Share This Article
Mengü Ertel
Çok kalabalık bir insandı Kuzgun. Onu çok, çok kişi görmüştür, var olduğu her yerde. Çünkü Kuzgun’u görmemek olanaksızdı. El hak kendini göstermek için de ne gerekliyse, daha doğrusu ne gereksizse, kesinlikle yapardı. Ben buradayımın arkasına saklanan, bir yalnızdı çünkü.
Kuzgun’u görenlerin sayısını saptamak olanaksızdı, tanıyanlarını da. Şu yazının tasarımı sırasında bir şeyin ayırdına vardım. Kafamda hızla devinen anlatım kurgusunda adını nerdeyse her cümlenin içindeki kelimelerin arasına sokuşturmam için beni muzipçe zorluyordu; deyyus! Çünkü Kuzgun’la beraberken (doğal olarak) o konuşurdu ve de kaç kişilik bir grup olursanız olun çevreye egemendi. Hele biraz dalın, ondan koptuğunuzu (arkası dönükse bile sezebilirdi) çaksın, o noktadan sizi konuya iliştirir, hatta yapıştırırdı.
Kuzgun Acar, 1950’li yılların başında ilk sergisini açtığı MAYA Sanat Galerisinde. Fotoğraf: Ara Güler
Bunun için de geliştirdiği diyemeyeceğim, doğal yapısında var olan, “Kuzgun sarmalı”na giriverirdiniz, uzağında ise (daha yüksek sesle olamayacağını sandığınız) konuşma tonunun rahat iki katında ve de biraz çatlatılmış sesi ile yakınlarınızda ise kesinlikle elleri ile size kendini daha yakın hissediyorsa kolları ile biraz daha yakın sayıyorsa sizi (bugün mutluluk ve hüzünle anımsadığım) ısırarak uyarırdı dostlarını.
Yamyam’ın muhabbetinin izini de birkaç gün kolunuzda bir dövme gibi taşıyabilirdiniz. Kuzgun, Kuzgun, Kuzgun herkesin önce şaştığı, ama hemen öğrendiği bu isim Kuzgun’un nüfus kâğıdında yazıldığı biçimi ile Abdulâhet Kuzgun Çetin (28 Şubat 1928-4 Şubat 1976) adı, sakallı babam diye bana Keskin’den yazdığı mektupta belirtilen Cumhuriyet döneminin en becerikli ve nüktedan kişisi tarafından konmuş ise de bu zat, bu harika esprisini patlattığı kâğıttaki baba hanesine adını oğlu 20 yaşını aştıktan ve de Kuzgun’un karnındaki güneş ışıklarını göstermeye başladıktan sonra yazdırmıştır.
Uyanık olduğumuz her dakika beraberdik
Ben Kuzgun’u 1949 yılında tanıdım. O günden bugüne yaşamımda Kuzgun’un önemli bir yeri vardır, bazen çok yakın, bazen çok uzak ama hep vardır. Şimdi düşünüyorum da, oluşum dönemimiz diyebileceğim 1950-60 yılları arası yoğunluk, zaman, zamanda çok yoğunluk kazanıyor.
1953 özellikle Ankara’da Yedek Subay Okulu’ nda talim ve dersler dışında, uyanık olduğumuz her dakika beraberdik. Hani zaman zaman denk düşer ya, cumartesi, pazar, salı milli bayramı, çarşamba arife sonrası, dini bayram arkasından sömestr işte öyle bir fırsat oldu. Biz Ankara bożkırında tüfek atmayı öğrenirken, 6 bin kişilik Yedek Subay Okulu boşaldı içindekiler yurdun dört bucağına dağıldı.
Ara Güler’in 1950’li yıllarda çektiği başka bir Kuzgun Acar portresi.
Biz cennet kuşları yani Abdulahet Kuzgun, Çetin Acar ve Mengü Reyan Ertel. Beşer liramız olsaydı otobüsle gidebilirdik, olmadığı ve de asker kazanı, kalan 60-70 kişiye kaynatıldığı ve de yalnız yatmadan yatmaya okula dönülebileceği için Ankara’yı bekledik. Tatilin bitmesine 2-3 gün kala günlük yayan Kızılay seferimizden dönerken cebimizdeki 3-5 kuruşu denkleştirdik, ya çıkarsa dedik ve Tayyare Piyangosu aldık ve de çıktı. 250 liramız oluverdi birdenbire, ne mi yaptık, içtik tabii.
Söz askerlik anılarına kayınca her vatan evladının anlatacağı yüzlerce öykü vardır. En önemli dünya veya sanat sorunlarını çözümlemeden birisi kazara anlatımını pekiştirmek için bir askerlik lafı etsin. Artık o gruptaki er kişileri tutamazsınız, hele bizler gibi hercaileri.
Kuzgun, ciddi bir şekilde silah kullanmayı öğrenmek istiyordu
Alın size Kuzgun’lu bir askerlik hikâyesi (öyküsü yakışmıyor)… Askerseniz olabildiğince az talime çıkmak için ne gerekliyse yapacaksınız. Hele bizler gibi 3-4 yıldır Beyoğlu meyhanelerinin tek tek kapanış saatlerinde hazır bulunup, o meyhane kapanırken diğerinin kapanışını kaçırmama taliminden, yat kalk talimine geçiş sizi zorluyorsa. Biz de gerekeni yaptık. Akademiden arkadaşımız Sacit Uslu, gazeteci Necmi Onur ile kendinde tiyatro ve gösteri yetenekleri olduğunu iddia eden bir sürü hergele bir araya geldik.
Şiirler yazan ve okulun temsil kolu sorumlusu, bizim bölüğün yüzbaşısına ne denli önemli bir ekip olduğumuzu kanıtlamak için can siperane bir şekilde tiyatro salonunda faaliyet gösterdik. Askerlik kurallarına uygun olarak koridorun iki başına diktiğimiz arkadaşlarımızın koruması altında yedek subay tarihinde en görkemli olacağını iddia ettiğimiz “AYYAR HAMZA” oyununu prova ediyorduk.
Kuzgun Acar’ın Ankara Kızılay Meydanı’nda bulunan Emekli Sandığı Gökdeleni’nin cephesine yaptığı “Türkiye Heykeli”. Görsel: Salt Araştırma
Kuzgun bize katılmadı, ciddi bir şekilde silah kullanmayı öğrenmek istiyordu çünkü. Silah olarak da artık kendi mi seçti yoksa öyle mi denk düştü bilmiyorum bazuka taşıyordu. Yaz dönemindeydik; biz tiyatro salonunun penceresinden bazukasının ucu yere değmesin diye sağ omuzunu 10-15 santim yukarı kaldırmış Kuzgun’a el sallıyorduk.
Uzun süre dayandı, bu arada bizim kadromuz da şiştikçe şişiyordu ışıkçı, dekorcu, makinist, perdeci vb. çalışmaları mutlak gerekli dediğimiz kişilerin sayısı artık sonuna gelmiş, yüzbaşı başka adam istemem demişti. Fakat artık Kuzgun’da da bazukayı taşıyacak takat kalmamıştı. 5-10 dakikalık çakı gibi topuk vurup selam verme talimini yaptıktan sonra Kuzgun yüzbaşının karşısına çıkacak (olabildiğince) güvenilir bir görünüm kazandı. İstanbul SES OPERETİ’nin baş suflörü olarak aramıza katılmasının temsilimize olağanüstü bir RENK (!) katacağı konusunda komutan ikna edildi.
O da bu oyunumuzu hoş görünce Kuzgun kadroya girdi. Sonra ne mi yaptık, daha önce de söyledim ya, bulunduğu toplulukta Kuzgun’u susturmak olanaksızdı diye. Kovaladık… O rahat, biz rahat temsil günü geldi. Yüzbaşı sahne arkasını teftiş ediyor, tam takım orada olmamız gerekli, Kuzgun da oradaydı tabi, hem de görev yerinde yani bulunduğu kulis arasında, elinde konyak şişesi sızmıştı. Üstüne bir örtü attık, yüzbaşının ilgisini de dekorun ve ışık düzeninin ihtişamına çektik.
Sait Faik elimi sıkarken diz kapaklarımın titrediğini anımsıyorum
Bizim Güzel Sanatlar Akademisi öğrencileri olarak sanıyorum Sanayii Nefise’den Mimar Sinan Üniversitesi’nin bugününe dek ayrıcalıklı bir konumumuz vardı. Sarayımızın onda sekizi yanmış bu arada ünlü kütüphane de kül olmuştu. Mimari bölümü Yıldız’da bir yere gönderilmiş, kalan öğrenciler müştemilat bölümlerine balık istifi yerleştirilmişlerdi.
Nehar Tüblek, Abidin Dino, Mengü Ertel, Kuzgun Acar İstanbul Galeri-1’de ‘Kuzgun Acar-Abidin Dino Sergisi’nin açılış gününde.
Bir örnek isterseniz, büyükçe bir odanın ortasına tebeşirle bir çizgi çizilmiş, bir yanı Sabri Berkel’e diğer yanı ise Edip Hakkı Köseoğlu‘na, yeni öğrencilerine (ki bunların liseyi bitirip gelenleriyle, ortayı bitirip gelenleri de tekrar ikiye bölünerek) atölye çalışması yaptırılmak üzere tahsis edilmişti.
Ben, bu atölyenin öğrencilerinden biriydim. Kuzgun ise biraz daha şanslıydı, heykel bölümüne biraz daha az öğrenci alınmıştı (lise-yüksek). Akademi’nin tüm heykel öğrencileri ile birlikte daha genişce ve yüksek tavanlı, ışıklı bir mekânda idiler. Hatırladığım kadar Sabri Berkel dışında disiplinli bir eğitim yapma gayretinde hiçbir hoca yoktu. Zeki Faik İzer müdürdü. Tüm öğrencilerden nefret ediyordu, akademiyi yakanların komünistler olduğundan şiddetle emindi. Bütün öğrencilerin cici çocuklar olmasından yanaydı. Herkesten derece derece nefret ettiğine inandığım bu zat, pek cici çocuklar olamadığımız için, Kuzgun’u ve beni nefret derecelerinin en üst sınırlarına yakın bir yerlerde konumladı. Bizler de onu fazla üzmemek, sanat eğitimimizi (biraz disiplinsiz olmakla beraber) daha üst düzeyde sürdürebilmek için biraz yukarlara, Beyoğlu meyhanelerine uzandık.
Hangisine, nasıl ve neden gideceğimiz konusunda birbirimizle dalaşırken (Kuzgun, Aloş, Oktay Günday, Orhan Peker, Fikret Otyam, Altan Erbulak ve de daha bir çoğu) birdenbire Beyoğlu Kallavi Sokak’ta (bugün bir konfeksiyon atölyesidir) küçücük bir binanın ikinci katında Maya Galerisi açıldı. Burada sergiler açılıyor, adlarını bildiğimiz, kitaplarını yutarcasına okuduğumuz, üzerlerinde gecelerce ahkâm kestiğimiz yazarlara her an rastlanabiliyor ve de bizler kovalanmadan bir kenarda onları dinleyebiliyorduk (genellikle dışardaki odadan) hayrettir ama Kuzgun bile bir süre sustu.
O topluluğun odak noktası, galerinin sahibi, kendisini ilk gördüğümüz, fakat içimiz giden Hollywood yıldızlarının sesini taşıyan yürekli güzel insan, Adalet Cimcoz’du. (Giderek ağıta dönüşüyor bu yazı, birçok sevgili yitik dostlar doluşuyor içine.)
Bizleri benimseyiverdi bu insanlar. ADA’nın (Adalet Cimcoz) beni, Sait Faik‘le tanıştırmasını anımsıyorum şimdi, Sait elimi sıkarken diz kapaklarımın yerinden fırlarcasına titreşimini anımsıyorum hâlâ.
Kuzgun Acar’ın ikinci eşi Bige Berker’den olan tek çocuğu, oğlu Yunus Acar ile Kanlıca’daki evinde. Yıl 1966-1967. Yunus Acar, Belçika’da yaşıyor.
Kuzgun öne çıkıverdi birden. Renginin, coşkusunun, dünya sempatiği davranışlarının, şimşekler patlatan zekâ ışıltılarının avantajı ile. Sait Faik, Ahmet Hamdi Tanpınar, Fikret Adil, Arif Dino, Abidin Dino, Sabahattin Eyüboğlu, Bedri Rahmi, Eren Eyüboğlu, Füreyya, Aliye Berger, Orhan Kemal, çiçeği burnunda Yaşar Kemal, Nahit Sırrı Örik, Mücap Ofluoğlu, Ara Güler, Cahit Irgat, Mina Urgan, Azra Erhat, Sabahattin Batur, Nuri İyem, Rasih Nuri, Ferruh Başağa, Haşmet Akal, Ali İnge ve daha birçok insan doldurup boşaltıyordu bu küçücük mekânı.
Şiir, öykü, roman ve sinema önlenemez tutkularımızdı
Kuzgun’la, ben keyifli bir çoşku içinde galerinin ayak işlerini yapıyor, sergi açılışlarında içki dağıtımını üstlenirken büyük bir iyi niyetle içkilerin tadını denetliyorduk ve genellikle bu mesaimizi, Kuzgun’un banyodan bozma servis mekânında küvetin içinde sızmasıyla sonuçlandırıyorduk.
Hayrettir, ADA bize kızmıyor, hatta Kuzgun’u uzunca bir süre (üstelik para da vererek) galeri müdürlüğü (!) ile görevlendiriyordu. Daha sonra bu müdürlük önce Kuzgun’un renkdaşı Seher ve de hâlâ aramızda müdür sıfatını taşıyan Nejat Çokay tarafından sürdürüldü. Üst baş durumumuza ve kötü beslenmemizin yansıdığı suratlarımıza bakan ADA, bizlere onurumuza özen göstererek işler icat ediyordu. Beni Ferdi Tayfur‘a gönderdi. Sözde dublaj (!) yapmaya başladım. Bir dublaj seansı içinde bir iki evet, hayır “New York’a iki bilet lütfen” gibi zor cümlelerimi geveleyip üç beş lira alıyordum.
Kuzgun da bazı şapkacı veya kumaşçı dükkanlarına orijinal (!) vitrin dekorları yapıyor, yuvarlanıp gidiyorduk. Kuzgun’un atölyesi yoktu, fakat demircilerle, marangozlarla dostluk kuruyor, Haliç hurdalıklarında geziniyor, topladıklarını ekliyor, püklüyor nefis biçimler kurguluyordu.
Ali Bütün ile birlikte Göksu Deresi’nde çömlekçi Hasan Usta’nın işyerinde çömlekler yapıyordu. Serbest çalışmaları böyle sürerken akademi eğitimi de başka bir boyut kazanmıştı. Klasik bir öğretim yöntemiyle ilgisiz olarak. Hadi Bara, Zühtü Müritoğlu, İlhan Koman, Sadi Çalık gibi hocaları ondaki bu büyük tutkuyu sezmiş evlerini ve atölyelerini ona ve Aloş’a açmışlar, bu arada ben ve benim gibi birçok genç içkili, kavgalı, gürültülü bu ortama balıklama dalmıştık.
Şiir, öykü, roman ve de özellikle sinema önlenemez tutkularımızdı. 2.30, 4.30, 6.30 ve suarede günde dört film izlediğimizi ve sabahlara dek sokaklarda, parklarda tartıştığımızı, film projeleri oluşturduğumuzu, bugün bile keyifle anımsıyorum.
Hocalar Kuzgun’u seviyor, işlerini benimsiyor, fakat sınır tanımayan insan ilişkilerinden rahatsız olarak ona akademi içinde bir görevi kesinlikle düşünmüyorlardı. Nitekim 1961 yılında Dünya Genç Sanatçılar Yarışması‘nda kazandığı birinciliği buruk bir alkışla kutladılar.
‘Bu herif size inanmazdı cesetini rahat bırakın’
Fransız Devleti’nin tanıdığı, Fransa’ da uzun süre çalışma olanağı, Paris Modern Sanatlar Müzesi’nde sergi açması, Mehmet Ulusoy‘un Paris’te sahnelediği Brecht‘in Kafkas Tebeşir Dairesi oyunu için hazırladığı harikulade masklar ve de bugün üç beş yerde kalabilmiş beş on parça işi dışında, tüm işlerinin yok oluşuna aldırmadılar. Ve de Paris dönüşü akademiye girme olanağını sağlamadılar.
Kuzgun’la benim karşılıklı bir sözleşmemiz vardı. Hangimiz önce ölürsek diğeri cenazede “Bu herif size inanmazdı cesetini rahat bırakın” diyecektik imamlara ama ben sözümü tutamadım, korktum. Mezarlığa almazlarsa ne yapabilirdim Kuzgun için. Akademi’de bir tören düzenlendi ölümünde, birileri ne kadar önemli bir sanatçı olduğunu anlattı.
Ara Güler’in çektiği Kuzgun Acar portresi.
Birileri de beni arkamdan itip, “sen de en yakın dostlarından birisin” dediler. Gözyaşlarımı gizlemeye çalışarak bir şeyler gevelemeye başladım. Baktım beceremiyorum, yüksek sesle ve net olarak “Dirisini sokmadınız bu binaya şimdi ölüsüne saygı duruşundasınız”dedim, kestim.
Mavi ispirto içerek yaşayıp, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde ölen, “Anam” dediğim, Zehra anasının ve KUZGUN’un anılarına sevgi ve saygı ile.
Kaynak: Bu yazı, Gergedan dergisinin 17. sayısından alınmıştır.