Share This Article
The Smiths – Louder Than Bombs (1987)
Kayıt: Warner Music, Mart 1987
Yapımcı: Johnny Marr
Uzunluk: 73:14
Şu zamana kadarki tüm yazılarda, birinde olmasa bile sonrakinde muhakkak bir İngiliz grubundan bahsetmiştik. Klasik rock türünde Queen, elektronik müzik denince Depeche Mode, gotik imajın öncüsü The Cure ve “mods and rockers” savaşlarında The Who. Bu hafta yine İngiltere semalarında gezintiye çıkıyoruz ama bu sefer kulaklarımıza daha romantik, biraz punk rock ve biraz alternatif rock tınıları geliyor: The Smiths.
Smiths, 1982 yılında Johnny Marr ve Morissey tarafından Manchester’da kuruldu ve söz-beste çalışmaları da büyük çoğunlukta bu ikili tarafından yürütüldü.
80’ler, yalnızca belli ülke sınırları içerisinde değil, tüm dünyada müzik endüstrisinin kökten değiştiği işlerin yapıldığı bir dönemdi. İngiltere özelinde geçmiş yazılarda da bu değişimlerden, müzikalitenin 60’lar-70’ler tınısından nasıl daha elektronik bir yöne kaydığından ve bu kayıştan bağımsız olarak bir yandan da gotik/punk/alternatif rock müziğin öncüsü olan grupların yine bu dönemde doğduğundan bahsetmiştik.
The Smiths de tam olarak bahsettiğimiz 2. kolda ortaya çıkmış ve 90’lar ve sonrası birçok gruba (Oasis, Radiohead, Arctic Monkeys vs.) ilham olmuşlardır.
Smiths grubu, bence belli başlı açılardan yukarıda da bahsettiğim 2 grupla paraleldir. Kendine haslık bakımından Depeche Mode gibidir; bir Smiths şarkısı dinlediğimizde başka bir grupla karıştırmak zordur çünkü hem müzikalite hem de vokallerin biricikliği bakımından (her ne kadar Morrisey kişisel hayatında biraz problematik biri olsa da, bu yazıda yalnız müzikal yönünden bahsetmekteyiz.) özgündür.
Hikâye anlatıcılığı ve lirikalite bakımından ise The Who’yu andırır; ele aldığı insanlar ve öyküler hiçbir zaman büyük insanlar değildir. Gündelik hayatın içinden, yer yer geri planda kalmış veya yutulmuş, yer yer bıkmış ve yorgun, hayat dolu veya mutsuz birtakım insanlardır.
Bu sebeple de, The Smiths hem müziğiyle hem de şarkı sözleriyle özel bir gruptur. Punk/alternatif rock olarak geçse bile her zaman bir romantikliği de vardır. Morrisey’in yumuşacık sesi ve buruk sözleriyle The Smiths, her şarkısında bambaşka bir hikâye, bambaşka bir yaşam barındırır.
Louder Than Bombs albümüne baktığımızda, aslında bir stüdyo albümü değil, derleme albümüdür (compilation album). Yayınlandığı yıldan önceki albümlerden şarkıların, canlı radyo kayıtlarının veya teklilerin oluşturduğu bir albümdür. Bundan ötürü de The Smiths’iniz geldiğinde dinlemek için çok tatlı bir seçenektir. Bazı yerlerde punk esintilidir, bazı yerler daha alternatif ve slow’dur. Ama The Smiths romantikliğini her zaman içinde barındırır.
Yukarıda bahsettiğimiz sözler ve müzikalite olayında çok sevdiğim bir karşıtlık vardır: Melodiler her ne kadar kulağa romantik, yumuşak ve neşeli gelse de sözlere dönüp bir baktığımızda hafif buruk tarafıyla burada karşılaşırız. Louder Than Bombs’dan en sevdiğim pasajlardan birkaç örnek vermek isterim:
“Oh, no, and everybody’s got to live their life
And God knows I’ve got to live mine
William, William, it was really nothing
It was your life.”
-William, It Was Really Nothing
“And if you got five seconds to spare
Then I’ll tell you the story of my life
16, clumsy and shy
That’s the story of my life”
-Half a person
“So for once in my life
Let me get what I want
Lord knows, it would be the first time”
-Please, Please, Please, Let Me Get What I Want
“Poor old man, he had an accident with a three-bar fire
But that’s okay, because he wasn’t very happy anyway
A poor woman, strangled in her very own bed as she read
But that’s okay, ’cause she was old and she would’ve died anyway.”
-Sweet and Tender Hooligan
Górecki: Symphony No.3 – Henryk Górecki, Dawn Upshaw (1992)
Kayıt: Nonesuch Records, 1992
Yapımcı: Górecki
Uzunluk: 53:24
Daha önceki yazılarda birçok türü incelemiş olmamıza rağmen, yüzlercesine de baksak eksiğimiz kalacak türe hiç bakmamıştık: klasik müzik. Bugün, dinleyebileceğiniz belki de en yoğun ve duygu yüklü senfonilerden birisine dokunacağız; Górecki’nin 3. Senfonisi.
Górecki, Polonyalı bir modern dönem bestecisiydi. 1950 ve sonrasının en önemli bestecilerinden biri sayılmasına rağmen, ilk başlarda Polonya dışında pek tanınan bir isim değildi. Aslına bakarsak, Górecki isminin duyulması ve dünya tarafından büyük besteci olarak anılmaya başlaması, 3. senfonisinin Amerikalı lirik soprano Dawn Upshaw tarafından seslendirildiği 1992 albümü ile oldu.
Górecki, 2. dünya savaşı dönemi yaşanan yahudi soykırımı kurbanlarına ithaf ettiğinden bahsettiği bu kayıtta, dinleyen herkesin kendince bir parça bulabileceğini de belirtmişti.
Aslında tam olarak da dil, din ve ırk sınırlarını aşan bir müziktir bu. Dinlerken ideolojileriniz, ibadetleriniz ya da gelenekleriniz ne olursa olsun özünüzde bir insan olarak yüreğinizin parçalanmaması mümkün değildir, zira 3. senfoniyi dinlemek ağır bir süreçtir.
Senfoninin 3 parçası vardır ve her biri birbiriyle bağlantılı ama aynı zamanda farklı anlamlar içermektedir. Górecki’nin 3. Senfonisi, oğlunu kaybeden bir anne ve oğlunun anneye seslenişidir. İlk bölümde, oğlunun ölümüyle anne yıkılmakta ve ne yapacağını bilememektedir. İkinci. bölüm, oğlunun annesine telkinini işitmekteyizdir. En son kısım olan üçüncü bölümde ise, anne oğlunun arkasından acı çekmekte ve sonlara doğru Tanrı’ya oğlunun öbür dünyadaki rahatı için dua etmektedir.
Anlamlardan da anlayacağınız üzere, ilk bölüm diğer ikisine kıyasla çok daha ağırdır. Hele ki en yükseldiği yerde, gözlerinizin yaşlarla dolması muhtemeldir.
Buradaki anne-oğul bağını bir bakıma Hristiyanlıktaki İsa-Meryem imgesine benzetirim. İsa ve Meryem, gerek klasik müzikte “Stabat Mater” metninin onlarca besteci tarafından farklı şekilde bestelenmesi ile, gerek güzel sanatlarda Michelangelo’nun “Pieta”sı ile sayısız kez kendine yer edinmiştir. Kaybettiği oğlunun ardındaki acılı anne sembolizmi (stabat mater dolorosa), Górecki’nin 3. senfonisinde de karşımıza çıkmaktadır. Ama buradaki anne ile Meryem, bir noktada birbirinden ayrılmaktadır.
Meryem, acı içerisindedir ama bununla beraber oğlu İsa’nın insanlık için kendini feda ettiğini ve Tanrı’nın yolunda öldüğünü bilerek aynı zamanda buruk ama hafif bir huzurla tasvir edilir. Bu senfonideki anne ise, tamamen acı içindedir ve bir isyan halindedir çünkü oğlu bir hiç uğruna, bir savaşta öldürülmüştür.
Bu sebeple senfoniyi dinlerken de, durup nefes aldığımız pek an yoktur; ikinci bölümde belki de oğlunun dünyevi bağından kopup annesine seslenişi sırasında müzik biraz hafifler. Fakat birinci ve üçüncü bölümlerde bu annenin acısını iliklerimize kadar hissederiz, yüreğimiz ağırlaşır.
Katlana katlana artan ve yavaş yavaş düşen bir müzik vardır. Gözyaşlarımızın dolduğunu hissettiğimiz anı, hıçkırarak ağlayışımızı ve sonra sakinleşmemizi andırır. Bazen tekrar eden melodiler kulağımıza gelir, zamanın akmadığı bir an veya göğüse vurulan bir yumruk gibi.
Bu senfoninin tamamını ilk defa dinleyecek olanlar, tadını çıkarın. Müziğin her bir zerresi, içinize işleyecek.
Electra Heart – MARINA (2012)
Kayıt: Green Building/Santa Monica, California, 2010
Yapımcı: Benny Blanco
Uzunluk: 46:51
Marina and the Diamonds, ya da güncel adıyla MARİNA, pop müziğin en efsane ve çılgın döneminde, 2009 yılında kariyerine başlamıştır. Marina’nın söz yazarlığının titizliği ve besteciliğinin çeşitliliği bir yana, onu endüstride parlatan, vokalleri olmuştur. Yer yer yumuşacık, bazen güçlü ve asabi sesiyle, kendi müziğinin karakteristiğini oluşturmuştur.
Marina’nın her albümü aslında başarılıdır çünkü kendisi zaten müzikal anlamda orijinal ve yetenekli bir şarkıcıdır. Fakat pop kültürde en yoğun etkiye sahip albümü, Electra Heart olmuştur.
Gözünün altındaki minik kalp, kırmızı ruju ve bigudili sarı saçlarıyla yalnızca bir pop şarkıcısı olmakla kalmayıp, bu kültürün ikonik imajlarından biri haline gelmiştir.
Electra Heart, daha önce incelediğimiz bazı albümlerde olduğu gibi, bir karakterdir aslında. Enerjik ve güzel, yere bakan yürek yakan ama içersinde fırtınalar kopan genç bir kız gibidir.
Şarkılara baktığımızda da bunu hissederiz. Tempo genelde yüksektir, ama inişleri ve çıkışları da vardır. Yer yer kalkıp dans etmek istersiniz, bazı şarkılar sizi oturup biraz daha içe dönmeye iter.
Umarsız aşklar, kalp kırıklıkları, gençliğin duygu fırtınaları ve enerjisiyle Electra Heart, sizi taşıdığı karaktere sokmakta asla başarısız olmayacak.
Şarkılar: How to be a Heartbreaker, Bubblegum B.tch, Teen Idle, Primadonna, Fear and Loathing
Sigur Rós – (2002)
Kayıt: Sundlaugin, Ekim 2002
Yapımcı: Sigur Ros & Ken Thomas
Uzunluk: 71:46
Soğuk rüzgarları ve bir o kadar donukluktan uzak müzikleriyle kuzey ülkeleri, endüstride Abba, Björk gibi isimlerle yer edinmiştir. Bu yazıda yine İzlanda’nın bağrından gelen ve nispeten daha geride kalmış bir gruba, Sigur Rós’a bakacağız.
Sigur Rós, 1994 yılında Reykjavík’te kuruldu. Her ne kadar grup “shoegaze” adıyla (gitarlarda pek çok efekt ve yansıma kullanılan, vokallerin geniş aralıklarla rahat kullanıldığı ve müzikal kemik bakımdan daha geniş bir müzik kolu) tek bir tür altında anılsa da, bu türün ortaya çıkışını sağlamış birbirinden ayrı ama belli noktalarda da benzer birçok alt-türün tınılarına sahiptir.
Bu alt-türler arasında dream pop, indie rock, alternatif rock, space rock (uzun ve belli sınırlara sahip olmayan pasajlar içeren müzik türü) gibi pek çok müzikal parçayı içinde barındırır. Yine de Sigur Rós, benim birkaç tür ya da türler içerisine sokmak istemeyeceğim bir gruptur.
Sebebiyse, tamamen size yaşattığı ve hissettirdiğiyle var olan bir müziğe sahip olmasıdır. Elbette ki içerisinde barındırdığı elementler belli başlı türlerin özelliklerini taşımaktadır. Ama yine de Sigur Rós, müzikalite bakımından bu kalıplara sığmaz, tamamen hissettirdikleri ve soktukları ambiyans ile yaşar.
() albümüne baktığımızda, ne demek istediğimi tam olarak anlatır niteliktedir. Şarkıların isimleri yoktur ve “untitled” olarak anılırlar (ilk başta isimsiz yayınlandı fakat daha sonra isimleri kendi sitelerinde paylaşıldı). Fakat belki de gördüğünüzde garipsediniz; albümün bile bir adı yoktur. Şarkılarda büyülü vokaller uçuşur, ama bu vokallerin anlattığı hiçbir şey yoktur aslında. İzlandacaya benzeyen ve hiçbir anlam ifade etmeyen seslerden oluşan”hopelandic” alt-dilinden söylenmiştir.
Sözsüz müzik elbette dinleriz, belki yalnızca sesli harflerle vokal kullanımı da duymuşuzdur ve bu şekilde de müziği hissetmek için bir engel yoktur. Fakat sesler kullanılmasına rağmen bir anlam ifade etmeyişine, belki de sadece Sigur Rós’ta bu kadar yoğun bir şekilde rastlarız. (Hopelandic kullanımını Björk’te de görürüz fakat o bunu izlandaca ya da ingilizce içerisine serpiştirerek yapar.)
İsimsiz bir albüm, isimsiz şarkılar ve şiirsiz vokaller; en başta bahsettiğim “müziği hislerle yaşar” duygusu için yapılmıştır aslında. 8 şarkının her birini dinlediğinizde, sizde hissettirdikleri bambaşkadır ve biriciktir. Kimsenin yaşanmışlığı birbirine tam anlamıyla benzemez, dolayısıyla dinleyiciye kendi hikâyesini yaratması için bir alan bırakılmış ve yaratım sürecinin bir parçası haline getirilmişlerdir.
Müzikaliteye baktığımızda ise, şarkıların isimlerinin olmayışı gibi belli bir kurulumu ve açılımı da yoktur. Uzayda süzülmektir ya da sakin bir denize kendimizi bırakmaktır. Ağlamaklı olmaktır ya da huzura ermektir. Siz nasıl hisederseniz, neyle bağdaştırırsanız () albümünün müziği odur.
Önce albümü baştan sona dinlemeniz, daha sonra ihtiyaç duyduğunuz anda ihtiyaç duyduğunuz şarkıyı açmanız tavsiyemdir. Kişisel favorilerim: Untitled 2,3,7 ve 8…