Share This Article
“Ateşli bir coşkuyla, kalbim sanki asıl şimdi büyük bir güçle tutuşmuş gibi oturuyordum. Gençliğimi bana bahşedilmiş bir armağan gibi görüyor ve aslında sadece düşlerde karşımıza çıkabilen mutluluk vaatlerinin anahtarının da bu gençlikte saklı olduğunu hissediyordum şaşkınlıkla. (…) İmkân dediğimiz şey ancak cesur olduğumuzda bir vaat anlamı taşımaz ve iradenin o şaşaalı gücü anlamına gelmez mi?”
Bu sözlerin sahibi, Bir Kadını Görmek (Çeviren: Menekşe Toprak, Doğan Kitap, 2023) başlıklı kitabındaki anlatıcı aracılığıyla dünyaya seslenen Annemarie Schwarzenbach’tı. “Ben-anlatıcı” olarak romanlarında ve novellalarında karşımıza çıkan Annemarie, İsviçre’nin hâli vakti yerinde ailelerinden birinin evladı olarak Zürih’te doğdu. Nazilere hayran bir general olan babası ve Nazi subayına benzeyen annesi, onu ailenin şanına yaraşır bir eğitim alması için zamanın en ünlü burjuva okullarından birine göndermeye karar vermişti.
Dönemin ruhuna uygun olarak evlatlarının geleceğini şekillendirmeye çalışan ebeveynleri, disipliniyle meşhur yatılı bir kız okuluna yazdırınca Annemarie’nin erkek görünümünden uzaklaşacağını ve hemcinsleriyle kurduğu “tuhaf” ilişkilerin sönümleneceğini düşünmüştü. Fakat tam tersi oldu; bu okul, Annemarie’nin kendini bulduğu ve androjen queerliğine enikonu sarıldığı bir yere dönüştü. Dahası, metinlerinin nüveleri de orada oluştu.
Hemcinslerinin bedenine hayranlığı, Annemarie’yi daha çok yazmaya ve yaratmaya itiyordu. İleride şöyle diyecekti: “Yaşadığımı yazdığımda anlıyorum.”
Metinleri dışında onu ayakta tutan başka şeyler de vardı: Başta Erika ve Klaus Mann olmak üzere dostları, beslendiği yalnızlık ve uyumsuzluk, gezginlik, fotoğraf aşkı, kendisi gibi başka queerlerin de yaşamak ve üretmek için verdiği mücadele…
Aşklarının ve direnişin peşinde bir queer
Ailesinin zenginliği ve otoriterliğinin kendisi için bir hapishane olduğunu düşünen ve bunu her fırsatta dillendiren Annemarie, hem anti-faşistliği hem de anarşistliği ve aktivistliğiyle 1930’larda akıntının tersine kürek çekiyordu. “Sadece kadınları gerçek bir tutkuyla sevebildiğini” de gizlemiyordu.
Thomas Mann’ın “felaketim” dediği çocukları Erika ve Klaus’la birlikte tarihi araştırıyor, okuyor, yazıyor ve geziyordu Annemarie. Fotoğraf çekiyor ve tartışıyorlardı. Özellikle Erika’yla yakınlığı bir sevgililikten öte, sırdaşlık ve akıl hocalığı üzerine kuruluydu. Üçlünün uyumsuzluğu ve cinsel yönelimleri, hem çevrelerini huzursuz ediyor hem de Avrupa’da esen faşizm rüzgârına kapılanların hedefi hâline geliyordu.
1931’de geldiği Berlin’de görece özgür bir ortam olsa da Hitler’in 1933’te iktidarı ele geçirmesiyle Annemarie’nin “bana korkunç bir armağan” dediği hürriyeti kısıtlanmak üzereydi. Dahası, bu karışık ortamda Klaus’la anti-faşist bir dergi yayımlama projesi de suya düşmüştü.
Annemarie’nin âşık olup Türkiye, Lübnan, Suriye, Filistin, Irak ve İran güzergâhını izlediği uzun seyahat de aynı döneme denk gelmişti. Bunu Afganistan, SSCB ve ABD yolculuğu izledi. Bir yandan gezi yazıları ve romanlar kaleme alan Annemarie, diğer yandan tanıştığı insanlarla anti-faşist eylemler düzenleyip özgürlüğü elinden alınanlarla yan yana geliyordu. Bütün bunlar olurken ailesinden tamamen kopmuştu.
ABD’deyken ülkenin zengin ve sefil olarak ikiye bölündüğünü, güneyde ırk ayrımcılığının hüküm sürdüğünü son derece sert metinlerle ortaya koyan Annemarie, bir yandan da aşklarının peşindeydi.
1941’e kadar Avrupa’dan uzak kalan, direnişlere katılan, erkeksi görünümüyle kadınlara hayranlığını dillendirerek tüm kurallara ve ahlak kumkumalarına meydan okuyarak fotoğraflar çekiyor, yazıyor, geziyor ve yaşıyordu. Yayımlanan romanlarının ve gezi metinlerinin yanı sıra tavrı, kimi yer altında gizlenen kimi onun gibi özgür yaşamaya uğraşanlara cesaret veriyordu.
‘Karanlık dünyada ışıklandırılmış bir sahne’
1930 ve 1940’larda ailesini ürpertircesine “yakışıklı kadın” olarak nam salan ve kitapları art arda yayımlanan Annemarie, kendini gizli ve açık anlatıcıya dönüştürdüğü metinlerinde arzularını, coşkularını, mutsuzluklarını, özlemlerini ve başkaldırısını aktarırken kadınlara androjen bir queer’in gözünden bakmamızı istiyordu. Bir Kadını Görmek’te, hem queer bir kadına karşı toplumda geliştirilen önyargıyı anlatıyor ve düzenin bekçileriyle hesaplaşıyor hem de yirmilerini hatırlayıp çektiği aşk acılarıyla ve ruhunu coşturan tutkularla buluşturuyordu bizi. “Karanlık dünya içinde ışıklandırılmış bir sahnedeki duruşun” anlatımıydı bu.
Erkeksi görünürken eril dile yeltenmeyen, kadınlara hayranlığını kadınca anlatan Annemarie, aşkın gücüne tutunurken yaşadığı dönem ve öncesinde LGBTİ+’lara yönelik ayrımcılıklara ve şiddete karşı tavizsiz tavrıyla da öne çıkmıştı.
İsviçre’deki çocukluğunu unutmak isterken çıktığı yolculuklarda ve İran gibi duraklarda da sürmüştü Annemarie’nin bu tavrı. Kendine yabancılaştığını düşündüğü anlarda benliğine yeniden ulaşmak ve biraz yalnız kalmak için yollara düşen Annemarie, Sartre’ın “insan özgürlüğe mahkûmdur” sözünün ete kemiğe bürünmüş hâliydi.
1939’da yayımlanan Mutlu Vadi’de (Çeviren: Tevfik Turan, Everest Yayınları, 2024), unutma ve hatırlama, silinme ve var olma ikilemlerini sonuna dek yaşarken İran’dan seslenen Annemarie, âdeta kendine kaçıp üstüne gelen her şeyle kavgaya tutuşurken şöyle diyordu:
Medeni dünyada hayat insana, rahatsız edici ve tehlikeli sesleri susturmak için başka vasıtalar sunuyor: Muntazam bir yaşayış, öğünler, vazifeler, aile hayatı ve vefatlar, günlük gazete, mahkeme celseleri, eski sınıf arkadaşlarıyla neşeli toplantılar, kazalar ve cürümler, edebiyatçıları anma törenleri, millî hisler ve kültür, kilise ziyaretleri ve ‘Ülkemizin düşmanlarından korunun!’ ve her yedinci günde bir futbol maçı; her şey teşvik, her şey dikkati dağıtma, ta ki vicdan, kıpırtısız körfeze gömülene ve insan kalbinin dindirilmemiş, ilelebet genç atılımı güzel bir tevazu içinde sönüp gidene kadar.
Yollardayken sükûnet ve gürültü, ayrımcılık ve özgürlük, yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgilerin farkına varan Annemarie’nin hayatı, uzun bir aradan sonra döndüğü İsviçre’de 1942’de bir kazayla sona ermişti. Huzur bulduğu, dünyayı ve insanları anlamaya uğraştığı yollardayken “iyi hayatın bedeli fazla” diye not düşmüştü defterine.
Ölümünün ardından annesi ve büyükannesi, Annemarie’nin öykü ve roman taslaklarını, Erika ve Klaus Mann’la birbirlerine yolladıkları mektupları ve onun yakışıklı fotoğraflarını yakmıştı. Kısacası onu tarihten silmeye çalışmışlardı.
1980’lerin sonunda, gerek metinlerinin yeniden yayımlanmasıyla gerek ailesinin yok ettiğini düşündüğü taslakların kopyalarının bulunmasıyla âdeta tekrar doğan Annemarie’nin mücadelesi kaldığı yerden devam ettiği gibi kitapları yayımlanıp farklı dillere çevrildikçe dünyanın dört bir yanına seslendi. Seslenmeyi de sürdürüyor…