Share This Article
Darker than Darkness Style 93 – Buck Tick (1993)
Kayıt: Sound Sky Studio, Tokyo
Nisan 1993
Yapımcı: Hitoshi Hiruma and Buck-Tick
Uzunluk: 61:56
Bu hafta yolumuz yine Japonya’ya düşüyor, ama bu sefer merceği pop müzikten bambaşka bir türe yöneltiyoruz: Visual Kei. Visual Kei (ya da kısaca v-kei; anlamı “görsel stil”) 80’ler ve 90’larda Japonya’yı kasıp kavıran bir hareket. Bir müzik türü olmaktan ziyade bir imajdır v-kei; abartılı makyajlar, göz alıcı saçlar, deri kıyafetler ve bazen elbiseler… Bir noktada yapılan müzikle çok da bir bağlantısı yoktur. Punk yaparsınız, glam rock yaparsınız; visual kei’de önemli olan sahnede ne kadar ihtişamlı göründüğünüzdür. Bu yönüyle İngiltere’de 70’ler sonu ortaya çıkan New Romantic (Yeni Romantik) akımını andırmaktadır.
Visual Kei’den bahsediyorsak, Buck Tick’ten söz açmamamız imkansızdır zira bu türün öncü gruplarından birisidir kendileri. 20’den fazla albümü olan, Japon müzik listelerinde büyük başarılar yakalamış önemli bir gruptur. Her üyesi birbirinden orijinal ve kendine münhasırdır ama solist Atsushi Sakurai, v-kei akımında özel bir yere sahiptir. Upuzun saçlarından rujlarına, keskin bakışlarından giysileri, sahnedeki duruşu ve sesine kadar Atsushi Sakurai, romanlardan fırlamış romantik bir vampir prens gibi sizi etkisi altına alır.
Darker than Darkness Style 93, listelerde 2. sıraya kadar yükselmiştir. Bu albüm yer yer hırçındır, yer yer amansız bir romantiktir ve biraz gotiktir, biraz punk’tır. Yerinde durmaz enerjisiyle kanımızı kaynatır. Kadife gibi vokaller bazen şehvetli, bazen meleksi bir edayla kulaklarımıza dolar; bas melodileri havada uçuşur, klavye ve gitarı duydukça punk müziğin asi hallerini iliklerimize kadar hissederiz.
Albümdeki her şarkı çok özel, ama bir tanesinin bendeki yeri apayrı, en sevdiğim şarkılarda 1. sıradan hala inmedi: Dress. Her bir element öyle bir yerleştirilmiş ki; dalıp gitmemeniz, hislenmemeniz mümkün değildir kanımca. Vokallerin ve her bir enstrümanın işlenişini ayrı ayrı duyarsınız, aynı zamanda da hepsinin muazzam bir şekilde harmanlanışıyla anlamlandıramadığınız duygulara dalarsınız. (Atsushi Sakurai 2023’te vefat etti ki kendisi en çok sevdiğim vokallerdendir, bu şarkıyla onu anmış olalım.)
Wish – The Cure (1992)
Kayıt: The Manor – İngiltere
Nisan 1992
Yapımcı: David M. Allen & Robert Smith
Uzunluk: 66:23
Dünyada birçok önemli dönem gelip geçmiştir; 60’ların savaşları ve çiçek çocukların barış hareketleri, 70’lerin uzun saçlı rockçı gençleri… Fakat şüphesiz, 80’lerin çok daha büyük bir etkisi olmuştur dünyada. Hem teknolojinin hızlı gelişimi hem de artık farklılaşmaya başlayan dünya koşullarıyla birlikte birbirinden farklı akımlar çıkmıştır ortaya. Bunlardan birisi de 70’ler sonu ortaya çıkıp 80’leri kasıp kavuran “gotik müzik” akımıdır.
Gotik müzik (ya da gotik rock) dediğimizde akla gelen ilk gruplardan biridir The Cure. Her ne kadar kendileri yaptıkları müziğe gotik demese de The Cure, gotik alt-kültüre yön vermiş stil ikonlarındandır. Hele solist Robert Smith’in kırmızı ruju ve kabarık siyah saçları günümüzde bile “gotikler” tarafından benimsenen bir imajdır.
The Cure‘ün müziği hep biraz hüzünlüdür. Hele ki kliplerinde Robert Smith’i kah örümcek ağlarının içinde karanlık bir odada kah buz gibi bir mağaranın içinde tek başına oturup aşkına şarkılar söylerken izlediğinizde ya da hafif ağlamaklı sesini veya gitar melodilerinin sızlanırcasına uçuşan tınısını dinlediğinizde “Bu insanlar niye bu kadar üzgün?” diye düşünmeden edemezsiniz. The Cure‘ün müzikalite olarak en sevdiğim yönü müziği yavaş yavaş inşa ediş şekilleridir. Şarkıları genellikle 5 ila 7 dakika arasındadır; fakat ilk birkaç dakikasında Robert Smith’i duyamazsınız, sizi enstrumanların anlattıklarıyla baş başa bırakır. Sözler henüz girmemiş olsa da şarkıda ne anlattığını size öyle bir aktarır ki, Robert Smith’in yumuşacık ve tatlı sesinden akan cümleleri duyunca, “Evet, bana bunları zaten anlatmışlardı” diye hissetmeden edemezsiniz.
The Cure‘ün müziği genel anlamda hem sözleriyle hem de müzikalitesiyle duygusal olarak biraz ağırdır, o yüzden her ruh halinde dinlemeye -bence- uygun değildir. Fakat “Wish” albümlerine baktığımız zaman, kendisinden önceki The Cure albümlerine kıyasla (bkz. Disintegration) biraz daha hafif bir albümdür, açıp baştan sona dinlediğinizde güzelce akar ki içerisinde kalkıp dans edeceğiniz şarkılar da vardır.
Elbette bir Cure klasiği olarak uzun girişleri ve Robert Smith’in hafif ağlamaklı sesiyle biraz bunalımlı enstruman altyapısını bu albümde de buluruz. Fakat ara ara modumuz yükselir: Çoğumuzun muhakkak duymuş olduğu Friday I’m In Love veya açıp her derdinizi boşvermek isteyeceğiniz Doing The Unstuck gibi şarkılar var bu albümde. Ama elbette yer yer kızgın, yer yer kırgın şarkılar da var: From The Edge Of The Deep Green Sea, To Wish Impossible Things, Open… Fakat bu albümde bir tane şarkı vardır ki -benim de kişisel The Cure favorilerimden biridir- hissettirdikleri bambaşkadır: Trust. Yitirdiklerinizi ya da yitirmekten korktuklarınızı düşünürsünüz, gözünüzden belki bir damla yaş süzülür; ve dinledikçe uzaklara dalıp gidersiniz…
Notre Dame de Paris – Luc Plamondon & Richard Cocciante (1998)
Eser: Victor Hugo – 1831
Besteci: Richard Cocciante
Uzunluk: 2 saat 30 dakika
Notre Dame de Paris ya da Türkçesiyle Notre Dame’ın Kamburu, Victor Hugo’nun efsaneleşmiş romanıyla aynı adı taşıyan ve yine bir efsane haline gelmiş müzikaldir. Öyle ki, Guinness Rekorlar Kitabı tarafından verilmiş “sahnelenmeye başladığı yıl en çok izlenen müzikal” rekorunun sahibidir. 26 yıl sonra bile bu rekoru geçen bir müzikal yoktur ve Notre Dame de Paris, yine aynı heyecan ve aynı enerjiyle sahneleri doldurmaya devam etmektedir. Geçen sene mayıs ayında izleme şansı yakaladım. Prodüksüyonun kalitesi, sahnelerin sürükleyiciliği ve dansları hala hafızamda.
Bu albümde 1998 kadrosunu, yani orijinal kadroyu bulacaksınız. Öyle isimler vardır ki burada: Quasimodo olarak Garou, Frollo olarak Daniel Lavoie, Phoebus olarak Patrick Fiori… Hepsi birbirinden değerli sanatçılardır ve karakterlerine öyle güzel oturmuşlardır ki, güncel kadronun gayet başarılı olmasına rağmen hala kendimizi açıp 1998 versiyonunu izlerken veya dinlerken buluruz.
Şarkıların hepsi müzikalite anlamında o kadar kaliteli ve akıcı, sözleri de bir o kadar güzel ve şiirseldir ki, albümü kesinlikle baştan sona kesintisiz dinlemenizi tavsiye ederim ki asla sıkılmayacağınızı göreceksiniz.
En efsane şarkıları: Tu vas me détruire, Belle, Déchiré, Les temps des cathédrales, Les cloches, Ave Maria païen
Lives Outgrown – Beth Gibbons (2024)
Kayıt: Devon Barn Bristol State of Art Studio 53 Snap Konk – Mayıs 2024
Yapımcı: Beth Gibbons & James Ford
Uzunluk: 45:51
Hep 80’lerden, 90’lardan bahsettik; şimdi zamanı biraz daha ileriye sarıp yönümüzü tazecik çıkmış bir albüme çeviriyoruz.
Beth Gibbons, 90’ların ünlü İngiliz trip-hop (elektronik, caz ve rnb gibi türlerin iç içe geçtiği atmosferik müzik türü ) grubu Portishead’in vokalistiydi. Grup, kendi zamanında iyi bir başarı yakalamıştı ve günümüzde de hala aynı ilgi ile dinlenmektedir. Yaptıkları müzik ile ilgiyi üzerilerine çekmişlerdi ama grubun önemli parçalarından biriydi Beth Gibbons. Yumuşak ve genç vokalleri ve hafif bir asi kız edasıyla dinleyenleri kendine bağlıyordu.
Ama eski günler artık geride kaldı, yaş aldık, hayatlar yaşadık. Lives Outgrown’da da biraz bunu hissederiz. Zaten albüm isminden de hissederiz bunu: Yaşanmış Hayatlar. Beth Gibbons’ın olgunluk eseridir bu albüm. İçindeki şarkıları dinlemek; yalnız başımıza otururken geriye dönüp yaptıklarımıza, yaşadıklarımıza ve görüp geçirdiklerimize bir bakmak gibidir. Belki gözümüz biraz nemli, içimizde bir ukte ya da özlemle; belki de yorgunluğumuzla tüm hayatımızı gözden geçiriyormuşuz gibidir. Her şarkının belli bir yaşanmışlıkla yazıldığı zaten bellidir, gençlik ve toyluk günleri geride kalmıştır. Bazı Portishead hayranları tarafından “Benim bildiğim Beth Gibbons gibi değil” yorumları gelmiş olsa da, bu albüm sonuna kadar Beth Gibbons’ın kendisidir.
Albümün her şarkısını baştan sona dinlemenizi öneririm çünkü bu albüm bir yolculuk gibi;her şarkıdan kendinizden parçalar bulacaksınız. Hatta ben de albümden en sevdiğim sözü ekleyeyim: “Cause the burden of life just won’t leave us alone and the time’s never right when you’re losing a soul” (Burden of Life şarkısından.)
En sevdiklerim: Burden of Life, Tell Me Who You Are Today, Rewind…