Share This Article
Emily Bootle | Çeviren: Hediye Yaman
Müziğe telefonumdan erişiyor olsam da, eski iPod Classic’im hâlâ en değer verdiğim eşyalarımdan biri. Onu, CD’lerle ve küçük bir MP3 çalarla müzik dinlediğim yılların ardından, gençlik dönemimde edinmiştim. iPod’un o havalı, parlak yüzeyine, parmağımla döndürerek gezinebileceğim dokunmatik halkasına ve karakteristik yazı tipine bayılmıştım. Sahip olduğu müzik arşivi, geceleri ışıklar kapandıktan sonra yapılan uzun mesajlaşmalar ve otobüs yolculukları için bir sığınaktı – ama hepsinden önemlisi, kendime bir kimlik kurma imkânıydı.
iPod’uma göz atarak eksiklerimi fark edebilir, üzerinde geliştirmem gereken yönlerimi görebilirdim. Hayranı olduğum grupların isimlerini art arda görmek bana gurur verirdi. Bu, benim için adeta yeni bir yaşam alanıydı. Müzikle kurduğum ilişki işte bu 160 GB’lık hafızaya sığdırılmıştı.
Bu deneyimin önemli bir parçası da çalma listeleri oluşturmaktı – ergenliğimin ilk dönemlerinde hayatımda önemli yer tutan ilişkileri şekillendiren CD karışımlarının dijital bir uzantısıydı bu. Sürekli olarak büyük bir titizlikle listeler hazırlardım: beni belli bir ruh hâline sokan şarkılardan oluşanlar; arkadaş çevresindeki dinamikleri önceden öngörerek, her duruma uygun şekilde müzikal olarak kurgulanmış parti listeleri… Bu listeleri yıllar boyunca özenle budar, geliştirirdim; bazıları zamanla hafızamda silikleşir, bazıları ise evrilerek yaşamaya devam ederdi.
Siyasetçilerin çalma listesi
Çalma listeleri son zamanlarda yeniden gündeme geldi; bu kez, eski ABD Başkanı Barack Obama’nın A Promised Land (Vadedilmiş Topraklar) adlı otobiyografisinin yayımlanması vesilesiyle. Obama, kitabına eşlik etmesi için bir çalma listesi hazırladı. Görünürde bu liste, eski başkanın iç dünyasına dair bir pencere sunuyordu (daha önce de başkanlık kampanyaları sırasında benzer listeler hazırlamış, eşi Michelle Obama da 2018’de yayımlanan anı kitabı Becoming için bir çalma listesi oluşturmuştu).
Obama’nın listesinin yayımlanmasından birkaç gün sonra, İngiltere İşçi Partisi lideri Keir Starmer, BBC Radio 4’te yayımlanan Desert Island Discs programına katıldı ve kendi çalma listesini paylaştı. Ancak her iki ismin listelerini dinleyenler için asıl mesele, bu şarkıların gerçekten kişiliklerine dair bir şey anlatıp anlatmadığıydı.
Favori şarkılarını paylaşmak insanlar arasında bir samimiyet yaratır; toplumda öne çıkan figürler söz konusu olduğunda ise bu, onları daha ulaşılabilir ve insani kılar. Keir Starmer, Three Lions şarkısını seçti – demek ki o kadar da sıkıcı bir avukat değil. Obama, Fleetwood Mac mi dinliyor? Ben de! Ancak çalma listeleri artık eskisi kadar kişisel hissettirmiyor. Starmer ve Obama’nın seçimleri içten olabilir (gerçi kamuya mal olmuş kişilerin halkla ilişkiler danışmanlarıyla çalışması artık şaşırtıcı bir bilgi değil), ama son on yılda çalma listesi formatı, dijital karışık kasetten bambaşka bir yapıya evrildi: bilinçli olarak kurgulanmış, tutarlı ve pazarlanabilir bir formata dönüştü.
İçerikler giderek ayırt edilmesi zor, tekdüze bir karışıma dönüştü. Obama’nın listesi, birbirinden bağımsız klasik eserlerin toplamından ziyade, fikirlerin harmanlandığı bir vitrin gibi. The Beatles’tan “Michelle” sıcacık bir romantizmi, Bob Dylan’ın “The Times They Are A-Changin’” parçası derin bir öz farkındalığı, Brooks & Dunn’ın “Only In America” şarkısı ise hafif alaycı bir milliyetçiliği temsil ediyor – tüm bu parçalar birleştiğinde ise, ortaya Obama markasını betimleyen bütünlüklü bir tablo çıkıyor. Eğer iyi bir albüm; her kelimesi ya da şarkısı, duygusal bir hakikati yakalamak ya da yapıyı güçlendirmek amacıyla özenle seçilmiş bir şiirse, çalma listeleri artık reklam metinlerini andırıyor.

Liste hapishanesi
Her ne kadar iTunes daha önce hayatımıza girmiş olsa da, dinleme kültüründeki bu dönüşümün asıl sorumlusu büyük ölçüde müzik akış devi Spotify. 2011’den bu yana Spotify’ın kayıtlı kullanıcı sayısı on kat artarak 320 milyona ulaştı; ücretli abone sayısı ise 4 milyondan 124 milyona çıktı. Spotify Premium, ayda 9,99 Sterlin (2020 yılı kuruyla 7,77 TL) karşılığında neredeyse tüm müzik arşivine sınırsız erişim imkânı sunuyor (reklamsız olarak; reklamlara katlanabilirseniz, aynı içeriklere ücretsiz ulaşmanız da mümkün).
2010’ların akış devrimine öncülük eden Spotify, zamanla sanatçılara sunduğu düşük telif ücretleri nedeniyle yoğun eleştirilere maruz kaldı. 2020 başında yapılan bir analiz, sanatçıların her 1000 dinlenme için yaklaşık 2,74 Sterlin (2020 yılı kuruyla 7,66 TL) kazandığını, bu miktarın da farklı katkı ve hak sahipleri arasında bölüştürüldüğünü ortaya koydu (Elbette Apple Music, Amazon Music gibi diğer büyük platformlar da benzer şekilde çalışıyor).
Şunu itiraf etmek biraz garip ama ben Spotify’la 8 yıl süren ilişkimi bu sebepten dolayı değil, başka bir nedenden ötürü 2020 baharında sona erdirdim. Asıl sebep, bu akış platformunun, müziğe kolay ve heyecan verici bir şekilde ulaşmanın yolu olmaktan – yani 160 GB’lık iPod’umun doğal bir uzantısı olmaktan – çıkmasıydı.
Zamanla algoritmalarla yönlendirilen devasa bir yapıya dönüşerek, müzikle olan bağımı zedelemeye başladı. Bu yeni akış dünyasında artık söz Spotify yöneticilerinindi: grup menajerleri ve A&R’lar (sanatçı ve repertuvar sorumluları), radyo yayını almak yerine çalma listelerinde iyi pozisyonlar yakalamak için uğraşıyordu. Sonuç olarak, Spotify benim için artık ne bir müzik arşivi ne de yeni sesler keşfetme alanıydı; sadece, tekrar tekrar benzer listeler sunan bir platform hâline gelmişti. Her yeni liste, içindeki parçaların özünü sıkıştırarak onları iki boyutlu birer ürüne dönüştürmeye başlamıştı.
Spotify’ın ikinci büyük problemi
2018 yılında oluşturulan “POLLEN” adlı görece yeni bir Spotify çalma listesi, kendisini “türe bağlı olmayan” ve “önceliği kaliteye veren” bir liste olarak tanımlıyor. Spotify, Kuzey Amerika’nın kültür ve editoryal ekibinden sorumlu lideri John Stein, Billboard dergisine verdiği demeçte bu ismin, “müziğin tohumlarına dair açık bir metafor” olduğunu söylüyor. Ancak aynı zamanda, bu çalma listesinin dinleyicilerinin alışveriş yaptığı yerler ve takip ettiği influencer’lar doğrultusunda şekillendiğini de kabul ediyor. Belirsiz, anlamsız ama “havalı” bu oluşum, yalnızca bu yılın haziran ayında 7,6 milyon dinlenmeye ulaşmış ve yaklaşık 1,5 milyon takipçi toplamış durumda. Bu listenin neye benzediğini, nasıl bir tınıya sahip olduğunu tam olarak bilmiyoruz. Çünkü o artık bir marka.
Spotify çalma listeleri, çoğunlukla rastlantısal şekilde dinlenmek üzere tasarlanıyor – yani bir başka aktivite sırasında arka planda çalmak veya ruh hâline eşlik etmesi için hazırlanıyor. Spotify aslında bize, neredeyse her duruma uygun bir film müziği sunuyor. Bazıları yalnızca filmlerde karşımıza çıkabilecek türden durumlara hitap ediyor (örneğin: “Chillin’ on a Dirt Road”, “Front Porch”, “Van Life”).
“Bottomless Brunch” için ya da oldukça spesifik “Beer and Wings” gibi aktiviteler için bile listeler mevcut. Kendi kendine yardım temalı listeler de var (“Coping With Loss”). “Ibiza Sunset”, “Morning K-Pop”, “’90s Babymakers”, “Lazy Jazz Cat” gibi örnekler de mevcut. Hatta ne dinlemek istediğinizi bilmediğinizde başvurabileceğiniz listeler bile var (“Shuffle Syndrome”, “Spotify and Chill”. En iyi ihtimalle, bazıları belirli müzik türlerini sınıflandırıyor; ancak bu listeler bile çoğu zaman, zaten kendi nitelikleriyle tanımlanabilecek türleri daha da daraltan ve etkileşimden uzak kalıplara sıkıştırıyor. Oysa geçmişi, bağlamı ve ustalıkla örülmüş bir karmaşayı barındıran müziği, tek bir listeyle tam anlamıyla ifade etmek mümkün mü?
Cevap şu: mümkün değil. İşte bu da Spotify’ın ikinci büyük problemi. Son zamanlarda Spotify ile ilişkimde, seçenek bolluğu karşısında öylesine bunalıyordum ki, genellikle algoritma tarafından oluşturulmuş, daha önce dinlediğim parçalara benzeyen “En Çok Dinlediklerin” ya da “Günlük Seçkileri,” gibi listelere yöneliyordum. Spotify ana ekranı algoritmalarla şekillendiği için bu dinleme alışkanlığı giderek pekişiyor ve katlanarak büyüyordu.

Edilgenlik ile baskıcı bir seçenek bolluğunun ölümcül bileşimi
Uygulamayı açtığım anda çalma listeleri üzerime yağmur gibi yağıyordu: Kimi beni zaten bildiğim şarkıların sonsuz döngüsüne sokarken, kimisi de yavaş yavaş müzikle ilgisi azalan sorular sormaya başlıyordu. Hava güneşli mi? Hafta sonu gibi mi hissediyorsun? Yeni mi terk edildin? Bugün spora gitmeyecek misin? Kahvaltı mı ediyorsun? Bir şeyler mi içiyorsun? Yoksa bir partiye mi gidiyorsun? Mutlu musun? Emin misin?
Spotify, albüm ve şarkıları kütüphanenize “kaydetmenize” olanak tanıyor – gerçi bu kütüphane aslında size ait değil, kiralanmış bir alan. Ardından, benim iPod’umda yaptığım gibi, sanatçılar arasında gezinebilmenizi sağlıyor. Ancak bu özelliği ne kullanmak istedim ne de kullanabildim; çünkü uygulamanın ana ekranı, sanki acil bir çağrıymış gibi sunulan çalma listeleriyle dolup taşıyor. Çoğu zaman, sonunda hiçbir şey dinlemeden kaldığım oluyordu.
Bir sanatçıyı aradığınızda bile sizi doğrudan o sanatçının eserlerinin yeniden düzenlenmiş bir versiyonuna yönlendiriyor: önce popülerliğe göre sıralanmış şarkılar; ardından Spotify’ın “This Is ” adını verdiği, adeta derleme niteliğinde bir “en iyiler” listesi geliyor. Bu uygulama klasik müzik bestecileri için de geçerli. Örneğin, paketlenmiş haliyle sunulan bir öğleden sonrası Macar ekspresyonizmi arzu ediyorsanız, “This Is Bartók” çalma listesinde rastgele çalmayı neden denemeyesiniz? Ancak geriye dönük albüm arşivine göz atmak mümkün değil; kariyerinin başındaki bir albümle başlamak bile, neredeyse imkânsız. “This Is” listeleri, merakı törpülüyor – “Bilmen gereken her şey bu kadarıyla sınırlı,” der gibi.
İşte bu durum, benim için meseleyi çelişkili ama belirleyici bir noktaya taşıdı: Spotify, tam anlamıyla edilgenlik ile baskıcı bir seçenek bolluğunun ölümcül bir bileşimi hâline gelmişti. Zaten sizin yerinize önceden belirlenmiş alanlara yönlendiriliyorsunuz (Bugün “Great British Breakfast” mi dinlemek istersiniz, “Peaceful Piano” mu, yoksa “This Is Beyoncé” mi? Seçenekleriniz bunlar). Aynı zamanda, dinlemeyi tercih ettiğiniz her şarkı, algoritmanın sizi bir sonraki adımda nereye yönlendireceğini belirliyor. Sonsuz sayıda seçenek var, ama neredeyse hiç irade yok.
iPod’umun sade ve düzenli hissini yeniden yakalayabilmek için aylık 9,99 Sterlin aboneliğimi Apple Music’e yönlendirdim. Ancak Apple Music’in kütüphane odaklı arayüzü, dinleme alışkanlıklarımı köklü bir şekilde değiştirdi – tıpkı yakın zamanda edindiğim bir plakçalar gibi. Şu anda, son on yıldır olmadığı kadar müzikle bağlantı kurduğumu hissediyorum. Yıllarca Spotify çalma listesinin sonunda otomatik olarak başlayan ve benzer şarkılarla devam eden “Spotify radyosu”ndan sonra, plağın sona erdiğinde sesin tamamen durması bana olağanüstü bir his veriyor.
Obama’ya gelince… Hepimiz kişisel zevklerin ne kadar öznel olduğunu gayet iyi biliyoruz – ve bir kamu figürünün kendi müzik tercihlerini paylaşmasında elbette bir merak ve değer unsuru bulunuyor. Ancak 2020 yılı itibarıyla bir çalma listesi, artık sadece müzikle ilgili değil; daha çok bir imaj sunumuna dönüşmüş durumda. Bu listeler kendi içinde kapalı birer ürün hâline geldi ve bana kalırsa giderek boş, yüzeysel ve içi kof bir nitelik kazandılar.
Bu yazı, The New Statement’da yayımlanan “Why I broke up with Spoti” başlıklı yazıdan derlenmiştir.

