Share This Article
Édouard Louis, kaleme aldığı otobiyografik romanlarda, homofobiyi ve şiddeti sorgulayan, toksik erkekliği, ırkçılığı, cinsel saldırıları ve LGBTİ+ düşmanlığını hatırlatan bir yazar. Faillerin ve mağdurların muğlaklaştırılarak nefret söylemi ve eyleminin sıradanlaştırılmasını eleştiren Louis yalan, şiddet ve korku sarmalına itilen karakterlerle buluşturuyor bizi. Özellikle de toplumsal ve resmî ayrımcılıktan, şiddet ve nefretten mustarip LGBTİ+’larla.
Ötekileştirilip yabancılaştırılan LGBTİ+’lardan yana zar atan Louis hatırlamanın, hesaplaşmanın ve özgürleşmenin önemine atıf yapıyor: Kişiyi belli kalıplara hapsederek kimliksizleştirmek isteyenlere, tektipleştirmeye ve ahlak kisvesi altında şiddet üretenlere karşı çıkan Louis, paradigmalar ve resmî tezler yerine bireyin özgürlüğünü, özgür bireylerden oluşan toplumu savunuyor.
Ken Loach ise çektiği filmlerde, alt tabakadaki insanlara; dar gelirlilere, sokakta yaşayan çocuklara, güvencesiz çalıştırılan işçilere ve işgal edilen ülkelerini savunan direnişçilere yoğunlaşan sosyalist bir yönetmen.
“Ülke ve Özgürlük“, “Özgürlük Rüzgârı“, “Üzgünüz, Size Ulaşamadık“, “Minik Kuş, Minik Kuş“, “Kerkenez“, “Ayak Takımı“, “Ekmek ve Güller” gibi kült filmlerinde, emekçilerin ve ötekileştirilenlerin hâlipürmelalini karşımıza getiren Loach, eleştirel bir tavır takınıyor. Göçmenleri, kayıt dışı çalıştırılanları, başkaldıranları, hızla büyümek zorunda kalırken çocukluğunu yaşayamayanları ve hükümetlerin ezip geçtiği işçileri filmlerinin merkezine yerleştiriyor. Kısacası hem uzaktaki hem de hemen yanımızdaki eşitsizlikleri eleştirmeyi vicdani bir görev sayıyor.
2yaka, her pazar haftanın öne çıkanlarını e-posta kutunuza taşıyor.
Var olma ve yaşama uğraşının, sosyalistlerin ve devrimcilerin, haksızlığa uğrayanların, mevcut ekonomik ve politik sistem tarafından “sosyal atık” diye nitelenenlerin anlatıcısı İngiliz yönetmen Loach ile Fransız yazar Louis’yi bir söyleşide buluşturan ise sinemanın ve edebiyatın politika üzerinden yaşama yansıması. Bir başka ifadeyle sınıf çelişkilerinin, şiddetin, ayrımcılığın ve popülizmin sanat, siyaset ve edebiyat bağlamında tartışılması. İşte Loach ve Louis, Sanat ve Siyaset Konuşmaları’nda tam olarak bunu yapıyor; solu ve yükselen aşırı sağı, popülizmi ve milliyetçiliği, hem ortak bir bakış açısıyla hem de bir yönetmen ve yazar gözüyle enine boyuna değerlendiriyor.
Siyasetin çifte şiddeti
Loach’ı ve Louis’yi buluşturan temel mesele ezilenler, ayrımcılığa uğrayanlar ve şiddet mağdurları. İkili bu yakıcı sorunları sanat ve politika ekseninde, birbirinin eserlerini göz önünde bulundurarak tartışıyor. Ezilenlerin dışlanması ve dışlananların ezilmesi de tartışmanın hayatî noktalarından.
Loach’ın ifadesiyle “çalışmanın doğasının değişmesi”, güvencesizliğe sürüklediği insanları şiddete açık hâle getiriyor. Dolayısıyla yaşamanın doğası da değişince hükümetlerin ve işverenlerin gözünde insanların pek bir değeri kalmıyor. Bunun sonucunda ölüm kolaylaşıyor. Louis şöyle diyor: “Siyaset bir ölüm kalım mücadelesidir; yaşam ve ölüm, aslında cinayet.”
Siyasetçiler, işçinin nasıl “yaşayıp” öleceğine de LGBTİ+’ların ne kadar var olacağına da karar vermeyi kendine hak görüyor. Neoliberal kapitalist sistemden güç alan politikacılar, Loach’ın hatırlattığı Teacther örneğindeki gibi sermayedarlarla işbirliği yaparak toplumları gözünü kırpmadan çürümeye terk edebiliyor.
Loach’ın ve Louis’nin tartıştığı bir başka konu, tepeden topluma yayılan şiddet. Diğer bir ifadeyle şiddetin üretimi ve iletimi. Louis, hem yüzleştiği hem de kitaplarında işlediği “siyasetin çifte şiddetinin” yaşama yansımasıyla ilgili bir örnek veriyor:
Babamın yüzleşmek zorunda kaldığı ekonomik koşullar o denli güç olmasaydı belki de çocukluğumda eşcinselliğime, bende ‘anormallik’ olarak gördüğü şeye daha anlayışlı yaklaşırdı. Siyasetin şiddetinden bahsederken ekonomik şiddetin bu ikinci yüzünü, siyasetin iç yüzünü hiç düşünmüyoruz…
Loach, insanlara sendikal örgütlenmeyi ve yan yana gelerek kurulu düzeni değiştirmeyi önerirken “ilk önce iktidar sahiplerinden kurtulmamız lazım” diyor. Louis ise ses çıkarmanın önemini vurguluyor:
Edebiyat ya da siyaset düzleminde sürekli ‘mağduriyet’ten bahsediliyor; sanki insanlar olması gerekenden fazla şikâyet ediyormuş, sanki dünyanın asıl sorunu insanların kendilerini gereğinden fazla mağdur olarak göstermeleriymiş gibi bir algı oluştu. ‘Mağduriyet’ sözcüğü egemenlerin ezilenleri utanca ve sessizliğe mahkûm etmek için kullandığı retorik ve politik bir stratejidir. Buna karşı bir tespitle yanıt vermek gerektiğini düşünüyorum: Neden insanlar bu kadar acı çekiyorken; bu kadar yoksulluk, toplumsal şiddet ya da cinsel şiddet varken, ‘Şunun mağduruyum, şunun mağduru oldum’ diyebilmek de bir o kadar zor?
Solun dilinin ve eylemlerinin sağcılaşması
Geçmişten bugüne pek değişmeyenlerin yanı sıra güncel meseleler üzerine de tartışıyor Loach ve Louis. Örneğin aşırı sağın ve popülizmin yükselişi.
Loach, aşırı sağın popülist ve milliyetçi söylemlerinin ardından büyük şirketlerin çıkarlarının gizlendiğini düşünüyor. Louis ise solun kendilerini görmediğini iddia edenlerin aşırı sağa yöneldiğini ve söz konusu yükselişin bu yönüyle biraz karmaşıklaştığını belirtirken bir gözlemini aktarıyor:
Farklı kültürlerde, farklı ülkelerde, farklı partilerin aynı siyasi güzergâhı izlemesine yani halk sınıflarının solun söylemlerinden ve mücadelelerinden silinmesine şahit olmaksa gerçekten ilginç. Fakat bu durumun tek izahının bu olduğunu sanmıyorum çünkü merkez solun toplumun en güvencesizlerini görmezden geldiği tüm bu ülkelerde radikal sol partiler de mevcut: Onlar nasıl oluyor da halk sınıflarının desteğini almayı başaramıyor? Neden aşırı sağ partiler gibi müthiş bir yükselişe geçemiyorlar? Bana kalırsa bu sol partilerin en büyük sorunu düşünce sistemlerini yenilemekten âciz olması: Mesela kadın meselesini sınıf sorununa nasıl eklemliyorlar?
Loach, bu konuya bir başka noktadan yaklaşarak solun, halkın güvencesiyle ya da ücret mücadelesiyle değil, şirketlerin verimliliğiyle ve çalışma esnekliğinin sürdürülebilirliğiyle ilgilendiğini söylüyor. Başka bir ifadeyle solun dilinin ve hatta eylemlerinin sağcılaşmasından dert yanıyor.
Louis, aşırı sağın yolunu açan bir diğer meseleyi hatırlatıyor bu noktada:
Halk sınıfları denilen kategoriye daha fazla insanı dâhil etmek, aynı kategorideki başkalarından daha fazla acı çekebilecek olanlardan da bahsetmek demek. Sol bu sınıfın analizini kaynaşmış, sabit, eril ve beyaz bir topluluk imgesi üzerinden yapmayı sürdürdükçe asla dinamik bir siyaset üretmeyi başaramayacak ve kazanan hep aşırı sağ olacak çünkü onlar, halk sınıflarının içinde çatlaklar bulunduğunun ve sınıfların iç mücadele alanları olduğunun farkında. Bu çatlakları istismar malzemesi olarak kullanmaktan da çekinmiyorlar: Siyahlar beyazların işlerini ellerinden alıyor, eşcinseller aile yapımızı bozmak istiyor vs. Solda bir söylem yenilenmesinin aciliyeti işgücü bağlamında da kendini gösteriyor: Sol sürekli verimlilikten, iş alanları yaratmaktan vs. bahsediyor. Oysa insanların beklentileri değişti. (…) Çoğu insan artık eskisi kadar çalışmak ve istismar edilmek istemiyor.
Dünyanın dört bir yanında aşırı sağın söylemlerinin konuşulup tartışılmasının, solun tartışma başlatma ve soru sormada geri kalmasından kaynaklandığında hemfikir Loach ve Louis. Buradan hareketle sanatın zihin açan, ses yükseltmeye imkân veren ve savunmaya olanak tanıyan yanını hatırlatıyor ikili. Diğer bir deyişle şiddet ve ayrımcılık eleştirisi bağlamında, insanların hisleriyle ve yaşamıyla bağ kurmayı sağlayan sanatın gücünü ve politikliğini vurguluyorlar. Bir şeyin değişip dönüşmesini isteyen Loach’ın ve Louis’nin Sanat ve Siyaset Konuşmaları’nda gerçekleştirdiği tartışmanın özü bu işte.
Sanat ve Siyaset Konuşmaları, Ken Loach ve Édouard Louis, Çeviren: Ayberk Erkay, Tellekt Yayınları, 48 s.