Share This Article
Performansı ölçebilmek hayatın her alanında önemli bir mesele. Ekonomiden kişisel yaşamınıza kadar bu böyle… Eğer ki gerçeği arıyorsanız tabii, yoksa bu çağın ruhu başta kendiniz olmak üzere herkesi kandırabilmeniz için pek çok fırsat sunuyor. Performansı gerçeklere yakın bir ölçümlemeye yönelik çeşit çeşit yöntem var. Bu yöntemleri doğrulayan ve yanlışlayan başka ölçütler de geliştirilmiş. Bu eleştirel ölçütlerden biri de Goodhart Yasası… İngiliz ekonomist ve bir dönem Bank of England’ın (İngiltere Merkez Bankası) ekonomi danışmanlığını yapmış olan Charles Goodhart tarafından geliştirilen Goodhart Yasası; performans ölçütleri veya hedefleri belirlendiğinde, bu ölçütlerin hedeflenen amaçlar yerine ölçütlerin kendilerine odaklanmaya neden olabileceği bir fenomeni tanımlaması açısından önemli.
Ana odaktan koparılmış hedefleri yakalamak
Goodhart Yasası özellikle ekonomi, finans, yönetim ve hükûmetlerde karşılaşılan bazı sorunları açıklamakta gerçekten de başarılı olmuş. Bu yasaya göre; bir performans ölçütü belirleyerek o ölçüte göre hareket eden kişiler ya da kurumlar, asıl amaçtan ziyade ölçüte ulaşmaya odaklanırlar. Bu da ölçütün hedeflenen amaç yerine başka bir sonuç doğurmasına neden olabilir. Örneğin, bir banka kredi riskini azaltmak için müşteri kredilerine ilişkin bir performans ölçütü belirleyebilir. Bu ölçüte göre hareket eden banka yöneticileri, müşteri kredilerini reddederek riskleri azaltma yolunu seçebilir. Bu da bankanın hedeflediği müşteri memnuniyeti, kredi hacmi ve kârlılık gibi diğer amaçlarına ulaşamaması sonucunu doğurur. Özetle şöyle demek mümkün: “Sosyal veya ekonomik bir ölçüt, politikalar ve stratejiler belirleyen bir hedef haline dönüşürse ölçme özelliğini büyük ölçüde yitirir.”
‘Dostlar alışverişte görsün’ performansı
Bu önermeye ilişkin sıkça kullanılan bir örnek verilir: Sovyetler Birliği döneminde çivi üreten fabrikaların performans değerlendirmelerinde çivi sayısı veya ağırlığı ölçüt olarak verilmiş. Bakmışlar ki, eğer sayı ölçüt olarak kullanılıyorsa fabrikalar çok sayıda küçük ve kullanışsız çiviler üretme eğilimine giriyor; daha doğrusu fabrika yönetimi bu kolaycı tercihi yapıyor. Eğer ağırlık önemliyse bu kez de az sayıda dev çiviler üretiliyor. Yani sayı veya ağırlık ölçüt değil de hedef olunca, bu değerlendirme sistemi çöküyor.
Şimdi de Türkiye’den akademik sistemden bir örnekle devam edelim. Goodhart Yasası’nın üniversiteler ve akademik sistemde nasıl çalıştığına bakalım. Performance, competition, and people, üniversiteleri ve akademik sistemi Goodhart Yasası’nı temel alarak incelemiş. Şu sonuçlara varmış: Uzun bir süre üniversite sayısı çok az ve benzer yapıdayken, öğretim üyeleri de bir şekilde akademik camia tarafından doğru veya yanlış oluşturulmuş tanımlarla bilinirdi. “Bu profesör falanca konunun üstadıdır” gibi… Ne zaman ki internet ortamı oluştu ve hem üniversiteler hem de öğretim üyeleri hakkında bilgiler açık hale geldi, o zaman kalite “ölçütleri” ortaya çıkmaya başladı.
Nicel ölçütlerin desteğiyle kalitesizleşmenin serüveni
ABD’de başlayan ve Türkiye’yi de kapsayan bir eğilimle üniversiteler değerlendirilmeye başladı. Bu sıralamaları her kurum farklı şekilde yapıyor ve kullandıkları ölçütler de önemli farklılıklar gösteriyor. Örneğin, doktora öğrencisi sayısı, alınan proje miktarı, makale başına atıf sayıları gibi çok değişik faktörler bu sıralamalarda kullanılıyor. Bu, bir süre sonra sıralamada üst sıralarda yer almak için yeni stratejiler belirlenmeye başlayınca Goodhart Yasası’nın öngörüsü bariz biçimde ortaya çıkıyor.
Örneğin, lisans veya doktora öğrencisi sayısı önemli bir ölçütse ve bunu artırmak için üniversiteler çabalıyorsa, bu kez diğer işlevsel özellikleri gölgede kalmaya başlıyor. Üniversitelerin akademik performans değerlendirmeye merak salması ve TÜBİTAK ile bazı üniversiteler tarafından yayınlanan makalelere ödül verilmeye başlanması, benzer bir resmin ortaya çıkmasına neden oluyor.
Alıntılara boğulmak
Bilimsel makalelerin önemli olduğu ve bunlara bakarak bilim insanının üretkenliğinin ölçülebileceği yaklaşımı da benzer sonuçlara neden olabiliyor. Daha önce araştırma yapanla yapmayanı ayırmak, yerini akademisyenin makale sayısını hesaplamaya bırakıyor. Makale sayısı çok artınca da, “sırf sayı değil kalite de önemlidir” fikri kabul görüyor ve iyi makale/sıradan makale ayrımları yapılması gerektiği düşünülüyor. Bu ayrımı yapmak zor olunca da, kısa ve otomatik ölçütlere ihtiyaç duyulmaya başlanıyor.
Dergilerin etki faktörleri, h-faktörleri gibi ölçütleri kullanarak bu sefer bilim insanlarını sıralamak popüler bir uğraş haline geliyor. Bu sıralamada öne geçmek isteyenler değişik stratejiler uygulamaya başlıyor. Bu stratejiler etik olsalar bile esas olarak makale/atıf sayılarını artırmaya yönelik oldukları için, aslında bilim insanlarının performanslarını ölçmek için geliştirilen ölçütler ölçüt olmaktan çıkıp hedef haline geliyor. Ersin Yurtsever’in bu saptamaları çok önemli…
Sivil toplum örgütlerinde karşı karşıya geldiğim akademisyenlerin hemen hepsinin belli alıntıların ve ezberlerin ötesine geçmeyen o uzun konuşmalarını dinleyen birisi olarak, pek çok akademik çevrenin sentez yeteneği olmadığını ve yeni fikirler geliştiremediğini belirtmeden edemeyeceğim.
Fon almak için makyajlı faaliyet raporları
Aynı kısır döngünün sivil toplumda da çok belirgin olduğunu söylemeliyim. Kadın hakları, çevre sorunları, sürdürülebilirlik, kimlik hakları ve aklınıza gelebilecek birçok sorun hakkında mücadele ettiklerini öne süren sivil toplum örgütlerinin pek çoğu da işte bu carî ve sakatlanmış performans ölçütlerinden enfekte olmuş durumda…
Burada isimlerini sayıp bu örgütlerin yöneticilerinin nefret nesnesi olmaktan asla çekinmiyorum, ancak o kadar çoklar ki, birkaçını yazmak diğerlerine büyük haksızlık olur! Bunun yerine, sivil toplum örgütlerinin örgüt merkezcilik, fonculuk, faaliyet alanlarını ve hedeflerini belirleme, faaliyet raporlarında “içi boş büyük hikâyeler” yazmaktan genelde aslı varoluş sebeplerine nasıl ihanet ettiklerini anlatmak daha anlamlı olacaktır!
NGO’ların (hükûmetler dışı örgütler – non-governmental organisations) yıldızının parladığı 2000’lerin başından bu yana, sivil toplum örgütlerini birer kişisel ikbal ve geçim kapısı olarak görenlerin sayısının geometrik olarak arttığını biliyoruz. Yine pek çok küresel organizasyon ve şirketin bu örgütlere para akıttığını da… Şu fonlardan başlayayım…
Bir sivil toplum örgütünün fon bulması için önce bir başvuru yapması ya da bir sunum hazırlaması gerek. İşte pek çok sivil toplum örgütü, etkinliklerini bu formlara uygun biçimde hazırlamak amacıyla bir faaliyet hattı izlemeyi tercih ediyor. Diyelim ki, çevre sorunlarına yönelik kurulmuş bir dernek, faaliyetlerini tasarlarken gerçekten çevre sorunlarına yönelik kalıcı çözümler üretmeye odaklanmaktan çok, o uluslararası organizasyonun hoşuna gidecek bir faaliyetler serisi olmasına özen gösteriyor. Yeşil aklamaysa yeşil aklama, umurlarında bile olmuyor!
Bol üye olsun, anlamsız etkinlik olsun da ne olursa olsun!
Derneklerin genel kurullarında ya da yönetim kurulu toplantılarında faaliyetler ve eylemler, moda olan neyse ona göre tasarlanıyor. Diyelim ki, o yıl uluslararası fonlar çocuk haklarına para akıtıyor. Bu bilgiyi aldıkları kişiler genelde bu fonları yakından takip eden “uzmanlar” ya da sivil toplumun çok bilmişleri, hani maaş alarak sivil toplumculuk yapan kişiler… İşte bunların belirlediği nicel hedefler doğrultusunda bir faaliyet planı oluşturuluyor. Söylem, çeviri ezberlerden oluşmuş bir kakofoninin ötesine geçemiyor.
Norveç, Hollanda, İsveç gibi “demokrasinin yıldızı” ülkelerdeki fonlardan para tırtıklamak, olmadı en azından bir toplantıya çağırılmak derneğin yönetiminin hedefi haline geliyor. Ana kuruluş amacı mı? Boş verin gitsin; oradan gelecek paralarla paneller yapıp kendi aralarında ezber yarıştırmak yetmez mi? Mesela kent yoksulu kadınların sorunları hakkında ahkâm kesebilecek pek çok akademisyen ya da sivil toplumda binbir ayak oyunuyla yıldızlaşmış kanaat önderi varken, herhalde varoşlarda dolanacak halleri yok! Üç-beş temsilci bulurlar o varoşlardan birkaç akçeli vaatle, sonra körlerle sağırlar birbirlerini ağırlar.
Sonra genel kurul öncesi koskoca bir faaliyet raporu hazırlanır. Şu kadar panel, şu kadar ziyaret, şu kadar saha çalışması… Hemen hepsi bire bin katarak!.. Bu sadece üyeleri masallarla uyutmak için değildir, asıl hedef üç-beş kuruş da olsa fon kapabilmek içindir. Bunun için “alanının en büyüğü dernek” makyajı da gerekir. Alın size nicel bir hedef daha: Üye olsun da taştan olsun hesabı, çevrede kim varsa üye yapılır!
Çarpıtmalar ve yozlaşmaların yolunu açan nicel göstergeler
Bu fonlara ulaşamayacak kadar güdük ve beceriksizse dernek, belediyelerde bir “yakın” bulup hemen her şeyi belediyeye yıkıp dernek adına böbürlenmek de bir diğer hedeftir. Panelimsi organizasyonda ne kadar pasta-börek varsa, o kadar da izleyici olur! Pasta-börek tabii ki belediyeden gelir. “Şahane bir etkinlik” olarak sosyal medya hesaplarında tanıtılır, faaliyet raporuna eklenir.
İşte sivil toplum bu şekilde bir sektör haline gelir. Birileri için pasta-börek, birileri için bir siyasi partide koltuk kapmak, birileri içinse komplekslerini gidermek ana odaktır. Peki derneğin ana faaliyet alanı?.. Böyle saçma ve gereksiz sorular sorana o derneklerde yer yoktur!
İşte Goodhart Yasası böyle işler hayatın içinde… Bu yazıda akademi ve sivil toplumdan örnekler verdim ya, hemen hemen hayatın her alanındaki her şey için geçerlidir bu yasa… Bir de Donald T. Campbell tarafından ortaya atılan Campbell Yasası’ndan bir alıntı yapıp bitireyim:
Herhangi bir nicel toplumsal gösterge toplumsal karar alma sürecinde ne kadar çok kullanılırsa, yolsuzluk baskılarına o kadar açık hale gelecek ve izlemeyi amaçladığı toplumsal süreçleri çarpıtmaya ve yozlaştırmaya o kadar yatkın olacaktır.
