Çocuk Sömürüsünün Minotor’u: MESEM

Share This Article
Osman Çaklı
Türkiye’nin kapitalist üretim ilişkileri, çocuk emeğini sistematik bir sömürü aracına dönüştürmeye iştahla devam ediyor. Mesleki Eğitim Merkezi (MESEM), mesleki ve teknik eğitimi örgün eğitim dışında da sürdürebilmeyi iddia etse de, gerçekte bir eğitim alanı olmaktan çok, sermayenin ucuz iş gücü açığını çocuk emeğiyle kapatan bir mekanizma işlevi görüyor. Bu sistem, büyük sanayi sermayesinin ucuz iş gücü ihtiyacını karşılamak için devlet eliyle çocukların hayatını riske atıyor (Elbette yalnızca sanayi değil; tarım ve hizmet sektörü de bu zincirin parçası). Teorik olarak böyle olmadığını iddia etse de, pratiğin gösterdiği gerçeklik bundan ibaret. Özellikle Diyarbakır’dan Van’a, Urfa’dan Antep’e; Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasının pek çok şehrinde, yoksulluk ve savaşın yarattığı yıkım çocukları erken yaşta fabrikaların dişlileri arasına sürüklüyor. Çocuk Hakları Merkezi (FİSA), Birleşik Metal-İş Sendikası ve İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi’nin verileri ve açıklamaları bu trajediyi tüm çıplaklığıyla ortaya koysa da yeterince gündem olamıyor. Bildiğimiz ve gördüğümüz kadarıyla MESEM, çocuk cinayetlerinin ve hak ihlallerinin adeta ikameti hâline gelmiş durumda.
FİSA’nın raporları, MESEM’in çocuk haklarını nasıl sistematik biçimde ihlal ettiğini açıkça gösteriyor. FİSA’nın 2024 Ocak-Haziran dönemi Çocuğun Yaşam Hakkı İhlalleri raporuna göre yalnızca altı ayda 343 çocuk önlenebilir sebeplerden hayatını kaybetti. Bu ölümlerin önemli bir kısmı iş cinayetleriyle bağlantılı.
Türkiye’de artan çocuk işçiliği ve iş cinayetleri
MESEM öğrencilerinin (çırakların) haklara erişim raporunda ise çocukların sendikal haklarının tanınmadığı, düşük ücretlerle sömürüldüğü ve tehlikeli işlerde yetersiz güvenlik önlemleriyle çalıştırıldığı vurgulanıyor (Çocukların sendikal hakkı tartışması ise başlı başına ayrı bir konu).

Çocuk işçiliği, dünyada en yaygın çocuk hakları ihlallerinden biri olmaya devam ediyor. Dünya genelinde 160 milyon çocuk, diğer bir deyişle yaklaşık her on çocuktan biri çalıştırılıyor. UNICEF, 9 milyon çocuğun daha, hane gelirindeki kayıpların telafi edilmesi amacıyla çocuk işçi olarak çalıştırılma riski altında olduğunu tahmin ediyor.
Bir örnek: 14 yaşındaki Eyüp Can Güner’in ölümü, FİSA’ya göre “ihmal” değil, çocukları işçileştiren sistematik yaklaşımın bir sonucu. FİSA, MESEM’i “çocuk sömürüsü olarak çıraklık uygulaması” diye nitelendiriyor; çocukların eğitim hakkından mahrum bırakıldığını ve emeğinin patronlarca gasp edildiğini belirtiyor. Bu ihlaller, Anadolu’nun kırsal bölgelerinden göçle şehirlere savrulan Kürt ailelerinin çocuklarında daha da derinleşiyor. Yoksulluk döngüsü, MESEM’i “kurtuluş” gibi gösterse de, gerçekte bu yol mezara çıkıyor.
Birleşik Metal-İş Sendikası, MESEM’i doğrudan “çocuk emeği sömürüsü” olarak tanımlıyor. ILO’ya yaptığı ziyarette Türkiye’de artan çocuk işçiliğine ve iş cinayetlerine dikkat çekiyor. Sendika, “Çocuktan işçi olmaz! MESEM projesi durdurulsun” çağrısıyla, 14 yaşındaki Arda Tonbul’un iş cinayetinde hayatını kaybetmesini hatırlatarak, sistemin yasal kılıf altında çocuk işçiliğini yaygınlaştırdığını vurguluyor. 12 Haziran Dünya Çocuk İşçiliğiyle Mücadele Günü’nde yayınladıkları açıklamada, “14 yaşında çocukların fabrikalarda ne işi var?” diye soran sendika, MESEM’in metal sektöründe çocukları tehlikeli makinelerin başına geçirdiğini belirtiyor. Birleşik Metal-İş’in örgütlü olduğu fabrikalarda yapılan eylemlerde “MESEM’ler kapatılsın! Çocuk işçiliğini durdurun!” sloganları yükseliyor. Bu, emek hareketinin sermayenin ucuz iş gücü iştahına karşı direnişinin sembolik tarafı.
Sendika, MESEM’in çocukları asgari ücretin altında çalıştırarak patronlara “sıfır maliyet” sağladığını belirtiyor. Mezopotamya’nın savaş mağduru ailelerinde bu sömürü daha ağır yaşanıyor. Göçle gelen çocuklar, aile bütçesine katkı sağlamak için erken yaşta fabrikalara hapsediliyor. Anadolu’da ise küçük yaştaki çocuklar ya tarlalarda ya da yakın çevrede “eli iş tutsun” diye çalıştırılıyor. Bu coğrafyanın çocukları, çocukluklarını yaşamadan erken büyümek zorunda kalıyor.
Kayıt dışı çalışanların sayısı 3,5 milyonu buluyor
İSİG Meclisi’nin verileri, MESEM’in ölümcül sonuçlarını somutlaştırıyor. 2025’in ilk dört ayında en az 611 işçi hayatını kaybetti; yalnızca Nisan ayında 152 ölümün 8’i çocuktu, bunların 3’ü 14 yaş ve altındaydı. Son 10 yılda en az 742 çocuk işçi iş cinayetlerinde öldü; 2024’te bu sayı 71’e ulaştı. MESEM bağlantılı ölümler artıyor: Manisa’da 14 yaşındaki Muammer Samet Karaoluk gibi çocuklar, elektrik tesisatlarında yetersiz önlemlerle çalıştırılırken hayatını kaybediyor. Meclis, çocuk işçiliğinin yoksulluk ve göçle daha da derinleştiğini belirtiyor. Van’da 4 bin, Diyarbakır’da ise 25-30 bin MESEM öğrencisi bulunuyor – bunlar, eğitimden umudu kesmiş ailelerin çocukları. Kayıtlı çocuk işçi sayısı 1,5 milyona yaklaşırken, kayıt dışı çalışanların sayısı 3,5 milyonu buluyor. 22 milyon çocuğun 10 milyonu yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Bu gerçeklik, Kürt coğrafyasındaki savaşın yarattığı göç dalgasıyla birleşince, çocuklar sermayenin kurbanına dönüşüyor. Zırhlı araçların çarptığı çocuklar gibi, fabrikalarda ezilenler de bu sistemin parçaları hâline geliyor. Sorun, kapitalizmin yapısına içkin. Ancak meseleyi soyut bir yerden değil, somut verilerle ele almak gerekiyor. İktidarın uyguladığı ekonomi politiğin alametifarikası da bu.
MESEM, kapitalizmin emek sömürüsünün en çıplak hali: Devlet, İşsizlik Sigortası Fonu’ndan patronlara milyarlar akıtarak çocuk emeğini ucuzlatıyor. Geçtiğimiz günlerde Evrensel Gazetesi’nde yayımlanan bir haberde, Koç Holding’in silinen milyarlarca liralık vergi borcu gündeme geldi. Bu, ne yeni bir durum ne de yalnızca Koç Holding’e özgü. Sermayenin iktidarla kurduğu ilişkinin “fiyakası” tam da bu çerçevede saklı. Anadolu’nun tarım işçisi çocukları, Mezopotamya’nın göçmen aileleri bu döngüde eziliyor.
Emek hareketi, FİSA, Birleşik Metal-İş ve İSİG gibi kurumlar bu sömürüye karşı mücadele ediyor; ancak bu yeterli değil. Çocuk işçiliğini kökünden sökebilmek için yoksulluğu ortadan kaldıracak kamucu politikalar ekmek ve su kadar hayati: Eğitim hakkı, sendikal özgürlük ve sermayenin denetimi. Başka Ardalar, Eyüpler, Erenler ölmesin diye…

Ezilenlerin pedagojisi
MESEM’lerin kapatılması bir seçenek; ancak mevcut durumda yalnızca “kapatılsın” demek, ezberciliğe denk düşebilir. Çalışma zorunluluğu hayatın içinde var oldukça, yasaklamak nihai hedef olmakla birlikte, çocukları başka bir karanlığa sürükleme riski taşıyor. Her 4 çocuktan 1’inin ne eğitimde ne istihdamda olduğunu düşünürsek, çeteleşme ve suça sürüklenme riskinin artacağını öngörmek hayalcilik olmaz. Bu nedenle, alternatif politikaların geliştirilmesi kritik önemde.
Tam bu noktada Paulo Freire’nin sesi yankılanıyor: Ezilenlerin pedagojisi, eğitimi bir “banka hesabı” gibi bilgi biriktirme değil, özgürlük tohumu ekme olarak tanımlar. Ancak MESEM’de bu tohumlar, fabrikaların beton zeminlerinde eziliyor. Anadolu’nun bir köyünde doğan bir çocuk –adını Mehmet koyun ya da Fatma– Mezopotamya’nın rüzgârlarında büyürken, hayalleri gökyüzüne uzanan bir ağaç gibi serpilir. Fakat sistem, bu çocuğu erken yaşta bir makinenin dişlisine dönüştürür. Freire’nin de dediği gibi, “bankacı eğitim” modeli, çocuğu pasif bir depo hâline getirir; içine yalnızca patronların ihtiyaç duyduğu beceriler doldurulup boşaltılır.
Hakikat ise açıktır: Eğitim, ezilenleri ezenlerin dilini konuşmaya zorlamamalı; onların kendi kelimeleriyle dünyayı dönüştürmelerine kapı açmalıdır.
Sermaye, halk türkülerini silip yerine fabrika sirenleri koyar
Bir hikâyeyi düşünün: Diyarbakır’ın dar sokaklarında yaşayan 13 yaşındaki bir Kürt çocuğu, MESEM’e kaydolduğunda ailesine “okulda öğreneceğim, sonra büyük adam olacağım” der. Ama gerçekte metal atölyesinde elleri yanıklarla dolar, sırtı eğilir – tıpkı Freire’nin Brezilya’daki köylüleri gibi, sömürü çarkında dönüp durur. Bu çocuk, Freire’nin sözünü ettiği “kültürel istila”ya maruz kalır; sermaye, onun kültürel köklerini –Mezopotamya’nın bin yıllık hikâyelerini, Anadolu’nun halk türkülerini– silip yerine fabrika sirenlerini koyar.
Çocuklar, özgürleşmek yerine zincirlenir; yoksulluk, onları sermayenin kölesi yapar. Kapitalizm, Freire’nin eleştirdiği gibi, diyaloğu yok sayar; öğretmen-öğrenci ilişkisi yerine patron-çırak hiyerarşisi kurar. Mezopotamya’nın savaş yaraları bu sömürüyü derinleştirir; göçle gelen aileler, çocuklarını “eğitim” diye sunulan bu tuzağa düşürür, çünkü alternatif yoktur. Ama Freire, umut verir: Ezilenler, farkındalıkla ayağa kalkmalıdır. Sendikaların çığlıkları, FİSA’nın raporları, İSİG’in verileri, bu kalkışmanın tohumlarıdır. Ardaların, Eyüplerin, Erenlerin, Alperenlerin acıları mecazi bir fırtına gibi esmelidir: Çocuklar, karanlık madenlerde değil, özgür ovalarda koşmalıdır.
Çocuk sömürüsü yalnızca emek gaspı değil; çocukların varoluş süreçlerini dinamitleyen sistemin de bir ürünüdür. Bu mekanizma, onların psikolojik ve sosyal gelişimlerini tahrip eder, toplumsal eşitsizlikleri derinleştirir.
