış, 43 ciltlik belgeleri çoğaltmış, 5 Nisan’da Washington DC’deki Jefferson Hilton otelinde bir oda kiralayarak Times’in editörleri ile birlikte belgeleri incelemeye başlamıştı. Editörler bunun büyük bir haber olduğunu, gizli çalışılması gerektiğine karar vermişler ve bu çalışmaya ‘Project X’ adını vermişlerdi. Sheehan, bir editör ekibi belirlemiş, gazete dışında Times Square’deki Hilton otelinin 11’nci katında beş oda kiralamış ve belgeler yayımlanmaya hazırlanmıştı.
Fakat, hukuk departmanı belgelerin mahkeme kararı nedeniyle yayımlanamayacağını söylemiş, bunun üzerine editörlerden James Reston belgeleri Times’ın yayımlamaması durumunda kendisinin sahibi olduğu küçük yerel gazete Vineyard Gazette’de yayımlayacağını belirtmişti.
Pentagon Belgeleri, ifade ve basın özgürlüğünü garanti eden Anayasanın Birinci Ek Maddesine dayanarak ve gazetenin patronu Sulzberger’in de onayıyla 11 Haziran’da “Vietnam Arşivi: Pentagon’un çalışması, ABD’nin 30 yılda büyüyen müdahalesinin izlerini gözle önüne seriyor’’ manşeti ile yayımlandı.
Pentagon Belgeleri
Bu noktadan sonra The Post’un hikayesi ile devam edebiliriz. Belgelerin yayımlanmasının ardından yer yerinden oynadı, toplumsal muhalefetten çok sert bir ses yükseldi ve sokak eylemleri başladı.
Adalet Bakanlığı, Pentagon Belgeleri’nin casusluk faaliyeti olduğunu söyleyerek Times’a yayın yasağı getirdi. Tam bu noktada, Washington Post’un Genel Yayın Yönetmeni Ben Bradlee devreye girdi ve yayın yasağının Anayasaya aykırı olduğunu, buna karşı çıkılmadığı takdirde her şeyin sonunun geleceğini söyleyerek belgeleri yayımlama kararı aldı.
Filmin bizim için önemli kısmı da burada başlıyor zaten. 18 Haziran’da Post, 1954 yılında ABD’nin Vietnam’da yapılması planlanan başkanlık seçimlerini erteleterek savaşın başlamasına yol açtığını belgeleriyle sunar ve bütün okları üzerine çeker. Bu isyanı Boston Globe ve Chicago Sun-Times gazetesi takip etti.
24 Haziranda ise ülkedeki çoğu gazete yayın yasağına rağmen Pentagon Belgeleri’ni yayımlamaya başlar ve 30 Haziran günü Yüksek Mahkeme, 3’e karşı 6 oy ile Amerikan Anayasası’nın basın özgürlüğünü garanti eden Birinci Ek Maddesi gereğince, gazetelerin belgeleri yayınlamasının önünde hiçbir engel olmadığına karar verir.
ABD basını, devlete karşı başlattığı savaşı kazandı. Direterek, inat ederek ve irade göstererek kazandı… Bunun üzerine, 1972 yılı Pulitzer Ödülü New York Times’a verildi. Washington Post’un Genel Yayın Yönetmeni Bradlee ise gazetesini ulusal yayın haline getirmiş, gösterdiği gazetecilik refleksi ile büyük takdir toplamıştı.
‘Bu çocuklar habere aç! Sen de bir zamanlar onlar gibiydin hatırlıyor musun?’
Fakat, Bradlee’nin hikayesi burada bitmiyor. The Post, CIA’nin Watergate binasında bulunan Demokrat’ların Seçim Merkezi’ni dinlemek için yaptığı operasyonla sonlanıyor. All The President’s Men tam bu noktada devreye giriyor… Bu film açıkça gazeteciliğe ilişkin önemli açılımlar sunuyor. Watergate skandalında yapılan araştırmacı gazeteciliğe ve sürecin yönetimine ilişkin yapılanların ders gibi incelenebilir.
Öncelikle, başkan Nixon ekibi tarafından organize edilen, basit gibi görünen bir dinleme operasyonun üzerine gittikçe, altında yatan asıl gerçeği öğreneceğiz. Bunu öğrenmek için çıkılan yolculukta, gazeteciliğin nasıl yapıldığını, bir gazetenin nasıl yönetildiğini, haberin yüzeysel değil derinlikli ele alınması gerektiğini ve olumsuzluklara rağmen bir haberin ardında nasıl kararlılıkla gidilmesi gerektiğini görüyoruz.
Peki, böyle bir haberin peşine kimi gönderirdiniz? En yetkin muhabirinizi mi? Watergate binasına giren ve polis tarafından yakalanan hırsızların haberi ilk olarak Post’un Başkent masası Servis Şefi Harry Rosenfeld’in (Jack Warden) önüne gelir o da Bob Woodward’dan (Robert Redford) haberi takip etmesini ister. Woodward, mahkemeyi takip ederken işin içinde CIA olduğunu öğrenince doğrudan gazeteye koşar ve notlarını Rosenfeld ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Howard Simons’a (Martin Balsam) aktarır. Woodward haberi hazırlamaya koyulurken, Simons bu işin peşine daha deneyimli bir muhabirin gitmesini ister.
Benim için filmin en önemli yerlerinden birisi burası: Rosenfeld, bu talebe karşı çıkar ve haberi Woodward’un hazırlamasında diretir. Simons ise pek varlık gösteremeyen, hatta kovmayı düşündükleri genç bir gazeteciye bu sorumluluğu niye vermeleri gerektiğini sorduğunda, Rosenfeld: “Bu çocuklar habere aç! Sen de bir zamanlar onlar gibiydin hatırlıyor musun?” Karşılığını verir ve haberi Woodward ve Carl Bernstein’ın (Dustin Hoffman) hazırlamasını ister; talebi olumlu karşılanır. Bernstein ise 16 yaşından beri gazetecilik yapmakta olan deneyimli bir gazetecidir.
Woodward’un peşinde olduğu haberin önemini anlamış ve Woodward’un hazırladığı haberilerin düzeltisini yapmaya başlamıştır. Woodward, durumu anladığında canı sıkılsa da onun için önemli olan haberin doğru verilmesidir. O süreçten sonra ikili birlikte çalışmaya ve tüm kaynaklarını gözden geçirmeye girişir. ABD basınında haber kolektif bir üretimdir. Gazete ise kişisel kaprislerin, egoların çarpıştığı yer değildir; gerçeğe ulaşmanın bir aracıdır. O nedenledir ki, kıdem, unvan derdine düşülmez; esas olan doğru habere ulaşabilme becerisidir.
Carl Bernstein ve Bob Woodward
‘Gazetecilikte ‘doğruluk’ bıçak sırtı’
Bu noktada ikinci bir sorun ortaya çıkar, hiçbir kaynak isminin gazetede geçmesini istemez. Bu anda, Genel Yayın Yönetmeni Ben Bradlee (Jason Robardsas) sahneye çıkar. Yeri gelir en önemli haberin üzerini düşünmeden çizer; elbette muhabirlerine güvenmeyi ihmal etmeden. Onları göz ardı etmez; sürekli zorlar. Zamana karşı olan bu yarışta muhabir için en önemli şey doğru habere ulaşmak ve gazetenin başarısına katkı sağlamaktır. Öncelikle bu aidiyet sağlanır; ardından başarı gelir.
Bradlee, bu anda Woodward ve Bernstein’aönemli bir anısını anlatır:
Bir keresinde Lyndon Johnson’ın sağ kolu bana J. Edgar Hoover’ın yerine birini aradıklarını söyledi. Ben de yazdım ve yayımlandığı gün Johnson bir basın toplantısı düzenledi ve Hoover’ın FBI başkanlığına atandığını söyledi! Konuşmasını bitirdiğinde, sağ koluna dönüp, ‘Ben Bradlee’yi arayın ve ona siktirip gitmesini söyleyin’ demiş. O zaman herkes bana, ‘Senin yüzünden oldu Ben, her şeyi mahvettin’ demişti: ‘Senin yüzünden sonsuza kadar Hoover’la uğraşacağız!’ Her şeyi berbat ettim ama hatalı değildim.
Bu o kadar önemlidir ki, gazetecilikte “doğruluk” bıçak sırtı bir durumdur. Bir haberin zamanlamasını, etkisini ve değerini ölçecek olan deneyimli “editör”dür; Yayın Yönetmeni’dir. İşte o isim Bradlee’dir.
Elde edilen veriler peşisıra yayımlanmaya başlar; CIA’in de için içinde olduğu ve devletin bürokrasisinin dahi Nixon’a bağlı ekip tarafından dinlendiği ve kontrol altına alındığı açığa çıkartılmıştır. Pentagon belgelerinde olduğu gibi yayın yasağı getirilmez ama Washington Post üzerine baskı oluşturmaya ve haberlere engel getirilmeye çalışılır. İktidarın hedefinde artık Bradlee vardır; gazetecilerin ise hayatı tehlikededir.
Bradlee ise tüm baskılara rağmen haberi hazırlayan muhabirleri için, “çocukların arkasında duracağız” der. Bir yıl önce iktidarla girdiği savaşı kazanmış olmasının da getirdiği güvenle ikinci savaşına atılmıştır. Woodward ve Bernstein başta olmak üzere konunun üzerine çalışan ekip sayesinde bu savaşı da kazanır. Nixon çıkan haberler sonucunda 8 Ağustos 1974’de istifa etmek zorunda kalır.
‘Bağımsızlık öncelikle kurumun içinde de korunmalı’
The Spotlight’ta da benzer bir habercilik örneğini sunulur. Tek farkı, filmin konusunun kapalı bir toplumda (Massachusetts’de yayınlanan yerel bir gazete) ve medyada dijital dönüşümün hız kazandığı yıllarda (2003) geçmesidir. The Boston Globe, buna rağmen geleneksel gazetecilikten uzaklaşmamış, tam tersine bu yapıyı özenle korumaktadır. Öyle ki, “Spotligt Team” yılda 3-4 haber yapar. Türkiye’deki medya düzeni ile karşılaştırdığımızda, dijital dünyaya uyum sağlayabilmek için geçmişten gelen birikimin ve deneyimin nasıl hasıraltı edildiğini daha iyi anlaşılıyor.
Kariyerine 1976’da The Miami Herald’da başlayan ardından, The Los Angeles Times ve The New York Times’da çalışan Martin Baron’ın 2001’de Genel Yayın Yönetmeni olarak The Boston Globe’a gelmesiyle, gazete ciddi bir dönüşüm yaşar.
Ben Bradlee’nin Washington Post’u yerel bir yayından, ulusal bir yayına dönüştürme çabasına benzer bir eğilim burada da karşımızdadır. Filmde, görevine yeni başlayan Baron (Liev Schreiber) ayağının tozuyla kilisenin çocuk istismarı haberinin peşine düşer.
Bunu yapması için de “Spotlight” ekibini görevlendirmek ister. Ama bir sorun vardır: Spotlight ekibi kendi katı kuralları olan ve dışarıdan müdahaleye kapalı bir araştırma ekibidir.
Araştırma ekibinin başındaki Walter ‘Robby’ Robinson’a (Michael Keaton) bu haberi yapmak isteyip istemediği sorulur.
Bu örnek oldukça önemlidir, “bağımsızlık” sadece kamu yöneticilerine karşı savunulamaz, editoryal bağımsızlık öncelikli olarak kurumun içinde de korunması gerekir. Bunu sağladığınız ölçüde, baskı ve çıkar gruplarına karşı “bağımsızlığınızı” korumanız daha kolay olaylaşır.
‘Okuyucularımız etki yaratacağımıza inanıyorum, böyle bir haber bu işi yapma nedenimiz’
Robby’ Robinson, Sacha Pfeiffer (Rachel McAdams), Mike Rezendes (Mark Ruffalo) ve Matt Carroll’dan (Brian d’Arcy James) oluşan Spotlight ekibi araştırmalarını derinleştirir ve olayın tarihsel arka planına odaklanırlar. Bu çalışmada, karşılaştıkları tablo hepsini şoka uğratır; çocuk istismarı yetkililer tarafından daimî olarak üstü kapatılan bir olgu halini almıştır.
Avukat Mitchell Garabedian’ın (Stanley Tucci) dediği gibi: “Bütün bir köy, bir çocuğu yetiştirebildiği gibi pekâlâ ona tecavüz de edebilir.” Bu noktada, Yayın Yönetmeninin nitelikleri ortaya çıkar. Baron, doğru yönlendirmelerle ekibin hedefini doğru rotada tutar, kişilerin değil sistemin peşine düşmelerini ister.
Haber aylar süren yoğun bir çalışma sonunda tamamlandığında, “Robby” Robinson kendisiyle hesaplaşmaya başlar: Neden daha önce bunu fark etmemiş ve üzerine gitmemiştir? Bu soruya Baron yine önemli bir duruma açıklık getirir:
Bazen zamanımızın çoğunu karanlıkta tökezleyerek harcadığımızı unutmak kolaydır. Birden ışık yanar ve suçlanacak bir şeyler bulunur. Ben gelmeden önce yaşananlar hakkında konuşamam. Hepiniz burada iyi bir gazetecilik örneği gösterdiniz. Yaptığınız gazeteciliğin okuyucularımız üzerinde doğrudan ve kayda değer bir etki yaratacağına inanıyorum. Benim açımdan böyle bir haber bu işi yapma nedenimiz.
Haber, “Boston Katolik Başpiskoposluğu cinsel istismar skandalı” başlığında yayımlanır; ardından devam haberleri gelir. Bu haber, gazeteye 2003 yılında Pulitzer Ödülünü kazandırır.
‘Gerçeğe dayanan gazetecilik yolsuzluğu durdurur’
2018 yılında vizyona giren Prima che la notte (Giuseppe Fava’nın Mafyayla Mücadelesi) ise her açıdan gazeteciliğe ilişkin ilham veren, inancımızı tazeleyen ve yaratıcılığın önemine vurgu yapan bir film. Uzun yıllar Roma’da gazetecilik yapan Giuseppe Fava, 1984 yılında doğduğu yer olan Katanya’ya dönmeye karar verir. Amacı yerel bir gazete kurarak yozlaşmaya, yolsuzluğa ve şiddete karşı mücadele etmektir.
İlk iş yerel bir sermayedarla gazeteyi kurmaya girişir. Eski çalışma arkadaşlarına beraber çalışma teklifiyle gider ama hepsi mafyanın etki alanındadır. Fava’nın (Fabrizio Gifuni) amaçları onları korkutur; ondan uzak dururlar. Fava ise çözümü yozlaşan gazetecilerle çalışmakta değil, potansiyeli olan genç gazetecileri bulup çıkartmakta bulur.
Kirlenmemiş bir ekiple çalışmaya başlayan Fava, genç, meraklı ve en önemlisi habere aç olan ekibiyle önemli işlere imza atar. Mafya’nın devletleştiği bir dönemde, suç örgütlerinin işlediği cinayetlerin üzerine gitmekten geri durmaz.
Hedefinde mafya ailelerinin liderleri vardır. Tehditler başlar ve en sonunda gazete Fava’nın elinden alınır. Fava, gazetenin niteliğini unutan, gücün yanında saf tutan meslektaşlarına ve kamuoyuna şu sözcüklerle seslenir:
Özgür ve demokratik bir toplumda gazetecilik toplumda önemli bir gücü temsil etmektedir. Gerçeğe dayanan gazetecilik yolsuzluğu durdurur. Şiddet ve suça engel olur, kamu işlerini hızlandırır, sosyal hizmetlerin çalışmasını talep eder, hukuka gözcülük eder, her daim adalete odaklanılmasını teşvik eder, siyasetçileri kontrol eder. Hayal kurabiliriz; bir gazete bunu yapamıyorsa, korkaklıktan veya bilinçli bir şekilde, engel olabileceği acılar, karşı çıkabileceği ızdırap, adaletsizlik, yolsuzluk ve şiddet vicdanınızı rahat bırakmaz. Yaşananlar onun suçudur.
Büyük yeldeğirmenlerine savaş açan bir avuç gazeteci
Gazeteciliğin yanı sıra tiyatrocu, senarist ve ressam olan Fava bir entelektüeldir; sosyalist hareketin içinden gelen bir figürdür. Dolayısıyla toplumsal ilişkileri tahlil eden, içinde bulunduğu koşulların farkında olan ve bu çarpıklığa karşı atacağı adımları bilen bir gazetecidir. Baskılar karşısında sakinliğini korur, tehditler karşısında provake olmaz. “Çıraklarının” da sakin olmalarını sağlar.
Gazete binasına bombalı saldırı olduğunda dahi sakin olunmasını, karşılığı gazete sayfasından verilmesini ister. Sonunda gazete patronu onun işine son verdiğinde, Sicilyanın muhteşem coğrafyasında bir kafeye oturur ve sakince dondurmasını yemeye başlar. Mafya zaferini kutlar; onu kara listeye almışlardır. Katanya’da hiçbir sermayedar ona finansör olmayacaktır.
Fakat, Fava’nın hayal gücü muazzamdır. Koşullar çıkmaza girdiğinde arkasına yaslanır ve düşünmeye başlar. Gazetesine giremediği için gençleri yanına çağırır ve aklındaki çalışmayı onlara anlatmaya başlar. Bu sahnede Fava, Don Quijote’ye dönüşür, büyük yeldeğirmenlerine savaş açacaktır. Gençlere, suç imparatorluğunun içinde yaşadıkları toplumu yozlaştırdığını hatırlatır; yapılacak iş basittir: halka kültürünü, sanatını, edebiyatını yeniden hatırlatmak gerekmektedir.
Bunun için en başa dönmeleri gerektiğini ifade eder. Parası yoktur, çırakları da rüştünü ispat etmiş birer gazeteciye dönüşmüştür. Hepsine şartları anlatır ve kendisiyle gelenlerle bir dergi çıkartmak istediğini söyler: “I Sicilani.” Gençlerin büyük bir kısmı bu planı destekler ve “imece” başlar. Bu anda yapılan iş o derece muazzamdır ki, paranın değil inanmış bir ekibin önemi ortaya çıkar.
Çıkardıkları dergi tüm İtalya’da büyük ilgiyle takip edilir. Bu hayal gücünün önüne geçemeyen, engelleyemeyen güçler Fava’nın ölümüne hükmeder. Ama bu oyunda kazanan Fava olacaktır. Canı pahasına suç ve yozlaşmayla mücadele eden Fava, “Temizeller Operasyonu”nun mimarıdır.
Prima che la notte neden mi önemli? Çünkü hayal gücünün karşısında hiçbir kuvvetin duramayacağının kanıtı. Pes etmeyen bu güç, teslim alınamaz ve dayatmalar karşısında boyun eğmez. Gazetecinin hamurunda olması gereken öz işte bu yaratıcılık ve inançtır. The Post, All The President’s Men, Spotlight meydan okumayı temsil ederken, Prima che la notte yaratıcılığın önemine işaret eden bir yapımdır. Bu nedenle, bu dört film kimi başlıkları yeniden tartışmada yardımımıza yetişecektir.