Share This Article
Sam Shepard bir yazar mıydı, yoksa oyuncu ve yönetmen miydi? Elinde kamera olan iyi bir yazardı diye yanıtlanabilir bu soru. Hayatı bir oyuna benzeten, bunu hem kâğıda döken hem de beyaz perdede yeniden kurgulayan Shepard, olduğu gibi görünenler ve göründüğü gibi olanlar ile farklı görünmek isteyenleri anlattığı metinlerinin merkezine insan hikâyelerini yerleştirmişti. Bir yürüyüş gibi kurguladığı kitaplarında, yürümenin herhangi bir noktaya varmaktan çok, zihinde sorular ve yanıtlar uyandırmasının daha makul olduğunu söylüyordu satır aralarında. Tıpkı kendisinin yaptığı gibi.
Shepard’ın yolculuğu ya da hikâyeleri; gerçeklerin, hayallerin, imgelerin ve fantezilerin birbirine karıştığı bir eylem hâlini alıyordu. Kentler, mekânlar ve insanlar arasında dolaşırken yaşamı yola, sert dalgalara ve zapt edilmesi güç atlara benzetiyordu. Özgürlüğe koşma ve kapana kısılma arasında kalan insanın ruh hâlini anlatırken hiçliğin içinden ümit çıkarmaya uğraşanlara da bir duvarın karşısında bekleyenlere de kulak veriyordu. Hatırlamanın yükünü sırtlananlara ve unutmanın acısını yaşayanlara da…
Shepard, metinlerinde yaşamın yalınlığını ve onun insan tarafından özenle karmaşıklaştırılmasını hikâyeleştiriyordu. Tuhaf telâşların ve tekinsizliklerin bu karmaşadan türetildiğini anlatıyordu. Sahte kahramanlar ile mağdurlar ve maktûller yine bu karmaşanın ürünüydü ona göre.
Shepard, insanı insan yapan şeyin güçsüzlük, yaşamı yaşam kılanın ise kuvvet olduğunu anlatıyor Birinci Şahsın Hafiyesi’nde. Hastalığından ötürü yakınlarına bağımlı hâle gelen isimsiz bir karakter etrafında meydana getirdiği hikâyede, çölün sarıp sarmaladığı adamın zihnine doğru bir yolculuğa çıkarıyor bizi. Bu yolculuk; karmaşıklaştırılan dış dünyanın ötesinde, isimsiz anlatıcının hatıralarla, düşündükleriyle ve kendine benzettiği bir başka kişiyle örülen, yalın ve aynı zamanda izleyenin, anlatıcının, izlenenin ve anlatılanın iç içe geçtiği bir hikâye hâline geliyor.

‘Bazen insanlar böyle aniden belirir’
Anlatıcı bir yandan yaşamaya uğraşıyor bir yandan da çölün çevrelediği evinin penceresinden ve verandasından etrafı izliyor. Bir çift göz de onu. Dolayısıyla izlenen ve izleyen, anlatan ve dinleyen birbirine karışıyor:
Şöyle böyle hikâyeler anlatıyor, ufak kayıtlar. Savaş hikâyeleri. İnsanlar geliyor ve onu orada, verandada oturmuş, sallanan sandalyesinde mırıldanırken görüyor. Öylece gidip yanına oturuyorlar. Bir şekilde tanıyor gibiler onu. Başta öyle değil gibi görünüyor ama sonra tanıyorlar.
Hasta adama vücudundaki arazları bulmak için pek çok tetkik yapılıyor; hem doktorlar hem de etrafındakiler tarafından sıkı bir gözlem altına alınıyor. Bu sırada o sağlıklı günlerini hatırlıyor; mesela kahvaltı yaptığı Meksika lokantasını ve eski zamanların bağ bahçelerini… Anılardan sıyrıldığında ise izlendiği hissine kapılıyor; “biri benim hakkımda kendimin bile bilmediği bir şey bilmek istiyor” diye düşünüyor.
Shepard, karşılıklı bir izleme, anlama ve anlatma kurgusu oluşturuyor romanda; kimin, kimi gözlemlediği ve anlattığı belirsizleşiyor bazı anlarda:
Bazen insanlar böyle aniden belirir. Belirir ve yok olurlar. Hızlıca. Banyo edilmiş bir fotoğraf gibi.
Hasta adam yaşama tutunma arzusunu, kırılganlığı, hassasiyeti temsil ederken onu gözetleyen kişi de umuda ve meraka, hikâyedeki müphemlikler ise yaşamın ta kendisine denk geliyor.
Hasta adam, bazen sessiz kalıyor bazen de boşluğa konuşuyor. Gözünün önüne gelen yaşanmışlıkları ve manzaraları anlatıyor. Gözetleyen kişi ise onun hikâyesini yazıyor âdeta.
Hasta adam anlatıyor; etrafında bulunan herkese hatırlatıklarını aktarıyor. Sağlıklı ve hareketli zamanlarından, “hayatın kendisinden daha büyük bahçelerden”, evinin bulunduğu çöl civarında olup bitenlerden ve aile tarihinden bahsederken bir durum değerlendirmesi yapıyor:
Şimdi erişmeye çalıştığım… Erişmeye çalıştığım zaman epey kırılgan bir zaman. Elle tutulamayacak kadar ufak, gevrek bir yara kabuğu gibi. Ama biraz bulanık bu sefer. Hiç de belirgin değil benim için. (…) Ne oldu o zaman? Hiç belirgin değil.
‘Büyülenmenin zıttı ne olabilir ki?’
Hasta adamın anlattıkları, hem tecrübeleriyle hem de gördüklerinden hareketle yaşamın gelgitlerine dair. Hızlı değişimlerin yarattığı yorgunluğa ve kırılganlığa ilişkin konuşuyor o; kişiden kişiye, konudan konuya atlıyor, geçmiş ve şimdi arasındaki gerilim yüzünden sarsılıyor:
Geçmişi düşünmeden edemediğim zamanlar. Durmam gereken yerin şimdiki zaman olduğunu biliyorum. Durulacak yer her zaman burasıydı. Biliyorum, çok bilge kişiler tarafından mümkün olduğunca şimdiki zamanda kalmam öğütlendi ama bazen de geçmiş baş gösteriyor. Geçmiş bir bütün olarak gelmez. Parçalar hâlinde gelir daima.
Geçmiş, hasta adama kendini güçlü hissettirirken bugün, yaşamın kuvvetini duyumsatıyor. “Şimdiki zamanın bir tedavisi var mı?” diye sorarken hiç kimsenin sözüne ve âna bağlı kalmamasından dert yanıyor. Etrafı gibi zihni de kalabalık yüzden. Merak ettiği tek bir şey var: Onu gözetleyen kişinin kendisiyle neden ilgilendiği ve neyin peşinde olduğu.
Hasta adamın gözünün önünden ve zihninden o güne kadarki yaşamı ve hayatına girip çıkanlar süratle geçiyor. Bu sırada sorularla yüzleşiyor ve bulduğu ya da bulduğunu sandığı yanıtlar yeni sorular doğuruyor. Geçmişteki hararetle ve şimdinin tekdüzeliğiyle nasıl başa çıktığını düşünüyor. Onu gözetleyen kişinin ilgisini çeken de hasta adamın geçmişi ve şimdiki sıradan hayatı. Hasta adamı meraklandıran şeyler var elbette:
İkimiz de bekliyoruz. İkimiz için de bir şeyleri açığa kavuşturacak sözler söyleyebilir belki. Mesela, büyük bir şirket tarafından mı görevlendirildi? Hükümet tarafından mı işe alındı? Yoksa sadece meraklının teki mi. Tekdüzeliğimi neden bu kadar önemsiyor? Zaten bu benim tekdüzeliğim değil. Artık onun da. İkimizin de. (…) Neden benimle konuşmuyor? Sevilebilir biriyim ben. Hep aynı, hep aynı, hep aynı, tekrar tekrar, tekrar tekrar. Seni aşağı çeken, asla üstesinden gelemeyecekmişsin gibi hissettiren şey nedir? Ne olduğunu bilmiyorum. Tekdüzelik. Aynılık. Onun için de öyle olmalı. Neden her gün bana musallat olduğunu bilmiyorum. Gözünü dikip çimenlerin üzerinde dolaşan böceklere, biçilmiş çimlere, arada bir katlanır sandalyeye konan böceklere bakıyor. Nedir bu? Burada onu büyüleyen ne olabilir? Bende? Belki de büyülenmemiştir. Belki de büyülenmenin tam tersidir. Büyülenmenin zıttı ne olabilir ki? Düşüncelere boğulmak, düşünmek. Karmakarışık olmak. O orada aynı şeye bakarken günler günleri kovalıyor, aylar ayları kovalıyor. Kelebekler mor bitkilere konuyor.
Sağlığının hızla bozulduğu bir dönemde kaleme almaya başladığı ve ölümünden kısa bir süre evvel tamamladığı Birinci Şahsın Hafiyesi’nde Shepard; geçmişiyle ve zaaflarıyla yüzleşen bir adamı ve onu izleyen kişiyi getiriyor karşımıza. Bazen umutlu ve mutlu, bazen de hayli öfkeli ve kırılgan bir ruh hâline bürünen bu karakter, yaşamın salınımını temsil ediyor âdeta. Bu durum, hayatın yalınlığını ve pamuk ipliğine bağlı olduğunu gösteren bir hikâyeye evrilirken yaşamda hâlâ tam manasıyla kavrayamadığımız bir şeyler bulunduğunu hatırlatıyor bize.
Birinci Şahsın Hafiyesi, Sam Shepard, Çeviren: Onurhan Ersoy, Everest Yayınları, 72 s.

