Share This Article
Suat Derviş’in başkasının imzasıyla yayımlanan eserleri ortaya çıkacak mı?
23 Temmuz Suat Derviş’in ölüm yıldönümüydü, anıldı, hakkında yazılar yazıldı, yazılıyor.
Ama sorumluluk bitmiyor, özellikle de araştırmacılar için.
Biliniyor; Suat Derviş sağlığında da okurunu bulmuş yazarlardandı. Fosforlu Cevriye epey okura ulaşmıştı. Sennur Sezer’den aktaralım; “Gece Postası, 1958’de Rusçaya çevrilmiş, üç yüz bin basılmış, tükenmiş, bir üç yüz bin daha, o da tükenmiş elbet.” Ankara Mahpusu da yine çok okunmuş, başka dillere çevrilmiş romanlarındandı.
Fakat rahat bırakmadılar. Çünkü devrimciydi.
Hedef gösterildi; Kızıllar ve Sollar, Kızıl Faaliyet adlı broşürlerde adı geçti, bu yayınlarda hedef gösterildi.
Sinmedi. Üstüne gitti. Niçin Sovyetler Birliği’nin Dostuyum? kitabını yazdı.
“Ben yalnız Sovyetler Birliği’ne hücum edildiği zaman değil, dünyanın hangi tarafında kudurmuş faşist sürüleri, hangi hür memleketin hudutlarını aşmış ve istiklaline göz dikmiş, kadınlarını kesmiş, çocuklarını öldürmüş, mamurelerini yıkmış, köyleri, şehirleri yıkmışsa, kalbimin burkulup yandığını hissettim” dedi.
“Göğsümde bir insan kalbi taşıyorum ve bununla iftihar ederim,” sözü onundu.
Tutuklandı. İş bulamadı. Parasız kaldı. Müstear isimle yazmayı denedi, çare olmadı.
Yayınlar Derviş’ten yazı almamaya başladı. Adından, imzasından, fikirlerinden korktular.
Nedenini aslında yine en güzel kendisi tarif etti, Gerçekler Postası dergisinden Zihni Turgay Anadol’a Ağustos 1967’de şöyle anlattı:
Bizim cadde daha bilgisizken ben herkesten evvel uyanmıştım da ondan. Faşizmden, Nazizm’den, çıkmak üzere olan İkinci Cihan Harbi’nden nefret ettiğim ve kalemim ve dilim yettiği, gücüm yettiği kadar mücadele ettiğim için. Devrimci, toplumcu, sosyal adaletçi olduğum için. Bu uğurda polis takibatına uğradığım, hapishanelerde, polisi müdüriyetlerinde süründüğüm, altı yüz erkek arasında tek kadın olarak askeri hapishanede mevkuf yattığım için. Ankara Caddesi’nde ilk basın sendikasını kuran beş meslektaştan biri ve kurulmuş olan sendikanın da başkanı olduğum için. Hariçten faşizmle, içerde sefaletle savaşanlar henüz pek az iken savaşmağa başladığım, sosyal adaletsizliğe karşı bayrak açtığım; fıkralarım, romanlarım sosyal konudaki röportajlarımla Türk halkının hakiki durumunun tablosunu ilk verenlerden olduğum için…
Yazımıza başlık olan konu, tam da o dönemine ait…
Çaresizlik öyle bir boyuta geldi ki, Suat Derviş yazdığı ancak yayımlayamadığı eserlerini satmak zorunda kaldı, başkasının imzasıyla çıkmasını göze alarak…
Az önce adını andığımız Sennur Sezer, 2013’te yazdığı “Suat Derviş Neler Yazdı?” başlıklı yazısında şöyle diyordu:
Bir röportajında çocuk romanlarının, piyeslerin, romanların kimlerin imzasıyla yayımlandığını bulmayı edebiyat tarihçilerinin arayıp bulmasını, biraz acı bir alayla söylemişti.
Biraz daha detaya ulaşabiliyoruz.
Zihni T. Anadol, Ankara Mahpusu Fransa’da yayımlanan ilk Türk romanı olunca Suat Derviş ile bir söyleşi yaptı.
Söyleşide şöyle diyordu Suat Derviş:
1943-44’ten sonra artık imzalı yazılarım kadar müstear isim de kullanmaya başladım. Bu tarihten sonra radyo skeçleri, radyo piyesleri de yazdım, sahne piyesleri de… Kendi imzamla bunları oynatamadım. Bundan yakındığım bazı dostlarım, benden bu piyesleri satın aldılar, radyoda kendi imzalarıyla oynattılar. Yalnız radyo değil, sahne piyesleri de yazdım, onlar da oynandı. Piyes yazarlarımız arasında ilk piyesini yazmış olduğum bile vardır zannediyorum. Kendisi daha iyi bilir.
Anadol, “Kimdir bu?” diye soruyordu Derviş, “İsmini unuttum” diye geçiştiriyor ve devam ediyordu:
Çocuklara yazdığım dev masallarında imzamın bulunmamasını, ‘Aman onun imzasını koymayınız, çocuklar bu imzayı öğrenirler de büyüdükleri zaman yazılarını ararlar’ gerekçesiyle ekmek paramı kazanmamama ve ismimi, en verimli çağımda memleketimizdeki okuyucularıma duyurmama mâni olanlar şimdi benim bin bir takma ismimin peşine düşsünler.
Devrimci bir kadın mücadelesi nedeniyle ablukaya alınıp ezildi. Eserlerini satmak zorunda kalacak kadar baskıya uğradı hem de… İmzası, adı, kimliği silinmek istendi. Suat Derviş’i eserleri kadar direnci nedeniyle de hayranlıkla anıyoruz. Ancak anmak da yetmiyor. İki görev de araştırmacılara düşüyor:
Devrimci olduğu için Suat Derviş’e yapılanları anlatmaya devam etmek… Parasızlıktan sattığı ve başkalarının imzasıyla yayımlanan eserleri ortaya çıkarmak…
*
Ferit Edgü, Hakkâri’de Bir Mevsim filmini sevdi mi?
Ferit Edgü’nün kaybının ardından eski söyleşilerine, denemelerine göz atmak istedim… 2013’te Oggito’da yayımlanmış söyleşisi sevdiklerimden biri. “Hakkâri’de Bir Mevsim filmini nasıl bulmuştunuz?” sorusuna verdiği yanıt, eserinin dönüşümüne izin veren ama yine de bu dönüşümü tereddütle karşılamış birinin yanıtıydı:
Romanın sinemaya uyarlanması tasarısına uzun zaman karşı çıktım. Ama çok sevdiğim Tezer Özlü öylesine ısrarcı oldu ki senaryosunu Onat’ın yazması koşuluyla kabul ettim. Daha senaryo aşamasında Onat da ben de filmin rejisörü Erden Kıral da filmin romanı beyazperdeye taşıyamayacağını biliyorduk. Roman ve film, iki ayrı dildir. Aralarında çeviri de her zaman kolay değildir.
Ona göre sinemaya uyarlamak bir romana az ya da çok ihanet anlamına geliyordu. Yine de memnun olsa gerek, şöyle bitiriyordu cevabını:
Filmin yapımı uzun ve çetin bir serüvendi. Ama herkes inançla çalıştı. Ve ortaya Türk sinemasının da bizlerin de övünç duyacağı bir film çıktı. Eh, bir romana bundan daha az ihanet edilemez.
Peki romanın filme uyarlanması fikrini ortaya atan Tezer Özlü bu konuda ne düşündü dersiniz?
Bunun yanıtını 1984’te Ferit Edgü’ye yazdığı bir mektupta buluyoruz:
Erden ile aramız iyi. Sık sık telefonlaşıyoruz. O, bizlere hiç benzemeyen bir insan olduğu için onu da seviyorum. ‘O’ romanından bu kadar güzel bir film çıkardığı için, kitabın özüne bu denli yaklaşabildiği için de… Aslında Onat, Erden ile Kanlıca’ya senaryo çalışmaya geldiğimiz günler ne güzel günler.
Görünen o ki, Özlü filmi çok sevmiş, Edgü ise sevgisine küçük bir şerh düşmüş…
Edgü’nün bu mühim eseri başta olmak üzere kitaplarıyla yaşamaya devam edeceğini not düşmek istiyorum. Tüm Ders Notları kitabındaki sözleri geliyor aklıma:
Sanatçının ölümsüzlüğüne inanmıyorum. Yazarlar, sanatçılar nasıl da ölümsüzlük duygusuyla yazıyorlar. Büyük alıklık! Bir söz yazacaksın, bir resim yapacaksın, o resmin, o kitabın yüzyıllar sonra okunacağını düşleyip mutlu olacaksın. Bu düşü görenlerin, büyük bir çoğunluğunun, yarının dünyası konusunda kafa yarmamalarına ne demeli?
Edgü böyle diyor.
Laf aramızda, bence yanılıyor.
“Şiir ölüyor mu?” sorusunun ölümsüzlüğü
Şiire yönelik ilginin giderek azalması da aynı sebebe mi dayanıyor acaba? Artık eskisine benzemeyen yeni bir şiir var ve biz -alışkanlıkların duvarını aşamadığımızdan- ona ulaşamıyor, onu anlayamıyor olabilir miyiz acaba? Yoksa bugün yazılan şiir bugünün dünyasını yansıtmaktan, bugünkü insanın duygu ve anlam dünyasına nüfuz etmekten aciz kaldığı için mi eskiden olduğu kadar ilgi çekmiyor?
Alıntı, Karar gazetesi yazarı İbrahim Kiras’tan…
“Bugünkü dünyada şiire yer yok mu?” başlıklı yazı dikkate değer bir konuyu gündeme taşıyor.
Sorularının bir kısmı ise itiraza açık…
Şiirin “eskiden olduğu kadar ilgi çekmediği” tezinin cevabı, aslında şiirin bu tür bunalımları hep yaşamasında.
Daha önce yazmıştım: İkinci Yenici şairler bugünkü okunurluklarına rağmen bir dönem “okuru şiirden soğutmakla” eleştirmişler, “az satıyor olmaları”nın nedenlerini açıklamak zorunda kalmışlardı.
Ülkü Tamer, “Bizim kitaplarımız 2-3 bin satıyor,” diyor ama Nâzım’ın da 6-8 bin sattığını hatırlatıyordu.
Turgut Uyar, “Geniş okur kitlesi dediğimiz, beğenileri ve eğitimi kötü, eksik, şartlandırılmış bir kitledir bana kalırsa. Halka yakın dilden murat, bu kitlenin diline ve duyarlığına yakınlıksa, yaptığım şiir beni daha çok mutlandırır,” diyordu.
Edip Cansever, “Gerçek şiir her dönemde çok az okuyucu bulabilmiştir,” diye açıklıyordu durumu.
Hasan Hüseyin’in bir yazısını anımsıyorum; arkadaşları “Şiirin devri geçti, başka şeyler yaz,” diyordu kendisine…
Haliyle genç kuşak şairler dün olduğu gibi şimdi de varlar, yazıyorlar, kalıcılıklarını zaman gösterecek.
Öte yandan “duygu ve anlam dünyasına nüfuz etmekten aciz kaldığı” ihtimaline katılmak da güç. Hangi şiir, hangi şairler? Cenk Kolçak, Emrullah Alp, Didem Gülçin Erdem, Beste Naz Karaca, İsmail Afacan gibi şairler geliyor bir çırpıda aklıma. Soru benim için düşüyor…
“Nitelikli ürün verilmiyor mu” aceleciliği yerine, şair nerde sorusuna gelmeden önce, okur nerde diye sormak gerekiyor. Bence şairler buralarda zira…