Share This Article
Bu kez yine mikrofon başına yalnız geçtim çünkü geçen ay orta avrupa turuna çıktım ve motivasyonum tazeyken hemen yaşadıklarımı size yetiştirmek istedim. Prag, Viyana ve Budapeşte’ye gittim.
Çılgınca yetişebildiğim tüm müzelere koşturarak yüzlerce eser gördüm. Tüm dünyadan birçok önemli sanatçının birçok önemli eserini yakından gördüm ve tahmin edersiniz ki aklımı kaybettim.
Ünlü isimlerin neden ünlü olduğunu eserleriyle karşı karşıya gelince anlayabiliyorsun gerçekten. Farklı isimlerin farklı işleri karşısında şok olup kaldığım çok fazla an yaşandı ve geriye açılıp baktığımda çoğunun kübist veya kübist alt yapıya sahip geometrik zekalar barındığını fark ettim. Ve en çok ilham aldığım çalışmalar da bunlardı.
Yani bu seyahatte kendimle ilgili çok önemli bulduğum bir şey fark ettim. Benim içimde bir kübist yatıyormuş. Bu gözle bakınca kendi işlerimde de bu geometrik bakış açılarının barındığını ve zamanla arttığını fark ettim. Yani bir çeşit aydınlanma oldu bu seyahat.
Şimdi şöyle düşündüm. Daha önce Picasso’yla ilgili yaptığım podcast çok sevilmişti ve sanatçılar üzerine programlar yapmamın istendiği çok fazla mesaj gelmişti. Ben de hazır Orta Avrupa’yı gezmişken bu üç ülkenin her birinden en öne çıkan bir sanatçıyı konu alayım dedim. O halde Prag‘tan başlıyoruz demektir.
Prag’ın heykellerle çevrili sokakları
Şehirdeki üçüncü günümde National Gallery’i gezmeye gittim. O civarlarda enteresan giyinen gençlerin yoğunluğunu fark ettim. Çoğu duruma kolay kolay enteresan demem her şeyi normal karşılarım bu arada ve yargılamak için de kurmadım bu cümleyi. Ama özellikle tuhaf olmak için uğraşılmış gibiydi, bir birinden en uyumsuz parçaların bir araya getirildiği özel bir çabaları vardı sanki.
Sokaklarda farklı farklı yerlerde karşıma çıkan heykellerden ve bu birçok heykelin sanatçısından bahsetmek istiyorum. Kafka müzesine gidiyorsun önünde işeyen adamlar heykel, sokakta yürürken başını kaldırıyorsun binadan sarkan Sigmund Freud heykeli, müzeye giriyorsun her yerden seni hedef almış devasa tabancalar. Estetik olmasının dışında çok iyi yerleştirilmiş parçalardı. Ve bunların künyelerine baktığımda karşıma David Černý ismi çıktı.
Şehrin olur olmadık her yerine eser bırakan bu sanatçıyla ilgili düşündüğüm ilk şey herhalde çok uzun yaşamış olmalı ve belki de ölmüş bir sanatçı olabileceğiydi. Çünkü bu kadar çalışmayı kısa bir süreye sığdırmak akıl almazdı. Fakat sonra araştırdığımda, 1967 doğumlu (57) bir sanatçı olduğunu öğrendim. Ama bunu Prag’tan ayrıldıktan sonra araştırıp öğrendim yoksa oradayken atölyesine gidip tanışmayı çok isterdim.
Şimdi bu sanatçıyla ilgili söyleyeceğim ilk şey alt metni olan politik ve sansasyonel işler yaptığı. Gelelim bu eserlere…
1991 yılında yaptığı kişisel sergisinde “Nereye gidiyorsun?” isimli çalışması bir heykeldi. Bu heykel 3 metre boylarında bir araba ve 4 devasa bacaktan oluşuyor. Arabanın altındaki insan bacakları onu ileriye doğru yürütüyormuş gibi bir hissiyat veriyor.
1989 Berlin duvarının yıkılmasınından sonra Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesi, başkentin Berlin’e taşınması ve nihayetinde ortak para birimi olan Mark’ı kullanmaya başlamalarına ithafen yapılmış bir eserdir. Bu heykelde kullanılan malzeme bir Trabant arabadır. Trabant arabalar ise sosyalizmin bir simgesi olarak Doğu Almanya’da üretilen ve kullanılan arabalardır.
Bu ve diğer eserlerinde göreceğimiz gibi epey doğrudan bir dili var aslında. Sembolleri direkt kullanıyor fakat kullandığı malzeme, boyut ve yerleştirme ile baya ilgi çekici kılıyor.
Bethoven ile tuvale açılan kapı
Üç günlük Prag gezisinden sonra Haydn, Mozart ve Beethoven, Schubert gibi bestecilerin üretim yeri Viyana‘ya geçtim. Bu isimlerin bu şiirsel şehirse nasıl üretim yapabildiklerini anlayabiliyorum ve ressamların da bu müzik anlayışından epey bir etkilendiğini resim ve müziğin iç içe olduğunu düşünüyorum. Viyana’lı Gustav Klimt‘ı konuşalım istiyorum.
Direkt gözünüzde altın motiflerle bezeli kadın figürleri canlandı dimi. Nasıl da şiirsel bir akışkanlığı var. O kadar motif detayı ve kontrastlı renklere rağmen yine de insanın ruhunu okşuyor. Tabii bu zarif ruhun içinde aşk da var.
Resimlerinin çoğunda aşık olduğu kadını model olarak kullanmıştır. Avusturya’da müzik ve resim iç içe bir uyumda demiştim ya onun da işlerinde Viyana klasik müziğinin dinginliği var. Hatta Schubert’i piyano başında çizmişliği ve Beethoven’la ilgili duvar resmi yapmışlığı da var.
Onun işlerini David Cerny gibi tarif ederek anlatamam tabii ki. Bu görsel şöleni fotoğraflarını açıp incelemelisiniz. Ama en bilinen işleri sayacak olursam “Tree of Life”, “Death and Life”, ve tabii ki “The Kiss” isimli aşkın sembolü diyebileceğimiz bir resmini söyleyebiliriz.
Bu arada onun işlerini sadece Viyana’da değil Prag ve Budapeşte’de de gördüm epey bir tablosunu görmüş olsam da beni en çok etkileyen Bethoven duvar resmiydi. Secession müzesinde tek bir odanın üst duvarına konumlanmış 360 derece dönen bir duvar resmiydi.
Yüksek tavanlı bu odada resim ve kulaklıklar vardı. Odanın ortasında koltuğa oturup, kulaklıklardan yüksek müzikle Bethoven’ı dileyerek izliyorsun resmi. Tüyleri diken diken eden bir deneyimdi tabii ki. Birçok resmin yan yana olduğu bir müzede tuvalini görmektense bu sergilenme şekli daha cezbedici olmuştu. Özellikle üst üste birçok müzeyi gezdikten ve yüzlerce eser gördükten sonra gözlerimi epey rahatlatan bir deneyim oldu.
İnsan, doğa ve hayvan üçgeni
Gelelim son durak Budapeşte’ye… Sanatçı seçmek için en zorlandığım yer Macaristan oldu. Kötü işler ürettikleri için değil tabii ki. Çok çok iyi keşiflerim oldu burada ama podcast konseptini keşif gibi değil de biraz daha tanınan isimler üzerine kurmak istemiştim.
Macar sanatçıların da genel olarak dünyaya açılıp popülerite kazanmaya, tanınır olmaya yanaşmadıklarını fark ettim. Biraz daha içe kapanık bir üretim şekli benimsemişler. O yüzden bu kısım benim keşfedip kendi tarzıma yakın bulduğum bir sanatçı üzerine olacak; Noémi Ferenczy…
Bu ismi bir yandan da artık kadın sanatçı konuşmak istediğim için de seçtim. Ne yazık ki geçmiş kadınlara hiç iyi davranmamış biliyorsunuz ki. Hem gaddarlık hem toplumsal normlar nedeniyle sanat tarihi sahnesine çıkamamış binlerce dahi kadın sanatçı var. Bu tabii ki sadece bizim coğrafyamızda olan bir şey değil.
Ferenczy, 1890 Macaristan doğumlu çoğunlukla goblen kumaşlara veya tuval ve kağıt üzerine suluboya çalışmalar yapmıştır. Genel olarak insan, doğa ve hayvan üçgeninde natürel bir hayatı konu alıyor. Benim ilgimi çekmesinin nedenlerinden biri de buydu bence. Çünkü kendi anlatım dilimde ben de canlılar ve doğayı bir arada kullanarak toplumsal tanımlamalar yapıyorum.
İkincisi de motif ve kompozisyon kullanımları. Doğayı tasvir ederken çimleri, çiçekleri, ağaçları doğanın parçası gibi değil de motif oluşturan araçlar olarak kullanıyor. Ve bunları bazen çerçeve oluşturmak için de ustalıkla kullanıyor. Döneminde Romanya’da doğmuş olan Nagybanya akımından etkilenmiş olduğu söyleniyor. Tam olarak akımın içinde olduğunu söyleyemeyiz belki de klasik bakış açısını değiştirmesini sağlayan bir kırılma yaratmış demek daha doğru olabilir.
Sanatçı anne babanın sanatçı olan ikiz çocuklarından biridir. Orta yaşlarında sosyalizmi benimseyerek çalışmalarında politik çağrışımlara da yer vermiştir. Dediğim gibi biraz içe kapanık bir toplum oldukları için de pek artistik fotoğrafları yok.
Kasım ayında da Almanya’ya Hamburg ve Berlin’e gidicem. Bir sıcaklığım var Alman sanatçılara. Ama sizin özellikle görmemi istediğiniz ya da üzerine podcast yapmamı istediğiniz tavsiyeleriniz olursa lütfen yazın.