Share This Article
Andrea Teti | Çeviren: Taylan Alpagut
İsrail’in ABD destekli “insani yardım” programı, Gazze’de süren günlük yıkımın yirminci ayında yalnızca bir günde 230 kişinin hayatını kaybetmesine ya da yaralanmasına neden oldu. Bu olay, Gazze’deki yaşamın her alanını sarsan adeta kıyameti andıran yıkımın yalnızca son örneği. Gazze nüfusunun yüzde 90’ından fazlası çoktan yerinden edilmiş durumda. Yalnızca son üç ay içinde 600 binden fazla kişi yeniden yerinden edildi.
Bu koşullar altında, Avrupa Birliği’ne üye on yedi ülkenin AB-İsrail Ortaklık Anlaşması’nın gözden geçirilmesi lehine oy kullanması, bazıları açısından umut verici bir gelişme olarak karşılanabilir. Filistinlilerin de insan haklarına sahip olduğunun ve bu hakların uluslararası hukuk çerçevesinde eşit şekilde ele alınması gerektiğinin kabul edilmesine dair en küçük işareti dahi insanlar doğal olarak olumlu karşılıyor.
Bu oylama, uzun süredir ertelenen bir zihniyet değişiminin işareti olabilir. Ne yazık ki, bu anlaşmanın askıya alınmasına dair tartışmaların büyük ölçüde göstermelik olduğu ve somut bir sonuca yol açmayacağı anlaşılıyor.

İsrail’e yönelik diplomatik ve maddi destek devam
Anlaşmanın askıya alınabilmesi için yirmi yedi üye ülkenin oybirliği gerekiyor. Ancak Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen başta olmak üzere, Almanya, Macaristan ve İtalya gibi bazı ülkeler, İsrail hükümetine verdikleri destekten geri adım atmış değiller ve böyle bir değişikliğe şiddetle karşı çıkıyorlar. Bu koşullarda, İsrail ile yapılan anlaşmanın askıya alınması yönünde oybirliği beklemek gerçek dışı bir hayal olur.
Macaristan ve İtalya’daki iktidar partileri, antisemitik kökenlerine rağmen İsrail’deki siyasi muadilleriyle ittifak kurarak Avrupa’da yükselişe geçen yeni-faşist sağın tipik örneklerini oluşturuyor. Almanya ise, göstermelik bazı eleştirilerde bulunsa da, İsrail’e yönelik diplomatik ve maddi desteğini devam ettiriyor. Bu desteği Staatsräson (devletin temel ilkesi) olarak tanımlayan Almanya, siyonizme yöneltilen her türlü eleştiriyi — bu eleştiriler Almanya’daki Yahudi yurttaşlardan gelse dahi — antisemitizmle damgalıyor; İsrail hükümetlerinin politikalarının sorgulanmasını ya da Filistinlilerin haklarının tanınmasını dahi bu kapsamda değerlendiriyor.
Öyle ki, ortaklık anlaşmalarının gözden geçirilmesi gerektiği fikri yeni değil. Bu tür anlaşmalarda sözde “koşulluluklar” yer alır — yani her yıl değerlendirilmeleri gereken ölçütler bulunur. Bu değerlendirme sonuçlarına göre ilişkiler ya derinleştirilir ya da geriye çekilir. AB, buna “daha fazlası için daha fazla/daha azı için daha az” ilkesi adını verir.
Anlaşmanın 2. Maddesi, AB-İsrail ilişkilerinin — “anlaşmanın tüm hükümleri dâhil” — insan haklarına saygı temelinde yürütülmesi gerektiğini açıkça belirtir. Hollandalı Dışişleri Bakanı Caspar Veldkamp, anlaşmanın gözden geçirilmesi yönündeki çağrısını, İsrail’in Gazze’ye yönelik son insani yardım engelinin uluslararası insancıl hukuku ihlal ettiğini öne sürerek yaptı.
Dolayısıyla, AB’nin kendi kuralları zaten üye devletlerin oy verdiği bu değerlendirmeyi yapmasını zorunlu kılmaktadır. Buradaki asıl olağanüstü durum, son dönemde yapılan oylamanın kendisi değil; İsrail hükümetinin 2023 öncesinden bu yana süregelen insan hakları ihlallerine rağmen bu anlaşmanın şimdiye dek ciddiyetle gözden geçirilmemiş olmasıdır. Nitekim, Gazze’deki yıkım çoktan başlamışken İspanya ve İrlanda’nın geçen yıl yaptığı değerlendirme talebi, AB üyeleri tarafından reddedilmişti.
Göstermelik yaptırım hamleleri
Avrupa Birliği’nin insan haklarını ciddiye almadığını söylesek pek de haksızlık sayılmayız. AB, insan hakları ihlallerini gözden geçirme kıstaslarını hangi ölçütlere göre yapılacağını hiçbir zaman açıkça tanımlamadı. Bu belirsizlik, AB’nin — şu anda İsrail ile ilişkilerin gözden geçirilmesini savunan ülkeler de dâhil olmak üzere — İsrail/Filistin’deki insan hakları ihlallerini ve benzer anlaşmalar yaptığı birçok ülkedeki benzer durumları sistematik olarak görmezden gelmesine olanak tanıyor. Tüm bunlara rağmen, “demokrasi, insan hakları ve temel değerlere” saygı gösterildiği izlenimini veren bir vitrin hâlâ korunuyor.
İngiltere’nin ticaret görüşmelerini askıya alıp, ticaretin kendisini askıya almaması gibi, bu oylama da somut sonuçları pek az olan retorik bir hamleden ibaret. Fransa, Kanada ve İngilgiltere hükümetlerinin son dönemde yayımladığı ortak bildiri de aynı şekilde etkisiz bir örnek. Batılı medya kuruluşları, bu bildiriyi AB’nin kolektif pozisyonundan daha sertmiş gibi yansıttı. Ancak bildiride yalnızca İsrail’in Gazze’deki askeri operasyonlarının genişletilmesi karşısında duruluyor — yani İsrail’in saldırılarının bugüne kadar yarattığı yıkıma değil, yalnızca bu saldırıların daha da şiddetlenmesine itiraz ediliyor.
Ayrıca bildiride, İsrail’in uluslararası insan hakları hukukunu ihlal ettiğine dair hiçbir ifade yer almıyor. İngiltere Dışişleri Bakanı David Lammy, kısa süre önce İsrailli mevkidaşı Gideon Sa’ar’ı Londra’da ağırladı ve Sa’ar’a, savaş suçlarına karıştığı gerekçesiyle hakkında çıkarılması talep edilen tutuklama emrini İngiliz hükümetinin engelleyeceği güvencesini verdi. Fransa ve Kanada ile yapılan ortak açıklamanın ardından her ne kadar İsrail’in büyükelçisi Dışişleri’ne çağrılmış olsa da, İngiltere hâlâ Gazze hava sahasında ya da yakın bölgelerde İsrail adına keşif ve gözetleme uçuşları gerçekleştirmeye devam ediyor.
İspanya’nın sosyalist Başbakanı Pedro Sánchez, Avrupa’daki hükümetler arasında İsrail’i en net şekilde eleştiren lider oldu; hatta İspanyol parlamentosunda “soykırım suçu işleyen bir devletle ticaret yapmayız” ifadelerini kullandı. Ancak eski bakan ve Podemos lideri Ione Belarra, Sánchez hükümetinin mevcut silah anlaşmalarını askıya alacağını açıkladığı tarihten sonra dahi, İspanyol kamu kurumları ile İsrailli silah ve istihbarat şirketleri arasında devam eden onlarca sözleşmeyi kamuoyuyla paylaştı.
Aklama çarkı
Avrupalı hükümetler, İsrail’in “imha” stratejisini gerçekten durdurmak isteseydi, bunu yapmak için hem Ortaklık Anlaşmasının kurallarını masaya getirir, hem de uluslararası insan hakları hukuku çerçevesinde zaten yükümlü oldukları adımları devreye sokarak işe başlarlardı.
Bu adımlar arasında, İsrailli şirketlerle yapılan silah anlaşmalarının iptal edilmesi, istihbarat işbirliğinin askıya alınması, ticaret, kültür ve araştırma alanlarında AB’nin mevcut kurallarının uygulanması yer alır — ayrıca, Uluslararası Adalet Divanı’nın İsrail’in Soykırım Sözleşmesi’ni ihlaline yönelik soruşturmasına destek verilmesi ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Netanyahu ve eski savunma bakanı Yoav Gallant hakkında çıkardığı tutuklama emirlerinin uygulanması da bu kapsama dâhildir. AB’nin, ortaklık ilişkisi yürüttüğü ülkelerdeki insan hakları ihlallerine uzun süredir göz yumması, bugün İsrail’in Filistinlilere her gün yaşattığı yıkım karşısında sessiz kalan bir birlik görüntüsü ortaya çıkmasına neden olmuştur. Kendi sınırları içinde ise, Filistinlilerin insan haklarını savunan ve uluslararası hukukun uygulanmasını talep eden kişilere yönelik ifade özgürlüğü ve toplanma hakkı üzerindeki baskılar, liberal demokrasilerinin temellerini hızla aşındırmaktadır.
Sonuç olarak, Avrupa’nın evrensel insan haklarını ve hukukun üstünlüğünü savunma yönünde hem ahlâki hem de hukuki yükümlülüklerini nihayet kabul etmeye başladığını söylemek mümkün olabilir. Bu memnuniyet verici bir gelişme olurdu, fakat ne yazık ki hem geç kalınmış hem de oldukça yetersiz bir adımdır. Büyük olasılıkla, AB liderlerinin son dönemdeki açıklamaları, yalnızca kendi suç ortaklıklarını aklamak adına yapılan içi boş “Euro-aklama” çabaları olarak kalacaktır.
Bu yazı, Jacobin’de yayımlanan “Europe Is Still Enabling Israel’s Crimes in Gaza” başlıklı yazıdan derlenmiştir.


