Share This Article
Tarih; keşiflerle, keşif adı altındaki yağma ve sömürgecilik faaliyetleriyle, savaşlarla, işgallerle ve atılımlarla olduğu kadar önyargılarla ve kanaatlerle de şekillendi. Başka bir deyişle cehalet ve hatalar tarihin akışına yön verdi.
Latince “terra incognita” yani “bilinmeyen toprak” ve “gidilmeyen yer” olarak işaretlenen noktalara dair kanılar, hem korkuları besledi hem de merakı kamçıladı. Bunun tetiklediği bir başka şey ise dünyayı anlama arzusuydu; bilinmeyen ve gidilmeyen her yer, aynı zamanda doldurulması gereken boşluklardı. Böylece bilgi ile bilgi-olmayan birbirine kolayca karıştı, eksikler nedeniyle kanaatler bilginin yerine hızla geçerken tersi de gerçekleşti: Merak, öğrenmenin itici gücü hâline geldi ve noksanlıklar giderildi. İkisi arasındaki sınır çizgisi ise belli belirsizdi.
Alain Corbin, “On Sekizinci ve On Dokuzuncu Yüzyılda Cehaletin Tarihi” alt başlığıyla yayımlanan Terra Incognita’da, bahsi geçen sınır çizgisine götürüyor bizi; bilgisizliğin nedenlerini ve sonuçlarını, coğrafyalar ve olaylar üzerinden anlatmaya girişirken bilgiye erişememenin ya da bilgi eksikliğinin hangi felsefi, bilimsel ve tarihî dönüşümlerin gerçekleşmesinde rol oynadığını hatırlatıyor.
İhtimallerle kurulan ‘teoriler’
Cobin, her şeyden önce kitabı hangi temel noktadan hareketle kaleme aldığını açıklıyor:
Atalarımızın bilgi birikimindeki boşlukları tespit etmek, keşiflerin hızını ve halkın bilgiye erişimini; başka bir deyişle yeryüzü, jeoloji, volkanoloji, buzulbilim, meteoroloji ve oşinografi sahalarındaki bilimsel keşiflerin toplumsal ölçekte nasıl anlatıldığını kavramayı gerektirir. Tabii bu aynı zamanda dünyanın zihinde canlandırıldığına, yeryüzünün tarihinin ve coğrafyasının derinliğine, boşlukların aşama aşama doldurulma sürecine ve kutup bölgelerinin sırlarını keşfetme girişimlerine de bakmayı gerektirir. İçinde yaşadığımız gezegene dair imgelerimizi umursamamak pek kolay bir şey değildir. Bu kitabın asıl amacı ve meydan okuduğu güçlükse tam olarak budur.

Her ilerleme ya da atılım, bilgiyle beraber kanaatleri, önyargıları ve hatta cehaleti de içinde taşıyor. Tarih, her ikisiyle de yazılıyor. Corbin’in temel savı, geniş bir yaklaşımla yazılacak tarihin, her şeyden evvel cehaleti araştırıp soruşturması gerektiği. Dolayısıyla tarihçi, hem geçmişin hem de döneminin bilgi eksikliğinin, tutarsızlıkların ve bunların kaynağının peşine düşmek durumunda. Bunu başardığında, merakla başlayıp hüsranla biten eylemlerle karşılaşması olası. İşte yazar bu karşılaşmalara dair kalem oynatıyor.
Corbin, yeryüzüyle ilgili bilginin ve bilgi-olmayanın yan yana bulunuşunu açıklamaya uğraşırken trajikomik örneklere yönelerek “cehaletin farklı toplumsal tabakalarda şekillenişinin” tarihini anlatıyor. Doğa olaylarını, Tanrı’nın insanlara gönderdiği “felaketler” diye niteleyenlerin, meselenin uzun süre bilimsel açıdan ele alınmasını, isteyerek ya da istemeyerek engellediğini hatırlatıyor mesela. 1755’teki Lizbon depremi sonrası âlimlerin konuya sorularla yaklaşmasının kalıpları çatlattığını ve olaydan etkilenen hemen herkesin sarsıntının sebeplerini anlamaya çalıştığına dikkat çekiyor. Bu durum, yaşanan doğa olayını bir afete çeviren nedenleri anlama gayretine ve ardından yerbilimlerinin kuruluşuna giden yolu açmaya denk geliyor. Başka bir deyişle cehaletin kabuğunun kırılarak bilgiye ulaşma çabasını tetikliyor Lizbon depremi.
Yeryüzünü anlamaya çalışanlarla yani bildiklerini sorgulayanlarla o güne kadarki “bilgileri” ve bilgi-olmayanları muhafaza etmek isteyenler arasında başlayan mücadelenin tarihini anlatıyor bize Corbin. Yeryüzünün yapısını Nuh Tufanı’na dayandıranlar ile Kutsal Kitapları ve anlatıları aşarak gözlemle ve araştırmayla açıklamaya uğraşanların kavgasına dair örnekler veriyor.
Bahsi geçen kavgalar sırasında, doğruların ve yanlışların birbirine karıştığı “teoriler” de giriyor işin içine. Hâliyle “muhtemelen şöyle olmuştur” gibi ifadeler, bu “teorilerin” merkezine konuyor ve Corbin’in bahsettiği cehaletin tabakalaşmasında önemli rol oynuyor. On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılın başında, kuzey ve güney kutbuna ilişkin tartışmalar, yazarın altını çizdiği tabakalaşmaya bir örnek:
Kuzey-Batı Geçidi ve Antarktika üzerine yapılan tartışmalar bir anda bıçakla kesilmiş gibi durdu. Uzun süredir var olan iki mit çöktü. Bilgideki eksikler varlığını sürdürdü, hatta belki de yüzyılın büyük kısmında kutup bölgelerine bizzat seyahat etmiş biliminsanları için daha da derinleşti. Kutuplar, artık bir kuşağın en iyi ihtimalle şık davet salonlarında, deniz buzunun gizemli doğası üstüne yaptığı canlı tartışmaların konusu hâline geldi. Denizciler, yüzyıllar boyunca gemilerini kapana kıstıran ve kaptanlarını aylarca bir yerlere sığınmak zorunda bırakan buz kütlelerindeki korkunç iklimi anlatmıştı. Tartışma gitgide okyanusta denk gelinen devasa, serbestçe dolanan buz kütlelerine odaklanmaya başladı. Buzdağları kıtadan kopan kara buzu parçaları mıydı, yoksa donmuş deniz suyu mu? O dönemde deniz suyunun donamayacağı, bu yüzden de deniz buzunun kaynağının deniz suyu olmadığına dair yaygın bir kanaat vardı. Bu düşüncenin altında, okyanusta görülen buzların kıtadan kopmuş ve kısmen donmuş nehirlerce sürüklendiğine inanan Buffon’un imzası vardı. Elbette bugün bunun temelsiz olduğunu biliyoruz ama o dönemde jeolog Philippe Buache, kâşif Pierre-Louis Moreau de Maupertuis ve Encyclopédie’nin yazarları da dâhil pek çok kişi bu konuda Buffon’la hemfikirdi.
Dal budak salan ‘bilimsel cehalet’
On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılda, yeryüzünün ve doğanın işleyişine kafa yoran âlimlerin ve düşünürlerin önemli bir kısmının yarı cahil, hatta zırcahil olduğunu hatırlatıyor Corbin. Onlar karada, denizde ve havada olup bitenleri bu bilgi noksanlığıyla yorumluyor. “Deneysel yöntem ve takdiri ilahi arasındaki uyuşmazlık” da bu dönemin belirleyicilerinden biri. Diğeri ise yazarın “bilimsel cehalet” dediği; dağlara, buzullara, denizlere ve volkanlara ilişkin bilimsel gibi görünen kanaatler. Yanardağların Şeytan’ın inine açılan bir geçit gibi görülmesi, lav püskürtmeye başladığında azizlerden yardım istenmesinin yanı sıra araştırmaların belli bir mesafeden sürdürülmesi de “bilimsel cehaleti” besliyor.
Öte yandan, merakın beslediği gelişmeler de yaşanıyor bu dönemde; havanın yaşamı nasıl etkilediğini anlamak isteyen insanlar, meteorolojinin temellerinin atılmasını sağlıyor. Elbette bu alanda da bilgi ve bilgi eksikliği yine yan yana yol alıyor. Kurulan gözlem noktaları ve erken dönemde başlayan kayıt alışkanlığı kilisenin gadrine uğruyor. Dahası, on sekizinci yüzyılın başında âlimlerin kaleme aldığı metinler, hava olaylarına dair “bilimsel cehaleti” körüklüyor. On sekizinci yüzyıldaki araştırmalar ve özellikle icatlar (örneğin Benjamin Franklin’in barometreyi icat etmesi) meteorolojinin bilimsel bir zemine çekilmesini kolaylaştırıyor. Bu geçiş dönemindeki durumu şöyle özetliyor Corbin:
Bilgi, toplumsal açıdan farklı tabakadan insanların erişimine açık değildi. Bilimden nasibini alabilen seçkinlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu. Söz konusu seçkinlerin bir araya geldiği kurumlar ve yaptıkları tartışmaları yayınladığı dergiler, yalnızca bir avuç insana ulaşıyordu. Nüfusun büyük çoğunluğunun yaşam ufku, hayatı sürdürdüğü yerle sınırlıydı; yeryüzü, Tanrı’nın elinden kısmen kurtulmuşsa da gizemli ve ürkütücü bir yer olarak kalmaya devam ediyordu. Uzmanların, âlimlerin, mühendislerin, okumuş seyyahların ve yöneticilerin sahip olduğu yeni kavrama ve gözleme biçimleriyle algıları gündelik yaşam deneyimlerince şekillendirilen ve bilimsel bilgiden tamamen yoksunlukları korkuya sebep olan sıradan insanlar arasındaki uçurum günden güne derinleşiyordu.

İstisnalarla sarsılan kabullerin iktidarı
Söz konusu dönemi, Aydınlanma sonrasında atlanan eşik izliyor; bilimsel haritadaki boşluklar yavaş yavaş dolduruluyor. Buzullara ilişkin araştırmalar daha bilimsel hâle getiriliyor, jeoloji doğuyor ve yeryüzünün tarihî evrelerinin anlaşılmasında mesafe kat ediliyor, insanları büyüleyen yanardağlara bilimsel bir gözle bakılıyor, dibinden korkulan okyanuslar araştırmalar sayesinde “yeni bir gezegen” diye niteleniyor. Kısacası efsaneler ve kanaatlerle oluşturulan “teoriler” biraz daha geri plana itiliyor on dokuzuncu yüzyılda. Başka bir deyişle kabullerin iktidarı istisnalarla peyderpey sallanıyor.
Bahsi geçen istisnaların özünü ise ölçme ve hesaplama oluşturuyor. Bir anlamda doğanın, jeoloji ve fizikî coğrafya başta olmak üzere bilimsel manadaki keşfiyle meydana geliyor bu istisnalar. Corbin, bu noktada bir not düşüyor:
Coğrafyacılar, halkın genelinde mekânı yorumlamayı öğretmek için ciddi çabalar sarf etti ve bu sayede az sayıdaki seçilmiş insan, mekânın altında yatan jeolojiyle ilişki kurabildi. Bu, gezegenimize ilişkin bilginin sınırlarını genişletme yolunda atılmış önemli bir adımdı. Dünya bu sayede geçmişe kıyasla çok daha az korkutucu ve ürkütücü bir yer hâline geldi.
Corbin, on sekizinci ve ondokuzuncu yüzyıl insanlarının neyi bildiğini ve daha çok neyi bilmediğini ortaya koyuyor Terra Incognita’da. Karaya, havaya ve denizlere dair bilgiler ile bilgi olmayanların, kanaatlerin, dedikoduların toplamından oluşan bir tarihin on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıl kesitine yoğunlaşıyor. Özellikle de bilgi-olmayan kısmına ağırlık vererek cehaletin anlatımına yöneliyor. Başka bir deyişle bilme ve bilgi açlığının, bilimsel haritalarda meydana getirdiği boşluklara; anlamak ve öğrenmek için atılan beceriksizce adımlara değiniyor.
Terra Incognita, Alain Corbin, Çeviren: Utku Özmakas, Kolektif Kitap, 216 s.
