Share This Article
İnsan, dünyanın kuruluşundan ve etrafında olup bitenlerden sonra kendisine kafa yorup yaşananları hikâyelerle açıklamaya girişmesinden doğan mitleri kuşaktan kuşağa aktardı.
Doğayı anlamaya uğraşan, ardından yaşamı kavramaya çabalayan kişi, “İnsan nedir? sorusuyla bu süreci taçlandırdı ve yüzünü eski hikâyelere döndü. Bu noktada mitler kurucu bir rol üstlenip yanıtlar bulmayı sağlarken yeni sorular da doğurdu. Başka bir deyişle insanın insanlaşma, üretme, düşünme ve yaşama süreçlerini anlatan mitler, var oluşa ve yok oluşa ilişkin sunduğu açıklamalarla hem simgesel hem de hayatî hikâyeler şeklinde öne çıktı.
İsmail Gezgin, “Mitler bize ne anlatır?” sorusu etrafında biçimlendirdiği ve “Homo Sapiens’in Trajik Öyküsü” alt başlığıyla yayımlanan Gılgamış’ta, bahsi geçen hikâyenin önemini vurguluyor:
Mitos, yersiz-yurtsuzları dilde sabitleyen, dönüşen-değişeni donduran, kaotik ve ele geçirilemez olanı kozmosa taşıyan bir evreni dillendirir. İnsanın bilme arzusunun temelindeki bu dil evreni, kökene kadar uzanır ve ihtiyaca binaen varlığın sığrılabildiği bir tarih inşa etmeye izin verir. İnsanı hominidlerin bir ara form hayvanı olmaktan azat edip ona kendine içkin yenilenme olanağı sağlar. Böylece ‘İnsan nedir ve nereden gelir?’ soruları arzulanan anlamı kazanır.

Mitlerin bir başka özelliği doğuma ve ölüme dair anlatılar sunması. Aynı zamanda insanı bir hakikat arayışına doğru yönlendirmesi. İnsanın Homo Sapiens hâline gelmesinde ve ölümü anlama ya da ölümsüzlüğü arama sürecinde, bu hakikat arayışını barındıran mitlerin önemli bir işlevi var. İşte Gezgin, “Homo Sapiens’in kurucu miti” dediği Gılgamış’a bu manada bir parantez açıyor:
Gılgamış metni, birkaç bin yıl öncesi iktidarının hakikat rejimleriyle üretilen ve Mezopotamya insanının zihnini işgal eden evren algısının kurucu metnidir. Zira hakikat, gündelik yaşam içerisinde gerçekliğin kesilip biçilmesi ve başka bir paradigmayla birleştirilerek yapılan insan ve hatta iktidar merkezli inşa sürecidir. (…) Gılgamış’ın hikâyesi, aynı zamanda yaşamanın ve doğru yaşamanın toplumsal kabulüyle toplumların algılarını mühürleyen bir metindir. Tüm dünyevi problemlere etkili bir söylemle yaklaşırken yeryüzünün iktidarının diliyle göklerin kontrolündeki evrenin zihinlerdeki işgalini gerçekleştirerek okurunu (…) daha ziyade dinleyenleri büyülüyor ve rolünü kusursuz oynayan birer aktöre dönüştürüyordu.
Ölüm kaosundan devşirilen güç
Ölümden korkmasa da ölümden sonraki akıbetten çekinen ve ölümsüzlüğü arayan Gılgamış’ın hikâyesinin anlatıldığı mit, Hesiodos’un Theogonia’sı gibi bir yaratılış öyküsü olarak nitelendirilebilir: Varlığın, dünyanın, insanların, hayatın ve tanrıların nasıl ortaya çıktığına ilişkin hikâyeler içeren bu Mezopotamya metni; insanlara hayatın anlamıyla ilgili çeşitli fikirler verirken kişiye kim olduğunu, nereden geldiğini ve nereye gittiğini öğretiyor.
Yoktan var eden ve eldeki malzemeyi biçimlendiren Marduk’un yanı sıra yarı tanrı yarı insan, Uruk Kralı Gılgamış’ın varlığı, mitin bir diğer önemli yönü.
Gılgamış’ın ve Enkidu’nun sedir ormanlarına dadanması ise Homo Sapiensleşme sürecinde büyük bir adım. Fakat Gılgamış’ı oraya sürükleyen, esasında kim ve ne olduğunu anlama çabası. Başka bir deyişle bilme gayreti:
Ölüm, bir özne için hedeflerinin tamamlanması değil, bir arzu nesnesiydi ve yaşam, ölüm yolculuğuna dönüşüyordu. Bu düşüncenin mitik bir formu olarak Gılgamış anlatısı, daha en başında kralın ismindeki bilme eylemine vurguyla perdeyi açar.

“İnsanın Homo Sapiens hâline gelmesinde ve ölümü anlama ya da ölümsüzlüğü arama sürecinde, bu hakikat arayışını barındıran mitlerin önemli bir işlevi var. İşte Gezgin, “Homo Sapiens’in kurucu miti” dediği Gılgamış’a bu manada bir parantez açıyor.”
Gezgin, Gılgamış mitinin “Akdeniz uygarlığının kurucusu Homo Sapiens’in öyküsünü anlattığını” söylerken “bilen, akıllı ve bilinçli Homo Sapiens’in arzularını her şeyi bilip gören Gılgamış’ın üstlendiğini” hatırlatıyor. Peki, Gılgamış’ın gördüğü şey(ler) neydi? İlkin, ölümün kaçınılmazlığının varkına varıyor o. Buradan hareketle doğru hayatın nasıl yaşanacağına kafa yorup kendisinde neyin eksik olduğunu düşünmeye koyuluyor:
İnsanın eksikliği meselesi, Gılgamış mitinde çok kritik bir rol üstlenir. Ölümle karşılaştığında bu kurucu eksiklik onu yolundan çevirir, akışın dışına çıkmaya zorlar ve tümlenmeye iter.
Yarı tanrı yarı insan Gılgamış’taki eksiklik, aynı zamanda uygarlığın kuruluşu ve ilerleyişi için önemli bir eşik. Gılgamış’ın anlama ve eylem yolculuğunu gölgeleyen şey ise ölüm. Diğer bir ifadeyle “ölüm bilgisi.” Gılgamış da tüm varlığını bu bilgi üzerine inşa ediyor. Dahası var elbette:
Gılgamış ve benzerleri, oturduğu tahtın gücünü ölümün kaosundan devşirirken taçlarını göksel referanslarla inşa ediyor, zihinlere nakşettiği son bilinci ile insan düşüncesinin ve bedeninin sınırlarını çiziyordu. Çünkü bu son, onları sonsuza dek yaşatacak iktidarı sağlıyordu: Böylece sonsuzluk tanrıların, uygarlığın ve iktidarın ayrıcalığı hâline gelirken görünenin kılavuzluğuna soyunabiliyordu.”

‘Doğanın dilini kesme’ girişimi
Gezgin, mitlerle kurulan evren tablosu içinde Gılgamış’ın yerini anlatırken düştüğü notla hem hikâyenin bam teline basıyor hem de ana karakterin neden önemli olduğunu ortaya koyuyor:
Gılgamış miti, tam da bugünlerde duyulan ihtiyaçların bir karşılığı, bir yanıtıdır. Tanrılardan her şeyi görme ve bilme onayını aldıktan sonra halkına hakikati anlatan, bu sonlu yaşamın kader olduğunu, bundan kaçılamayacağını zihinlere imleyen bir mittir Gılgamış.
Öte yandan Gılgamış mitinin, Mezopotamya’nın coğrafi özellikleriyle (dağları, düzlükleri, ormanları ve nehirleri…) şekillendiğini hatırlatıyor Gezgin. Dolayısıyla Gılgamış’ın yaşadığı bölge, Homo Sapiens’in biçimlenişinde önemli rol oynuyor.
Her şeyi bilen ve gören Gılgamış, kimsenin görüp bilmediklerini anlatarak “halkını aydınlatan” kişi olma özelliğine de sahip. Bu yönüyle ölümün bir son değil, döngünün bir parçası olduğunu da öğretiyor. Böylece hem bir evren algısı ortaya koyuyor hem de öte dünyaya işaret ediyor. Söz konusu özelliği, Gılgamış’ın güçle ve iktidarla ilişkisini de resmediyor.
Gezgin’in Gılgamış’ı ilk Homo Sapiens diye nitelemesinin nedeni, onun dünyaya dair sancılarını hafifletme çabasıyla ilgili. Dolayısıyla kurgulayan, düzenleyen, öğrenen ve öğreten kişi olmasıyla ilintili bu durum. Bununla birlikte, Gılgamış’ın hikâyesinin başka ve hayatî bir tarafı daha var ki Gezgin’in anlattıklarının özünü yansıtıyor:
Gılgamış ve benzerlerinin öyküleri, tanrıların krallarla akraba olabildiği, zengin ve güçlülerin diğerleri üzerinde acımasız biçimde hak iddia edebildiği bir dönemin öyküsüydü. Gençler, yaşlılar, kadınlar, erkekler, işçiler, askerler, cariyeler, anneler, babalar, rahipler, tapınak görevlileri, avcılar bu öykünün figüran ötekileriydi. Doğa, ağaçlar, kuşlar, aslanlar türcülüğün örgütlendiği, kurulduğu bu mitosun ‘her şey insan içindir’ şiarının gereği ilk gözden çıkarılanlarıydı. Deneyimleyen, konuşan, anlatan ve yazan insan, sözünü üstlendiği doğanın dilini kesmeyi kendine misyon edinmişti.
Gılgamış, İsmail Gezgin, Pinhan Yayıncılık, 224 s.
