Share This Article
Bir süredir alternatif tiyatro salonlarında yeni ve farklı bir şeyler ortaya koymak için çabalayan gencecik ekipleri takip ettiğimden bahsetmiştim. Bunların arasında beni hayranlıktan deliye çeviren işler gördüğüm gibi çok iyi bir fikir gibi görünen ancak pratikte maalesef arzu edileni ortaya koyamayan işler de izliyorum. Bu oyunlara dair bir şeyler yazmaya en başta kasıtlı olarak yanaşmıyordum. Ancak bir süredir sektörden arkadaşlarla yaptığımız sohbetler bende “görece zayıf” kalmış oyunlara dair bir şeyler yazma ihtiyacı doğurdu.
Beğenmediğim, zayıf bulduğum, olmadığını düşündüğüm oyunlar için yazarken “kötü oyun” demeyeceğim çünkü yazacağım oyunların özellikle tiyatro yapma arzusu duyan ekipler tarafından sahneye konduğundan şüphe duymuyorum. Ancak bir süredir kontrol edilemez bir şekilde çoğalan tek kişilik anlatıların tiyatromuz açısından bir kısırdöngü yaratmaya başlaması beni biraz tedirgin ediyor.
Politik doğruculuk da yozlaştırır…
Bugünün sanırım en büyük sorunu bir şeylere “olmamış” diyemeyişimiz. Sanat üretimi, çok büyük bir emek ve zaman harcanarak ortaya çıkmış olsa da maalesef bazen başarılı olmayabilir. Çağımızı etkisi altına alan politik doğruculuk, ortaya çıkarılmış her işin bizzat sanat tüketen çevreler tarafından “emek” bağlamında “negatif” değerlendirmelerden arındırılmasına neden oluyor. Bunun da üretimi yozlaştırdığını ve bir adım ileri taşımaktan alıkoyduğunu düşünüyorum.
Sanat üretimi ile tüketimi arasında karşılıklı bir ilişki var. Sanatçı, eserinin “beğenilmeme” ihtimalini göze alarak, hatta belki de beğenmeyenlerin yorumlarından ders çıkararak üretmeye (ve belki gelişmeye) devam ediyor. Bu “daha iyisini yapabiliriz” düşüncesinden kuvvetle bir şeyler söylemek istiyorum. Politik doğruculuk o kadar büyük bir etki alanına sahip ki öncesinde yüz (!) paragraf açıklama yapmak zorunda kaldım!
Yeni sezon perdeyi aralayıp sahneye adım atan oyunlardan devam ediyorum. Bu sefer üzerine birkaç kelime söylemek istediğim oyun, 2023 yaz aylarında kurulan Tiyatro 2Bir’in ilk oyunu Altın Kafes. “Tiyatro dediğin nedir ki, iki kalas bir heves!” cümlesinden yola çıkarak kurulan Tiyatro 2Bir ekibi, Salih Ahmet Sak tarafından kaleme alınan, Osman Ataseven tarafından oynanan Altın Kafes oyunuyla eylül ayından beri sahnede. Öncelikle tebrik ediyor ve nice yıllar aynı hevesle üretmeye devam etmelerini umuyorum.
Altın Kafes, Tiyatrolar.com’daki yüksek yorumundan etkilenerek gittiğim bir oyun. Oyunu Taksim Ara Sahne’de seyrettim. Osman Ataseven’in siyah gömlek, siyah pantalon ve bir beyaz kaftanla çıktığı sahnede (yanlış hatırlamıyorsam) neredeyse 10 karaktere hayat verdiği oyunda olmadığını düşündüğüm şey oyunculuk değil, metin.
Daha iyi bir dil mümkün!
Altın Kafes, “Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır” sloganından yola çıkarak, kullanılan dil nedeniyle bugüne ait olmayan bir zamanda geçtiğini düşündürüyor. Oyunla ilgili bir şeyler yazmadan önce biraz araştırma yapmak istedim ve Youtube’da Nedret Avşar’ın prömiyerden önce ekiple yaptığı çok kısa bir söyleşiye denk geldim. Oyunun yazarı Salih Ahmet Sak ve oyuncusu Osman Ataseven, “tarihten beslenen bir oyun ama tarihi bir oyun değil,” diyorlar oyunun konusunu anlatırken.
Çok fazla tekrarlanan Osmanlıca kelimeler, oyuna hâkim bir dil ve zaman yaratmaya çalışıyor ancak araya sokuşturulan ve bence eğreti de duran güncel sözcüklerle bu denklem sürekli bozuluyor (Bu cümle spolier içerir). Tüm zamanlara hitap eden bir akış kurmak istediklerini anlıyorum ancak kullandıkları dil ve hikâyenin bizzat kurgusu en başta buna imkân vermiyor. Vezirler, sultanlar, ulaklar havada uçuşurken hikâyenin kızıştığı bir anda oyunu bölen “canlı yayın” ve “haber programı” sahnesinin izleyeciyi başından beri kurgulanan evrenden kopardığını ve “evet, bu bir oyun” algısına sürüklediğini düşünüyorum.
Bir iktidar mücadelesinin sonucunda pek istemese de kendini bir tahtın üstünde bulan karakterimiz, sahip olduğu gücü nasıl yöneteceğini bilemeyince içindeki iyi ve kötü arasında savrulup duruyor. Gücün, kim olursa olsun kişiyi derinlere ittiği pek çok duygu ve eylemle yüzleştirebileceğini gösteriyor bize Altın Kafes. İyiliğin ve hoşgörünün ancak yeteri kadar kaygı duyulursa gerçek bir sınavdan geçebileceğini, her şeye sahip olmanın ve her şeyin üstünde olmanın iyi kalmayı güçleştirebileceğini…
Oyunun ele aldığı tema fikir olarak güzel geliyor. Gücün yozlaştırıcı etkisi tarih boyunca her millette ve her iktidarda tekrar tekrar kanıtlanmış evrensel bir deneyim. Özellikle bugünün sosyopolitik düzeninde benzerlik kurabileceğimiz pek çok olayla da destekleniyor olması güzel ancak keşke bu hikâye daha güçlü bir evren yaratabilseydi.
Anne hikâyenin neresinde?
Genç yazarımızın eski Türkçeyle, yakın tarihle ve kadim anlatılarla ilgili olduğuna ikna oldum. Ancak bu ilgiyi kurgusal bir metinle aktarmakta zorlandığını düşünüyorum. Hikâye birkaç farklı üslupla akıtılmaya çalışılmış. Yazarımızın kafasında birden fazla fikir varmış ancak hangisini öne çıkarmak istediğine karar vermememiş gibi hissettim. Yazı, pek çok usta yazarın altını defalarca çizdiği gibi, çok fazla pratik isteyen ve pratikle güçlenen bir üretim alanı. Burada yazdıklarımla kimseye haksızlık istemem ama bu metin sanki birkaç kez daha bozulup yazılabilir gibi geliyor bana.
Bu güç ilişkisinin arkasında birkaç sahneyle ortaya atılan ancak yeteri kadar anlatılmadığını düşündüğüm bir de “anne-oğul ilişkisi” teması var. Yazarımız, hayli baskın ve “iktidar” üzerinde “iktidar” kurmaya hevesli bir kadın imajı yaratmış ancak bu karakterin ana karakterle arasındaki çatışma yeterince aktarılamamış.
Ana karakterimiz Kartal, gücün sarhoşluğu ile akıttığı kanların ardından aslında olduğu kişiden ayrı düşmemek için attığı her adımla gerçekten bir kafesin içindeymiş gibi debelenirken ara ara bir “anne” çıkıyor sahneye. Bu annenin karakterin üzerindeki etkisini tam olarak anlayamıyoruz. Halbuki finalde annenin hem karakter hem hikâye açısından hayati bir öneme sahip olduğu gösteriliyor bize. Bu bende bir türlü oturmadı açıkçası.
Eren Uğurhan’ın ışık tasarımı, hikâyeyi destekleyen bir yöntem geliştirmiş. Osman Ataseven’in karakterler ve sahneler arasındaki geçişi ışık ve renk değişimi ile gerçekleşiyor. Bu fikir hoşuma gitti. Osman Ataseven’in oyunculuğu tatmin edici. Sanırım hikâyeyi taşıyan asıl şey de bu. Aynı sahne içinde defalarca değişen karakterlerin arasındaki geçiş çok başarılı. Seyirci her geçişte şimdi hangi karakteri izleyeceğini anlıyor. Tek kişilik ancak çok karakterli oyunlarda bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda, izlediğim oyunculuktan memnunum.
Altın Kafes, hikâye olarak güzel bir fikir ancak bence biraz daha uğraşılması gerken bir oyun. Bu şartlarda elini taşın altına koyup sahneye çıkma cesareti gösteren bu genç ekibin daha fazlasını yapabileceğine inanıyorum.