Share This Article
Nâzım Hikmet’i sansür kıskacından kurtaranlardan biri Genco Erkal’dı
Genco Erkal’ı tiyatromuza kazandırdıkları, sahne inadı ve politik mücadelesi nedeniyle anmaya devam ediyoruz, etmeliyiz de ancak minnettar olmamız gereken bir konu daha var.
Genco Erkal, Nâzım Hikmet’in sansürle, baskıyla, davalarla yok edilme girişimine karşı on yıllar süren bir sanatçı dayanışmasıyla onu sessizlikten kurtarmış isimlerden biri…
Nasıl mı?
Nâzım’ın hep okunduğu, hep kitaplıklarda olduğu zannedilebiliyor, öyle değil. Kitaplarının basılamadığı, adının anılamadığı on yıllar var.
Şiirlerinin el yazısı ile çoğaltılıp gizlice okunduğu ama yayınlarda zinhar gösterilmediği yıllar.
O kadar öyle ki Nâzım’ın cezaevinde tanıdığı, resme yeteneğini fark edince ustalık yaptığı ve yetiştirdiği Ressam İbrahim Balaban dahi Nâzım Hikmet’i bir dönem anamıyor.
Yıl 1959.
Vatan gazetesinden Celalettin Çetin, Balaban’la bir söyleşi yapıyor ve “Resim sanatında bugünkü kişiliğini nasıl yaptın?” diye soruyor.
Daha cevabı okumadan Balaban’ın Nâzım hakkında neler diyeceğini merak ediyorum.
Ama yok; Balaban, Nâzım’ı anmıyor.
Çetin “Herhangi bir ustanın etkisinde kaldın mı?” diye soruyor. Soruyu görünce “Şimdi Nâzım’ı anacak” diyorum ama yine anmıyor.
“Hiçbir ustanın etkisinde kalmadım” diyor.
Böyle bir sessizlik…
Genco Erkal mesela, ilk nasıl duydu dersiniz bir Nâzım şiirini?
Lisedeki edebiyat öğretmenimiz, ‘Size bir şiir okuyacağım ama yazarını sormayacaksınız, söyleyemem’ dedi. Okudu; o ağladı, biz ağladık sınıfta. Yıllar sonra ben onun Mavi Gözlü Dev olduğunu anladım. (1)
Nâzım Hikmet işte böyle bir rejim silindirinin altındaydı.
Nâzım’ı uzun bir aranın ardından 1964’te Doğan Avcıoğlu’nun Yön dergisi yayımlıyor. Şiirleri birer ikişer giriyor yeni sayılara. 1965’te Yön Yayınları Kuvâyi Milliye destanını basıyor.
Ve silindir tekrar devreye giriyor. Davalar, yargılanmalar…
Mehmet Ali Ermiş, Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim romanını basıyor, elbette yine dava. Ermiş o günlerde ölüyor hem, davanın sonucunu beklerken.
Nâzım’ı Memet Fuat’ın De Yayınevi basıyor, yine davalar, mahkeme koridorları, duruşmalar…
İşte Genco Erkal’ın adı bu isimlerin yanına yazılmalı; Nâzım’ı dava tehdidine rağmen basanların, el yazısıyla çoğaltanların yanına…
1971-72’de Dostlar Tiyatrosu Memleketimden İnsan Manzaraları‘nı sahneye uyarlamak istiyor, olmuyor.
Sonra Kerem Gibi’yi sahneliyor Genco Erkal.
Yıllar önce öğretmeninin adını anamadığı ama gözlerini yaşartan şairi nihayet sahneye koyuyor.
1975 Şubat’ında Nihat Behram ve Ataol Behramoğlu‘nun çıkardığı Militan dergisine şöyle diyor:
Onu Dostlar Tiyatrosu’nun seyircisiyle paylaşmayı amaçladım. İki saatlik bir süre içinde beş yüz kişinin yüreği onunla birlikte atsın istedim. Bir büyük devrimci ozanı yeni baştan tanıyalım istedim.
Ve ekliyor:
Nâzım’ın başka yapıtları üstüne de buna benzer çalışmalar yapmayı düşünüyorum.
Genco Erkal dediğini yaptı. Sahnelerde, binlerce temsilinde Nâzım’ı tanıttı.
Onun tiyatroya verdiği emekleri tiyatro eleştirmenleri, tarihçileri, izleyicileri anlatacaktır. Ancak özel bir teşekkür, saygı ve minnetti Nâzım’ı rejimin silindirinin altından çıkaran insanlardan biri olması nedeniyle hak ediyor. Çünkü bu, memleketin en büyük sanatçı dayanışmalarından biriydi, dahil olmak için direnç ve koca bir yürek gerekiyordu.
*
Rock grubu olarak yola devam etmenin de sınıfsallığı var
Mor ve Ötesi’nin solisti Harun Tekin ile Kargo’nun solisti Koray Candemir’in Şakalı Akustik performansını hiç izlediniz mi?
Geçtiğimiz günlerde Enka Açıkhava’daki performanslarını izleyince, bu şarkılı şakalı performans zihnimde başka bir şey canlandırdı…
İki isim, şarkılarının yanı sıra “rock star” olma yolunda yaşadıkları tuhaf olayları da anlatıyor. Yaşarken öyle hissettirmemiş belli ki ama Candemir’in aktardıkları epey komik… Topraklama olmadığı için sahnede gitar ve mikrofondan elektrik çarpma anıları, sabah programlarına çıkma zorunluluğu ile gelen “ben neredeyim” hissi, bir türlü becerilemeyen organizasyonlar…
Kargo’nun Adımı Çağır reklamında hızla giden ve güvenlik önleminin neredeyse olmadığı bir kamyonet kasasında şarkı söylemek zorunda kalışları… Koca bir gece boyunca Perpa’da çekilen klip, klip gereği Perpa’yı temizleme rolü ve klibin bir türlü ortaya çıkamayışı… Alınamayan ödemeler…
Yapım şirketi teklifiyle ve şarkılarımızı söyleriz heyecanıyla çıkılan Hülya Avşar Show’da “Büyük göğüs mü küçük göğüs mü?” gibi sorulara maruz kalış…
Ve bir noktada yorulmak… Grubun sonradan birkaç kez daha yaşayacağı dağılmaların ilkinin gerçekleşmesi…
Anlattıkları aklıma Sakin grubunu getirdi.
Halen dönüp dinlediğim Sakin grubu 2008’de “Hayat” albümleriyle, “Denek Hayatım”, “Edepsiz Komedya” gibi şarkılarıyla kendi kemik kitlesini yaratmıştı. Spotify verilerine göre hâlâ aylık 127 bin dinleyicileri var.
Grup daha sonra birden dağıldı.
Can Koçak‘ın Sakin’in solisti Onur Özdemir’le 2021’de yaptığı güzel söyleşi çok şey anlatıyor:
O dönem konserlere devam etse de ortalama bir indie grubunun ‘ne ileri ne geri’ seyrinden çıkamayan Sakin’de sinirler gerilmeye başlıyor. Herkesin yaşları 30’a yaklaşmış, gruptan iki kişi çalışmaya başlamış, grubun çalışmaları onların düzenine göre ayarlanıyor. Yeterince konser yapamadıklarını da düşünüyorlar, menajerleriyle fikir ayrılıkları var, kimse mutlu değil. (2)
Sonrası malum, en azından kiradan kurtulma düşüncesiyle evden çıkmak, davulcularının ailesinin evine taşınmak vs.
Evet sahne almak, şarkıların yavaş yavaş bilinmeye başlaması ama bir yandan da kirayı ödeyememek…
(Sakin’in solistinin sonra “Onurr” adıyla “Aşkın Olayım”, “Güm Güm” gibi şarkılar yapması başka bir hikâye…)
Düşündükçe başka gruplar geliyor akla. Üçnoktabir örneğin. Melis Danişmend “Büyüyemeyenler” kitabında sahne hayatının koşullarından, ödemelerle ilgili yaşanan ciddi problemlerden bahsediyordu.
Liste Kurban, Direc-t ve daha pek çok grupla devam eder gider…
Okursa affetsin, kimin sözü olduğunu anımsayamıyorum ama Mor ve Ötesi için söylenen o söz de esasen buna işaret ediyor:
Mor ve Ötesi’nin en büyük başarısı Dünya Yalan Söylüyor albümü değil, Gül Kendine albümünden sonra dağılmamış olmalarıdır.
Belli ki rock grubu olarak kitlelere erişme yolculuğu pek dikenli, yetenek de tek başına açıklamıyor durumu. Konunun hem sınıfsal boyutu var (evet rock grubu olarak yol alabilmenin sınıfsallığı) hem de (bunu da içerecek şekilde) ne kadar direnebildiğiniz boyutu var.
“Şakalı Akustik”te Tekin-Candemir iki buçuk saat sahnede kaldı, şarkıları ve şakaları güzel bir İstanbul gecesi yaşattı izleyicilere (klişe değil, birkaç yüz şahidim var).
Dağılmış rock gruplarının verdiği hüznü tek başıma yaşadım, onun şahidi yok.
Acılara Tutunmak’taki beste kusuru: O şiirde “buğu” aslında hiç olmadı
Şarkıyı mırıldanmak hepimiz için kolay değil mi?
“Acılardan arta kalan
İşte bu bakışlarmış
Buğu diye gözlerinde
Gün batımı bulutlarmış”
Ama üzgünüm, Ahmet Kaya da yanılıyor, o şiirde aslında “buğu” kelimesi geçmiyor.
Elimde Ahmet Say’ın çıkardığı Türkiye Yazıları dergisinin Mayıs 1978 sayısı var. Hasan Hüseyin’in “Acılara Tutunmak” şiiri ilk olarak burada yayımlandı. Şiirin adını taşıyan kitap ise Bilgi Yayınevi’nden 1981’de çıktı.
Şiirin dergideki hali ile kitaptaki hali arasında bazı farklılıklar var.
Sanıyorum Ahmet Kaya’yı yanıltan da buradaki bazı değişiklikler olmuş.
“acılardan artakalan/ işte şu bakışlarmış/ kuğu diye gözlerimde/ gün batımı bulutlarmış” dizelerinin ilk hali şöyleymiş: “acılardan artakalan/ işte şu çığlıklarmış/ kuğu diye göllerimde/ gün batımı bulutlarmış”
Hasan Hüseyin Korkmazgil
Şairimiz, “kuğu diye göllerimde” ifadesinden memnun olmamış anlaşılan ve “kuğu diye gözlerimde” diye değiştirmiş.
Ahmet Kaya “Gözde kuğu olacak değil ya, olsa olsa buğudur” diye düşündü belki de…
Albüm 1985’te çıktı, Hasan Hüseyin’i 1984’te kaybettik.
Bu kusurlu ve güzel bestenin yaratıcısına, dizelerin büyük şairine ve göllerimizdeki kuğulara selam olsun…