Share This Article
Odetta Sings Dylan (1965) – Odetta
Kayıt: RCA Victor Studios, New York City
Mart 1965
Yapımcı: Jack Somer
Uzunluk: 52:27
60’lı yıllarla alakalı izlediklerimiz, okuduklarımız ya da dinlediklerimizde ortak olarak gördüğümüz ve yakın tarihte büyük önem sahibi olan iki ana tema vardır: Savaş karşıtı ve ırkçılık karşıtı barış hareketleri.
Çeşitli akımları topluluklara yaymada ve olaylar karşısındaki fikirleri/eleştirileri belirtmede sanatın ve sanatçının etkisi tarihin her döneminde önemli ölçüde büyük olmuştur. Sanatın bu yönü elbette 60’lar döneminde de bizi büyük ölçüde etkilemiştir ama bu yıllara baktığımızda, bu etkiyi yaratan alanın özellikle müzik olduğunu görürüz.
Yazılan şarkılar ve verilen konserlerle bu dönemin müzisyenleri, adeta barışın neferleri haline gelmişlerdir.
Rock ve folk/country ağırlıklı müzik yapılan bu yılların öyle kilit isimleri vardır ki, müziğe yaptıkları katkı 60 yıl sonra bile hala konuşulmaktadır. Bu albümde de folk müziğin 2 koskocaman ismini bir arada görüyoruz: Odetta ve Bob Dylan.
Odetta, döneminin en önemli folk müzik şarkıcılarındandı; Martin Luther King Jr. tarafından kendisine “Amerikan folk müziğin kraliçesi” deniyordu. Albümde göreceğimiz diğer isim olan Bob Dylan ise zaten muhteşem söz yazarlığı ve akıllara kazınmış şarkılarıyla Nobel Edebiyat Ödülüne layık görülmüş bir şarkıcıydı. Bu iki ismin yan yana gelmesinin de şöyle bir hoşluğu vardır: Bob Dylan’ı folk müziğe başlatan isimdir Odetta.
Dylan’ın kaleminden çıkmış en güzel şarkıları Odetta’nın yoğun ve güçlü alto sesinden ve gitarından dinlediğimiz zaman kendimizi nostaljik duygulara kapılırken buluruz. Zaten bu albüm bence tam bir yolculuk albümüdür; dinlerken eski bir arabanın içinde, upuzun bir yolda sakin sakin ilerlerken camdan giren sıcak rüzgarın yüzümüze çarpmasıyla keyiflendiğimiz bir yolculukta olduğumuzu hissederiz.
Fakat bu albüm yalnızca bundan ibaret değildir, çünkü her bir şarkı bambaşka bir hikaye, yer yer bir başkaldırıdır.
Hatta albümün en sevdiğim şarkısı “Masters of War” dan her seferinde tüylerimi diken diken eden bölümü paylaşayım:
You’ve thrown the worst fear
That can ever be hurled
Fear to bring children
Into the world
For threatening my baby
Unborn and unnamed
You ain’t worth the blood
That runs in your veins
The Doors (1967) – The Doors
Kayıt: Sunset Sound, Hollywood
Şubat 1967
Yapımcı: Paul A. Rothchild
Uzunluk: 43:34
60’ların folk müziğinden bahsettik, şimdi yönümüzü yine aynı dönemin biraz daha hırçın çocuğuna çeviriyoruz: 60’lar rock müziği. Woodstock ve Monterey Festivalleri, çiçek çocuklar, psikedelik melodiler ve birbirinden önemli isimleriyle 60’ların rock camiası kendisinden sonra gelen dönemlere gerçekten büyük bir etki yaratmıştı. Janis Joplin’den Jimi Hendrix’e birbirinden yetenekli müzisyenler döneme damgasını vurmuştu.
İçlerinden bir tanesi, biraz çılgın biraz romantik şair kişiliğiyle kendini göstermişti: “Kertenkele Kral” Jim Morrison ve doğal olarak The Doors.
The Doors’un müziğini kendine has yapan 2 önemli parça vardır: Jim Morrison’ın yazdığı sözler (ve şiirler) ve Ray Manzarek’in klavyesinden çıkan armoniler.
Müzikal altyapıyı ele aldığımızda gitarist Robby Krieger’ın soloları ve riffleri de elbette olmazsa olmazdır fakat aklımızda kalan tüm o Doors şarkılarının unutulmaz melodilerini bazen uzun sololar halinde, bazen hafif “bluesy” melodilerle sarılı bir şekilde klavyeden alırız. Zaten rock gruplarında şarkıların altyapılarını doldurmak için elzem olan bas gitar, The Doors’da yoktur. Müziğin altını dolduran “iskelet” kısmı klavyedir. Üstüne de Jim Morrison’ın yumuşacık sesi eklenince, işte o zaman tüm parçalar yerine oturur.
Bu açıdan baktığımızda, grupla aynı adı taşıyan albüm, ilk stüdyo albümleri olmasına rağmen tam bir The Doors albümüdür. Break On Through (To The Other Side), Light My Fire, I Look At You gibi açıp kendinizi ritme kaptıracağınız şarkılar burada. The Crystal Ship, End Of The Night gibi cama vuran yağmur damlalarını andıran hafif şarkılar da bu albümde.
Ama içlerinden bir şarkı var ki benim the en sevdiğim şarkılardan biridir : The End. Şarkı neredeyse 12 dakikadır, fakat dinlerken bu dakikaların nasıl geçtiğini anlamazsınız. Yükselir, alçalır, dalgalanır, sakinler ve sizi bambaşka bir dünyaya götürür. Bunu yaparken müzik hep akar ve Jim Morrison’ın sesinden adım adım gerilen bir hikaye duyulur. Şarkıda geçen şiir kısmının biraz olaylı bir geçmişi vardır, fakat bana göre The End’i bu kadar sağlam bir şarkı yapan da burasıdır.
Quadrophenia (1973) – The Who
Kayıt: Olympic, Ramport and Ronnie Lane’s Mobile Studio, London
Ekim 1973
Yapımcı: The Who
Uzunluk: 81:42
Yakın tarihler boyunca kendini belli bir akıma ait hissedip bunu yaşam felsefeleri haline getiren “asi gençlerle” hep karşılaşmışızdır. Rock’çılar, punk’çılar, metalciler, gotikler; her dönemin kendine has bir akımı vardır ve hiçbir akım kendisine sıkı sıkıya bağlı dinleyicilerinden eksik kalmamıştır.
60’lar İngilteresi’ne baktığımızda da bunun bir örneğini görmek mümkündür: “Mods” ve “Rockers”. “Rocker”lar tam anlamıyla birer rocknrollcu idi; deri ceketleri, saçları ve motorlarıyla sokaklara hükmederlerdi. “Mods” gençler ise daha çok nasıl giyindiklerine özen gösterirlerdi. Saçlarını güzelce kestirirler, takım elbiseleri ve parkalarıyla scooter’larını sürerlerdi.
Fakat bu ayrımın bir sonucu olarak, deri ceketler ve parkalar arasında bir sürtüşme oluşmaya başladı ki 1964’te “Beach Fight” adını verdikleri bir kavgaya tutuştular.
İşte tam da ortaya çıkan bu sürtüşmeler sebebiyle özellikle Quadrophenia albümü ve genel anlamda The Who; yalnızca bir müzik grubu ya da herhangi bir albüm olmaktan çıkıp bir hareketin parçası haline gelmiştir. “Mods” gençler tarafından tutulan The Who, bu hareketin bir öncüsü olmuş ve zamanla bir sembolü haline dönüşmüştür. Bu albümden esinlenilmiş ve adını taşıyan 1979 tarihli Quadrophenia filminde de “Mods” ile “Rockers” arasındaki çekişmeleri görmemiz; The Who’nun “Mods” cephesinde tam olarak nasıl bir etki yarattığını anlamamız mümkündür.
Quadrophenia albümüne baktığımızda da yaşanan bu olayları bilmek önemlidir; çünkü bu iki alt kültürün savaşını görmekteyizdir. Albümdeki şarkıları dinlemek “Mods” akımından bir gencin gündelik yaşamından kesitleri izliyoruz gibi hissettirir.
Bu genç cocuk, albüm içinde kimi zaman yaşının verdiği asilikle annesine isyan eder, bazen gençliğinin verdiği toylukla canı gönülden bağlı olduğu bu akımın onun için gerçekte ne anlam ifade ettiğini sorgular. Bazı şarkılarda “mods” giyim tarzına ve “Beach Fight” dedikleri kavgalarına da atıflar vardır. “Cut My Hair” şarkısından bir örnek:
Zoot suit, white jacket with side vents
Five inches long
I’m out on the street again
And I’m leaping along
I’m dressed right for a beach fight
Quadrophenia’yı sağlam bir rock albümü yapan tek şey bu olaylar değildir; aynı zamanda müzikalitesi de döneminin en iyilerindendir. Grubun 4 elemanından her biri (vokal, bas, elektro gitar ve ritim) şarkıların müzikal anlamdaki kalite ve akıcılığını arttırır seviyededir.
Baterist Keith Moon halihazırda en iyi rock bateristleri arasında gösterilmektedir, John Entwistle’ın bas melodileri “şarkılarda bas gitar duyamıyorum” diyenleri hayrete düşürecek niteliktedir. Roger Daltrey’nin parlak vokalleri ve Pete Townshend’in besteleri de müziğe eklenince, The Who müzikalitesi en üst seviyeye taşınmış oluyor.
Albümden en sevdiklerim: Cut My Hair, The Real Me, The Punk And The Godfather, Doctor Jimmy, Love Reign O’er Me
Goodbye Yellow Brick Road (1973) – Elton John
Kayıt: Château d’Hérouville, Hérouville, France
Ekim 1973
Yapımcı: Gus Dudgeon
Uzunluk: 76:20
Artık tarihi biraz ileri sarıyoruz ve 70’lerin müzik camiasına gidiyoruz. Bu yılların da 60’lardan altta kalır hiçbir yanı yoktur, yine yazdığı şarkılarla efsaneleşmiş yıldızlarla dolu bir döneme giriş yapmaktayız. Fakat gerçek anlamda yıldız gibi parlayan birini arıyorsak, aklımıza gelecek ilk isimlerden biridir Elton John. Abartılı sahne kıyafetlerinden ayakkabıları ve gözlüklerine kadar her şeyiyle bir ikondur.
Fakat onu Elton John yapan tek şey dış görünüşünün ihtişamına verdiği önem değildir; yazdığı bestelerle de adını müzik endüstrisine altın harflerle yazdırmıştır. Ayrıyeten, kendisi yalnızca bir besteci değil, aynı zamanda Royal Academy of Music tarafından eğitim almış yetenekli bir piyanisttir de. Şarkılara baktığımız zaman zaten bu bestelerin bir piyanistin elinden çıkmış olduğunu anlarız.
Hem söz yazarı hem de en yakın arkadaşı olan Bernie Taupin ile beraber sayısız şarkıya imza atmış ve müzik tarihinin en önemli isimlerinden biri haline gelmiştir.
Goodbye Yellow Brick Road’a baktığımız zaman, Elton John’un ustalık eseri (magnum opus) olarak kabul edilen bir albümle karşı karşıyayızdır. Billboard 200’de ilk sıraya yükselmiş, dünya çapında 20 milyon satmış ve müzik dünyasının en iyi albümleri arasında yerini almıştır.
Elton John şarkılarına baktığımızda, yakın olduğu tür ne olursa olsun, slow ya da hızlı fark etmez, o şarkının Elton John’a ait olduğunu bir şekilde anlarız. Bu albüm için de elbette bu geçerlidir; içerisinde bolca -dönemin de etkisiyle- rock n roll şarkıları vardır fakat arkada akan piyano melodilerini ve tatlı vokalleri duyduğumuzda “bu bir rock n roll” şarkısı demekten ziyade “bu bir Elton John” şarkısı deriz, müziğinin tınısı kendine hastır. Goodbye Yellow Brick Road, Bennie And The Jets, Saturday Night’s Alright (For Fighting) gibi 2019 biyografisi Rocketman’den tanıdığımız en güzel şarkıları bu albümde bulmak mümkündür.