Share This Article
İstanbul’u tanımlayan kavramlar arasında ‘kozmopolitliğin’ çok önemli bir yeri var. Bu şehirde yüzyıllardır dünyanın farklı coğrafyalarında filizlenmiş ve birbirini bulmuş sazların ve sözlerin sesi duyuluyor, nefesi hissediliyor. İstanbul’un kozmopolitliğini vurgulayan en önemli unsurlardan biri ise kentin sokaklarından, meydanlarından, balkonlarından, sofralarından ve sahnelerinden havalanan; tektipleşmeye ve monotonluğa asla gelemeyen sesler ve nefesler.
Farklı hatıraların ve duyguların kültürel ortaklıklara ilham kaynağı olduğu bu şehirde önyargılarını ve ana akımın dar kalıplarını kenara atıp ‘yabancı, değişik, ilginç, nadir’ olanlara şans veren her İstanbullu; zengin müzik kültürünü temeline alan farklı yolculuklar ve yeni arkadaşlar ediniyor. Bugün itibariyle MUBI’de restore edilmiş haliyle izleyebildiğimiz, Fatih Akın’ın belgesel filmi Crossing the Bridge: The Sound of Istanbul bu yolların bağladığı köprüden geçiyor, bu arkadaşları bir araya getiriyor, onları temsil eden figürleri büyüleyici anlatısında buluşturuyor.
Fatih Akın’ın, başyapıtı Duvara Karşı’dan bir yıl sonra beyazperdeye taşıdığı Crossing The Bridge, Haliç’ten batan buğulu güneşe hareket katan silüetleriyle koca şehrin müzik yaşanmışlıklarına, ilişkilerine ve ortaklıklarına mistik bir anlatıyla ışık tutuyor. Salt gerçekliklerden ve İstanbul’un sahnelerinde bir dönemin belleğini oluşturmuş seslerden ilham alan belgesel, güçlü sinematografisi ve anlatısı ile ortaya yalnızca bir hafıza değil aynı zamanda bir ruh hali koyuyor.
İstanbul’un köprüsünden geçen insanlar
Bu film hakkında genel duygu ve düşünceler üzerinden yürüdükçe doğrusal bir çizgide savrulmadan ilerlemek mümkün değil. Mümkün mertebe her durakta durmalı ve filme çeşitlilik katan unsurları yakından incelemeliyiz. Bu yazıyla belgeselin bütününü dört dörtlük bir şekilde ele alma iddiasını taşıyamasam da yolum geçtiği için şaşırdığım, sevindiğim, hüzünlendiğim, duygulandığım ve önemsediğim duraklardan bahsedebilirim.
Crossing the Bridge, en temelde İstanbul’u durağan bir olgu olmaktan tamamen koparıyor. İstanbul bu hikâyede yerleşik bir şehir olmanın, bir ülkenin metropolü olmanın, birilerinin memleketi olmanın çok ötesinde bir durak. Bu durak zihnimizde bir han gibi canlanabilir. Yerleşik veya göçebe, İstanbul’un köprüsünden geçen insanlar kafalarını nereye çevirseler keşmekeşle; ama bir o kadar da birbiri ardına iz bırakan yaşanmışlıklarla ve kültürel etkileşimlerle karşılaşıyorlar. İstiklal Caddesi’nde yürürken, Hazzo Pulo’dan Meşrutiyet Caddesi’ne geçerken etrafımızda hayat bulan cümbüş, Crossing the Bridge’i izlerken bizi bir saniye bile yalnız bırakmıyor.
Fatih Akın’ın Duvara Karşı’daki müzik, mekân ve haliyle zaman unsurlarını önemli ölçüde taşıyan Crossing the Bridge; Almanya’dan kalkıp gelen ve belgeselin anlatıcılığını yapan Alexander Hacke ile -ki kendisi de bir müzisyendir- filmdeki müzisyenlerin yolunun bir bir kesişmesine sahne olurken adeta 2005 ve yakın zaman aralığı dahilinde belgeseldeki isimlerin birleştirici gücü olarak dikkat çekiyor. Örneğin, Selim Sesler’in ekibiyle ve BaBa ZuLa ile Penceresi Yola Karşı ve Cecom parçalarını seslendiren Brenna MacCrimmon, benzer zamanlarda çıkan Duble Oryantal albümünde de konuk sanatçı olarak yer aldı. Aynı şekilde Alexander Hacke, BaBa ZuLa’nın Duble Oryantal albümüne konuk oldu.
Müzik buluşmalarının zirvesi
Memleketin güzide plak firmalarından Doublemoon’un kataloğunu incelerken yolu bu filmden geçmiş onlarca ismi görürüz. Ne hoştur ki Crossing the Bridge’ın da soundtrack albümü ve plağı Doublemoon’dan çıkmıştır. Crossing the Bridge, 2005’in öncesiyle ve sonrasıyla yakın çevresinde birbirini bulmuş muhteşem müzisyenlerin; şehrin her zaman, ne olursa olsun en cazibeli sokaklarından havalandırdığı sesleri ölümsüzleştiren ve bugün bazıları aramızda olmayan etkileyici insanları bir araya getirmeyi başarmış bir eser. Buradaki müzisyenlerin arasındaki etkileşim belki daha da eskilerden günümüze kadar sürüyor ama Crossing the Bridge, bu bir araya gelmelerin adeta zirvesi.
Bir önceki paragrafta söz ettiğim birleştiricilik, yalnızca birbiriyle yakın türde işler yapan ve aynı kitleye hitap eden müzisyenlerden ibaret değil tabii ki. Crossing the Bridge, sokaktan yankılanan amatör seslerden Türkiye’nin en büyük sahnelerinde her zaman geniş kitlelere hitap eden Sezen Aksu’ya, yine sokaklardan yankılanan ama asla amatör diyemeyeceğimiz Siyasiyabend’den memleket rock aleminin yıllarca ortalığı yıkıp geçmiş gruplarına kadar farklı türde ve etki gücünde müzisyeni birleştiriyor.
İstanbul’un hararetli yaşantısında usta bir klarnetçi bir sahnede Kanadalı Brenna MacCrimmon ile resital havasında bir roman havası icra ederken diğer sahnede Türk sanat müziğinin büyük ismi Müzeyyen Senar ile Nesimi’nin Haydar Haydar’ına can veriyor. Müziğin bu kadar çeşitli köklerden filizlendiği bir dünyada Crossing the Bridge, bize eğlence veya tüketim unsurlarından ziyade disiplinlerarası bir yaklaşımla incelenebilecek bir külliyat sunuyor.
İstanbul’u sahiplenmek
Selim Sesler demişken, böylesi bir filme çok yakışan yol unsuru Fatih Akın tarafından es geçilmiyor ve filmimizin kahramanı Alexander Hacke, şehirlerarası bir otobüse atlayarak memleketimizin en batısını ve Avrupa sınırını zorlayan Keşan’a gidiyor. Kendisinin bir albümünün de ismi olan ‘Keşan’a giden yollar’ın vardığı yer Selim Sesler’in köyü oluyor.
Sesler’in, İstanbul ile kıyaslanınca hayli küçük bir dünyaya sahip olan memleketinde bile her sahnede farklı bir aura, farklı bir icra var. Birahanedeki Kürdili Hicazkâr Longa ve düğündeki Opaz ayrı dünyalardan filizleniyor. Başrolde ise Keşan’ın yetiştirmekten gurur duyduğu bir virtüöz, apaçık İstanbul adını taşıyan bir belgeselde memleketine büyük bir rol biçiyor.
Hacke, filmi izleyenlerin yerinde olmak istediği bir rehber olarak İstanbul’da da sevdiğimiz mekânların tadını çıkarıyor. Filmde kayıtlar ve söyleşiler için kullanılan muhtelif yerler arasında sık sık gördüğümüz Büyük Londra Oteli, Babylon (bugünkü Blind) ve Siyasiyabend’in Haliç manzarasına karşı şarkılarını seslendirdiği Tepebaşı arasındaki üçgen, Beyoğlu’nda yürürken Crossing the Bridge’yi hatırlayıp hissetmek isteyenler için en ideal rota.
Büyük Londra Oteli’nin müzikle ilişkisi yalnızca Crossing the Bridge ile sınırlı değil. Bu noktada, filmden azade bir öneride bulunarak İlhan Erşahin’s Wonderland ve Hüsnü Şenlendirici’nin, ses dalgalarının hâlâ buralarda bir yerlerde dolaşması ihtimalinden heyecan duyduğumuz, kuşların bile olaya dahil olduğu, Büyük Londra Oteli terasındaki kaydını şuraya iliştirmekte yarar var:
Müziksever izleyicisini pek çok yönüyle şaşırtan belgesel; bu yönüyle insanlara eşsiz bir seyir deneyimi sunuyor. Zira günümüzde, özellikle son on yıldaki söylemleriyle politik olarak tamamen uzaklaşmış olsak da Türkiye’nin en büyük müzisyenlerinden biri olduğunu asla inkar edemeyeceğimiz Orhan Gencebay’ın sesini canlı olarak duyduğumuz nadir, belki de tek kayıt Crossing the Bridge filminde yer alıyor.
‘Biz buralıyız ve buranın müziğini yapıyoruz kardeşim!’
Selim Sesler’in albümlerini defalarca kez dinlemiş olsak da onun ev ortamındaki Pencesi Yola Karşı ve Keşan’da birahanedeki Kürdili Hicazkar Longa gibi nadide performanslarını, Sesler’i kaybettikten tam on yıl sonra dönüp bir belgeselde bulacak olmamız şüphesiz çok kıymetli. Hakeza Replikas, bugün zaten dağılmış olmasıyla, Y kuşağı olarak yakalayamadığımız hatıralarının sızısını yüreğimizde hissettiğimiz bir grup. Crossing the Bridge, Replikas’ın albümlerinde yer almayan Şahar Dağı’nı ölümsüzleştiren bir başyapıt. Filmin belki de en güzel cümlelerinden biri de Replikas’tan Gökçe Akçelik’e ait: “Biz buralıyız ve buranın müziğini yapıyoruz kardeşim!”
İstanbul ile ilgili en güzel şey, ‘buralı olmak’ kavramının asla bir durağanlık taşımaması. Crossing the Bridge, yazının başında da dediğim gibi bunu ziyadesiyle başaran bir iş. İstanbul’da yaşamak, İstanbullu olmak ama her şeyden önemlisi İstanbul’u sahiplenmek ve yaşamak söz konusu olunca köprüyü geçerken kafamızı kaldırıp baktıklarımıza karşı duyarsız kalmamız mümkün değil. İnsanın bir yeri kendine memleket kılabilmesi için orada kültürel ve sosyal bağlar kurabilmesi çok önemli. İstanbul gibi zor bir şehri kendimize memleket kılabiliyorsak bunda müziğin ve müziğin yarattığı etkileşimlerin çok büyük etkisi var.
‘Crossing the Bridge’ için teşekkür listesi
Bu şehirde hayatını, arkadaşlıklarını, romantik ilişkilerini ve hatta politik eğilimleri ve mesleki tercihlerini belirlerken müziği zihninin ve kalbinin merkezine alan çok sayıda insan var. Crossing the Bridge, bu insanların etkileşimlerinin kurulduğu köprülerden geçen bir hikâyeyi merkezine alarak yalnızca sinemaseverlere değil müzikseverlere, İstanbul severlere, etnomüzikoloji ve muhtelif kültürel çalışmalar üzerinde duran araştırmacılara hitap eden bir rehber olarak sinema tarihimizin dönüm noktalarından biri olarak yeniden seyirciyle buluşuyor.
Bugün birer teşekkürü Fatih Akın’a, filmin 2023’te restore edilmesine vesile olan Red Sea International Film Festival’e, 2024’te 4K olarak bizimle buluşturan MUBI ekibine iletiyorsak birer teşekkürü de bu filmin DVD’sine, plağına ulaşamadığımız zamanlarda filmi ve müziklerini bizlerle buluşturan sahaflara ve sanal alemdeki dostlara iletmek gerekir.
Benim de içinde olduğum birçok insanın düşlediği, hayal ettiği bir şekilde Crossing the Bridge: The Sound of Istanbul’un yeniden gündeme gelmesi harika bir gelişme. Dilerim bu film, İstanbul’un kültürel çeşitliliğinin ve kozmopolit yapısının nasıl bir zenginlik olduğunu hepimize birer kez daha hatırlatacak.
Yazıyı buraya kadar okuduysanız, size teşekkür etmek adına bu filmi hemen şimdi izlemeniz için ısrar edebilirim. Kendinize bir iyilik yapmak istiyorsanız, bu ısrarımı lütfen hafife almayın.
Dipnot:
Eğer filmdeki müzikleri sevdiyseniz -ki aksini düşünmek zor- soundtrack albümünü henüz dijital platformlarda bulamamakla birlikte plak dükkânlarında ve sahaflarda bulmanız olası. Eğer bir CD çalarınız yok ise, üzülmeyin benim de yok, dijital platformlara yeniden gelme ihtimalinin heyecanını ve arzusunu vurgulamakla birlikte şimdilik YouTube’da oluşturulmuş şu çalma listesini önerebilirim: