Share This Article
Dil, okuma, çeviri ve bunlar üzerine düşünüp kalem oynatma dendiğinde akla gelen ilk isimlerden biri olan Alberto Manguel; kurmaca ve kurmaca-dışı metinlerini hikâyelerle, insanların ve coğrafyaların etkileriyle birlikte ele alıp bunları engin entelektüel birikimiyle yorumlayarak okumaların okumasını yapıyor.
Manguel’in en önemli özelliği, edebiyat ve hayat, dil ve yaşam arasındaki bağlantıları anlayıp anlatmaya çalışması. Dolayısıyla kültür denizine açılması veya kültür kazılarına girişmesi.

“Çeviri Sanatı Üzerine Değiniler” alt başlığıyla okurla buluşan Dokumanın Arka Yüzü’nde benzer bir çabayla karşımıza çıkıyor Manguel. Çeviriyi kavram ve eylem olarak ele alırken kültür tarihinde bir seyahate davet ediyor bizi. Edebiyat tarihinden sayfalar da diyebileceğimiz metninde çevirinin hayatla kesiştiği noktalara doğru bir yolculuk başlatıyor.
‘Dinmeyen bir çalkantı’
Aklın uzantısı dilin yetmediği yerde sanatın başladığını söyleyen Manguel, çokdilli çocukluğundan hareketle bu durumun, dünyaya farklı pencerelerden bakmayı kolaylaştırdığını hatırlatıyor. Yazarın durduğu noktaya geldiğimizde çeviriyi, ışığı içeri buyur eden bir pencereye benzetebiliriz.
Manguel, çeviri için “okumanın en kılı kırk yaran türü olabilir” diyor. Yazan-aktaran-okuyan arasında kurulan (ve kurulacak) derin ilişkiyi anımsatıyor. Dahası, çevirmenin sorumluluğundan ve bunu okura aktarışından bahsediyor. İşin güçlüğü, trajedisi ve güzelliği tam manasıyla burada. Manguel belki de bu yüzden “her çeviri bir ağıttır” diyor.
Manguel’e göre yaşayan sözcüklerden oluşan cümleler, bir dilden diğerine aktarılarak gerçekleştirilen çeviriyle diller arası geçiş anlam bağlamında hayat buluyor. Böylece sözcükler, dilden dile nakledilirken yazarın “dinmeyen bir çalkantı” dediği metnin dönüşümünün ve taşınımının kapısı da sonuna kadar açılıyor. Çevirmen de bu çalkantının tam ortasında yer alıyor. John Berger’ın “varlık” dediği sözcükler ise o çalkantıyı oluşturan birer damla.
Manguel, Sokrates’in yaptığı gibi sözcüklerin hakikatine yöneliyor ve bunun çeviride (elbette okumalarda da) hayatî bir konumda olduğunu hatırlatıyor. Bu, hem gerçeklerle hem de metaforlarla ve göndermelerle yüklü çevirinin hikâyesi aslında. Söz konusu durum, sanatsal olduğu kadar politik de:
Okumak istediğimiz şeyi okuruz. Geleceği görme ve çeviri sanatları birbiriyle yakından ilişkilidir ve her metne, okuyanın hayal ettiği veya istediği her şey söyletilebilir. Her çeviri bir yorumlama biçimidir. Her çeviri siyasi bir eylemdir.
Manguel, çevirinin teorik tarafının yanı sıra pratik yanına da yoğunlaşıyor. Başka bir deyişle onu, teknik bir mesele olarak da ele alıyor yaşamla ve yaşamın taşıyıcısı hikâyelerle bağlantılı biçimde de. Aynı şekilde çevrilen ve çevrilecek metnin ve sözcüklerin masallarla, mitlerle ve coğrafyayla ilişkisini atlamazken çevirinin, bir karşılaşma ve temas olduğunu da söylüyor. Bunun için öncelikle bir arayış gerektiğini hatırlatıyor. Çevirmen ise o edimin öznesi ve kendine sözcüklerden ev kuran bir zanaatkâr. Dahası, “kendi yıldızının peşinden giden” bir maceraperest.

‘Özgün metnin gölgesi’
Çeviriyi, seçtiği ve çağrıştırdığı sözcükler yardımıyla anlatan, daha doğrusu tarihten ve hikâyelerden yardım alarak açıklamaya uğraştığı sırada Manguel, çevirmenin göz ardı edemeyeceği (etmemesi gereken) birkaç noktayı vurguluyor:
Bir sözcük dağarcığından bir başkasına çeviri yapmak biraz daha katı bir sistem gerektirir çünkü bu durumda sadece görünüş değil anlam da dikkate alınmalıdır. Çevirmen, yazarın güvenilmez bir kavrayışın bulanıklığı içinde inşa ettiği şeyi bilinçli olarak parçalara ayırmalıdır. Nüanslar açıklığa kavuşturulmalı, vurgulara tam olarak yer verilmeli, ince dokumalar ilmek ilmek çözülmeli ve bu kez apaçık bir motifle yeniden örülmelidir. Çeviri yasaları yazı yasalarından daha katıdır, çünkü bunlar yazı yasalarını da içerir.
Manguel, çevirinin bir dile gelme olduğunu; yazarın, okurun ve çevirmenin hem yazarın hem de okurun diline geldiğini söylüyor. Hâl böyle olunca çevirmen, özgün metnin ikizini yaratıyor. Yazarın, “bir yeniden doğuş” ve “ilk kâşifin izlediği rotanın tekrar izlenmesi” dediği çeviride bundan daha farklı durumlar da ihtimal dâhilinde elbette:
Çeviri bir tür sansür, zenginleştirme, yoksunlaştırma veya dönüştürme olabilir. Aynı zamanda ruh hâllerini, niyetleri ve ahlaki normları değiştirmeye yarayan bir araç da olabilir. Özgün metinle karşı karşıya kalan çevirmen yalnızca belli sözcükleri ve hatta paragrafları değil, aynı zamanda belli sonuçları ve sonları da göz ardı etmeyi seçebilir.
Manguel’e göre pek çok metin ve hikâye, çevirinin zenginliğinin kaynağı. Çevirmenin (aynı yazarlar gibi) geleceğe seslenme ve şimdinin ötesine taşma arzusuna, anlama ve anlaşılma isteğine karşılık geliyor. Böylece Manguel, ana yola çıkan bir başka patikaya işaret ediyor:
Çeviri, belli bir metnin söylüyor göründüğü şeyi başka bir dilde ve başka gözlerle yeniden tahayyül etme sanatıdır. Çeviri okurdan yalnızca bir metnin anlaşılmasını talep etmez, aynı zamanda aynı anlaşılabilirliği başka bir okura da sunabilecek başka bir metnin, farklı bir metnin inşasını da talep eder. Çeviri olsa olsa bir anlama sanatıdır.
Manguel, “özgün metnin gölgesi” dediği çevirinin bir okumasını yapıyor Dokumanın Arka Yüzü’nde. Bu okumayı pek çok öğeyle (tarihle, şiirle, felsefeyle, coğrafyayla, mitlerle) beslerken yazarın, çevirmenin ve okurun yerine koyuyor kendini. Gösterileni, görüneni ve görünmeyeni anlamaya uğraşırken çevirilerin satır aralarında geziniyor.
Dokumanın Arka Yüzü, Alberto Manguel, Çeviren: Orhan Düz, Yapı Kredi Yayınları, 80 s.
