Share This Article
Asmalı Sahne Tiyatro Kurucusu Muharrem Uğurlu, bir röportajında “Tiyatro sezonu diye bir şey yoktur. Tiyatro her zaman oynanmalıdır” demişti. Bu düşünce her geçen gün özellikle bağımsız tiyatro ekipleri arasında hızla yaygınlaşıyor… Tiyatronun sezon kapatması elbette tiyatro sahiplerinin bireysel tercihleriyle ilerleyen bir süreci temsil etmiyor. Gişenin azalması, seyircinin salonlardan ziyade parklara bahçelere doluşmayı tercih etmesi ve nicesi… Bu yüzden yaz festivalleri seyirci için de tiyatro sanatçıları için de can suyu niteliğinde…
Bu hafta pek çok tiyatro haziran ayı takvimlerini duyurdu. Yaz festivalleri dışında temmuza kadar (belki sonrasında da) gişe açmaya devam edecek oyunlar olduğu gibi sezonu kapatmak zorunda olan, yazı boyunca sınırlı sayıda seyirciye perde açamayacak ekipler ve oyunlar da var. Kadıköy Pax Sahne’de düzenlenen Yerli Oyunlar Festivali sayesinde bu oyunlardan biriyle tanışma fırsatım oldu. Fırsat diyorum, bu oyun “izlediğim için çok şanlı” hissedeceğim oyunlardan biri çünkü…
Yapı Tiyatro’nun “O Zaman Küs Ölene Kadar” oyunundan bahsediyorum… O Zaman Küs Ölene Kadar, sezon başından beri listemde olan oyunlardan biriydi. Ama konu olarak bir süredir yüzleşmeye hazır olmadığımı düşündüğüm bir konuyu ele alması bu oyunu izlemeyi sürekli ertelememe neden oluyordu. Yapı Tiyatro’ya sezonun son temsiline bizi davet etme nezaketi gösterdikleri için çok teşekkür ederim, onların davetiyle artı ertelemeyi bıraktım ve izlemediğim her gün için pişmanlık duymaya başladığım bu oyunla tanışmış oldum.
Harika oyunlar izlemenin dayanılmaz hafifliği…
İki sezondur sahnede olan O Zaman Küs Ölene Kadar oyununun bu kadar sessiz sedasız seyirciyle buluşması beni bayağı şaşırttı. Bugün sosyal medyada allanıp pullanan çoğu oyundan daha iyi bir metin, çoğu oyundan daha iyi bir sahne tasarımı, çoğu oyundan daha iyi oyunculuklara sahip çünkü. Birkaç küçük boşluk dışında neredeyse kusursuz diyeceğim bu oyunu, Doğaç Gözüdeli yazmış. Gencecik bir yazarla karşı karşıyayız ancak metinde bu ‘gencecikliğin’ aksamalarının emaresi yok!
İzlediğim şeyin iyiliğinin üzerime geçirdiği şaşkınlığı bir kenara bırakıp biraz oyundan bahsedeyim artık! Bu oyunu hepiniz bilmeli, aklınıza kazımalı ve ilk gördüğünüz temsile koşa koşa gitmelisiniz… O Zaman Küs Ölene Kadar (OZKÖK diye bahsedeceğim yazının kalanında) oyunu için hazırlanan tanıtım metninde de dediği gibi
İki kardeşin, iki farklı zamanda, birlikte tuttukları iki yas hikayesidir.
Ancak bu, dramatik sahneler ve aforizma kokulu monologlar izleyeceğimiz anlamına gelmiyor. İyi anlamda söylüyorum bunu, oyunun büyüsü yası ona giydirilmiş anlamlardan arındırıp biricikliğinin altını kalın kalın çizmesinden kaynaklanıyor çünkü…
Toprağı kurumamış mezarlar ve dinmeyen gözyaşları
Bir mezarlıkta açıyoruz oyunu. Nilsu Baldan imzalı sahne tasarımına gördüğüm anda bayılıyorum. Cem Yılmazer‘in şahane ışıklarıyla uzun ağaçların arasına düşen gölgeler, karanlığın derinliği ve Pax Sahne’nin kullanışlı oyun alanı, kesinlikle bir mezarlıkta olduğumuzu düşündürmeyi başarıyor. Uzun süredir görmediğim başarılı bir sahne tasarımı bu. Sahnenin orta yerinde toprağı henüz kurumamış bir mezar var. Bu ıslak toprağı izlerken bir ölümün ardından söylenenleri izlemeye hazırlıyorum kendimi. Derken sarı bir ışık düşüyor sahneye. Islak mezarın başında ağlayarak çikolatalı sütünden içen bir çocuk: Mehmet Taşyürek.
Doğaç Gözüdeli ve Mehmet Taşyürek, iki kardeşe hayat veriyor. Bu iki kardeşin hem çocukluk ilişkisine hem de yetişkinliğin yükü altında büründükleri kimliklere detaylıca hakim oluyoruz. Oyunun yazarı da olan Doğaç Gözüdeli, ağabeyi canlandırıyor. Mehmet Taşyürek küçük kardeşi. Birbirinin tamamen zıttı bu iki kardeş, iki büyük kaybın acısıyla baş etmeye çalışıyor oyun boyunca. Çocukluk dönemlerini işleyen sahnelerde kedileri Rey Mysterio‘nun yetişkinlik dönemlerini işleyen sahnelerde ise babalarının kaybıyla…
Keder nerede biter, yas nerede başlar?
Kayıp, insanlığın var olduğu günden beri anlamaya ve sindirmeye çalıştığı epey dikenli bir mevzu. Psikologların ve psikiyatrların yanı sıra felsefeciler, sosyologlar ve antropologlar da sık sık kaybın idrakı ve yasın işleyişiyle ilgili yeni şeyler söylüyor. Kayıp ve yas, neredeyse 4 yıldır benim de üzerine çok fazla okuduğum ve düşündüğüm kavramların başında geliyor. Bu oyunun büyüsü biraz kişisel bir yerden kendi kendini yaratmış olabilir bu yüzden…
Oyunu benim için iyi ve anlamlı kılan şey, neyden bahsettiğinin farkında olması. Peki bu ne demek? OZKÖK, bir kayıp karşısında duyulan keder ile ardından yaşanan yasa ilişkin, ikisinin birbirinden farkına ilişkin belirgin çizgiler çekiyor. Doğaç Gözüdeli bunu doyurulmaya çalışılan bir entelektüel merakla mı yapıyor yoksa tamamen tesadüfi mi bilmiyorum ama ortaya çıkan şey son derece başarılı. Yasın biricikliği, kaybın kederinden farklı ve matematiği olmayan süreçlere gebe olması oyunda o kadar kusursuz aktarılmış ki izlerken inanamadım!
İngiliz psikanalist ve yazar Darian Leader‘ın kült kitabı Depresyon, Yas ve Melankoli, yasın kavramsal algısını kırıp pratikteki yansımalarını anlamamıza yardım ettiği için konuya dair en sevdiğim kitaplardan biri. Depresyon, Yas ve Melankoli’de Leader, “Keder kayba vereceğimiz ilk tepki olabilir ama keder ve yas tam olarak aynı şey değildir” diyor. Bunu Freud’dan alıntılayarak açıyor sonrasında:
Yas, kaybettiğimiz kişilerden kendimizi ayırdığımız uzun ve acı verici bir süreci içerir. ‘Yasın İşlevi’ diyor Freud, ‘sağ kalanların anılarını ve umutlarını ölen kişiden ayırmaktır.’ Yas bu durumda kederden farklıdır. Keder kayba verdiğimiz tepkidir. Yas ise bu kederi işlemden geçirme şeklimizdir.
Kederi ve yası yaşama biçimimiz bu yüzden her zaman herkesten farklı, dahası biriciktir. Üstelik yaşadığımız kayıp ortak bir kayıp bile olsa… Kardeş bile olsak… Yas biriciktir. OZKÖK, iki kardeşle tanıştırıyor bizi. Yaşamla ağabeyine göre daha sağlıklı bağlar kurmayı başarabilmiş, duygularını dışarı göstererek yaşamayı öğrenmiş ve bununla barışmış küçük kardeş var bir tarafta.
Kardeşine nazaran başarısız bağlar kuran ve hatta bazen kuramayan, duygularını olduğu gibi yaşamaktan ziyade kabul görmeye, onaylanmaya, desteklenmeye ve görülmeye ihtiyaç duyan, görece daha “umursamaz”, görece daha bencil, görece “akışkan” bir ağabey diğer tarafta.
Bağ kuranla kuramayanın kederi bir mi?
Bu iki kardeş aynı evde ve aynı ailede büyüyor. Ama belli ki aynı anne babayla büyümüyor. Burada kavramsal bir farklılıktan bahsediyorum. Anne ve babamızla kurduğumuz ilişki kaç kardeş olursak olalım kardeşlerimizin anne ve babamızla kurduğu ilişkiden tamamen farklıdır. Anne ve baba fiziksel olarak bir tanedir ancak her çocuğun deneyimlediği anne ve baba birbirinden farklı ve birden fazladır. Bu yüzden onların kaybında hissedeceğimiz keder de tutacağımız yas da birbirinden çok farklı olacaktır.
OZKÖK, bu iki farklılığı ortaya döküyor. Bu metin, bir babanın kaybını kulaktan dolma bilgiler ve toplumsal öğretiler perspektifinden sunmuyor. Babanın kaybı çocukların özelinde nasıl bir yol izliyor onu görüyoruz. Küçük kardeş, babanın onu görmesine, duymasına ya da onaylamasına ihtiyaç duymamış olan küçük kardeş, kederinde yani kayba karşı verdiği tepkide yaşamın sürekliliğini gözetiyor sürekli. Cenaze evindeki ihtiyaçlar, annenin idare edilmesi, ortada olmayan ağabeyin aranması, bunların hepsi onun ilgilendiği şeyler ve kaybı da bu ilgilendiği somut şeylerin içine sığdırmaya çalışıyor. Ona göre doğru ve olması gereken bu.
Ağabeyin babanın kaybı karşısında verdiği tepki bundan tamamen farklı. Bağ kurma konusunda başarısız ağabey, babanın kaybı karşısında babanın dışında kimseye karşı bir sorumluluk duymuyor. Onun için bu durumda önemli olan tek şey babayla gerçekleştirilememiş bir veda. Ancak bunun için de dramatik monologlara ihtiyaç duymuyor. Kayıp karşısında vereceği tepkiye değil, içinden taşan duyguya odaklanıyor. Cenaze evinde taşınması gereken ayranlarla ilgilenmiyor. Babayla yapılamamış yüzleşme diğer her şeyden, belki babanın kaybından bile daha anlamlı onun için.
Oyun ilerledikçe diyaloglar kederin ağırlığından arınıyor. Küçük kardeş de ağabey de laf arasına kendi babalarına ilişkin deneyimlerini sıkıştırıyor. Oyunu tamamen gerçek kılan şeylerden biri de bu sadeleşme. Bir kayıp yaşayanlar çok iyi bilecektir, cenaze evleri ölünen arkasından uzun hatıraların paylaşıldığı katarsis odalarından çok farklı yerler. Cenaze evleri, gündelik yaşama dair çok basit ve saçma tartışmalarla, durduk yere başlayan gülüşlerle dolu yerler. Yas, cenazenin kalktığı o 7 günde tamamlanan portatif bir süreç olmadığı için kaybı yaşayanlar bunu o 7 güne sığdırmaya çalışmaz.
Öfkemizden ve utancımızdan sıyrılmadan yüzleşebilir miyiz?
Nitekim oyunda da böyle oluyor. Mezarlıkta geçirilen o gece, iki kardeşin yasını tuttuğu gece değil, kayıpla yüzleştiği gece olarak sunuluyor bize. Bu son derece gerçekçi bir detay. Küçük kardeş öfkesinden, ağabey ise utancından arındıkça yaşadıkları kayıpla yüzleşiyor. Yas daha başlamadı bile, mezarlıktan çıkarken onlar da fark ediyor bunu.
Doğaç Gözüdeli‘nin ilk oyunu olan OZKÖK, matematiği çok iyi hesaplanmış bir metin.
Genç yazarımız karakter yaratma konusunda son zamanlarda sık rastlamadığım bir maharete sahip. Hatta yazarlığının oyunculuğunun önüne geçtiğini söylesem kendisine haksızlık edeceğimi sanmam. Bu kadar ağır ve karikatürize edilmeye müsait bir konuyu bir baba kaybı yaşamadan gerçekliğe bu kadar yakından anlatmak sadece gözlemlemekle mümkün olabilir mi bilmiyorum. Ama kendisi bunu başarmış.
Rol arkadaşının canlandırdığı karakteri kendisinin canlandırdığı karakterden daha başarılı yazdığını düşünüyorum. Belki de Mehmet Taşyürek‘in nefes kesen oyunculuğu bana böyle düşündürüyordur… Doğaç Gözüdeli‘yi de Mehmet Taşyürek‘i de dün gece ilk defa seyrettim. Taşyürek’in oyunculuğuna gerçekten hayran kaldım.
İmer Özgün’ün iki zaman arasında geçişli rejisi ve iki karakterin bu geçişler boyunca büründükleri diğer karakterler aksamalara çok müsait bir tablo yaratıyor. Ancak oyuncular aksamıyor. Özellikle Mehmet Taşyürek, ışık her değiştiğinde sesiyle ve duruşuyla değil, gözlerindeki ışıltıyla bile bir karakterden diğerine geçtiğini anlatıyor seyirciye.
Doğaç Gözüdeli‘nin şahane bir gözlemci olduğunu düşünüyorum. Çocuk bilincinin akışkan gerçekliği, iki çocuk karakterde de çok başarılı aktarılıyor. Yetişkin olmanın keskin sınırları çocukluğun akışkan gerçekliğiyle o kadar güzel bir ahenk tutturuyor ki her sahne geçişinde kalpten bir sempati besliyorum oyuna karşı.
Yeni sezonda vakit kaybetmeden izleyin
İki sezondur sahnede olmalarının etkisi mi, tiyatroyu çok severek yaptıkları için mi bilmiyorum ancak ikisi de sahneye ve oyuna oldukça hakim. Bir sahnede değil de gerçekten bütün kederleriyle sığındıkları bir mezarlıkta gibiler. Oyun boyunca bir açık aradım. Oyunun akışını ya da derdini boşa düşürecek bir açık bulamadım. Bu oyuna dair tek yapıcı eleştirim sanırım ağabeyin babayla ilişkisine ve bu savrulmuş karakteri besleyen kedere dair biraz daha detay bilmek istememi söyleyebilirim. Burada travmatik bir tetikleyici değil beklediğim. İki kardeş arasında dev bir uçurum yaratan bu babanın ağabeyi görmediği anlara ve ağabeyin çocuk kırgınlıklarına dair birkaç bilgi daha sadece.
Ama asıl eleştirim nasıl olur da bu oyunun reklamını yeterince yapmadıkları olabilir. OZKÖK, 2024 Direklerarası Tiyatro Ödülleri’nden “Umut Veren Yeni Tiyatro Grubu”, 2024 Üstün Akmen Tiyatro Ödülleri’nden “Yılın Yerli Oyun Yazarı” ödüllerini almış. Bu ödüller anormal değil, sonuna kadar hak edilmiş ödüller ancak bu oyunun adını daha fazla duymamıza yardım etmemiş. Yapı Tiyatro bu yaz otursun, ‘oyundan nasıl daha çok bahsedebiliriz’in yolunu düşünsün. Tiyatro tutkunları ilk fırsatta koşup onları izleyecek zaten.