Share This Article
John Fowles’u nasıl bilirdik? İlgi duyduğu klasik İngiliz edebiyatıyla oynayan; daha doğrusu oradan hareketle oluşturduğu ve varoluşçu öğeler kattığı deneysel üslubunu, mitlerle ve gerçeklikle birleştirerek yarattığı karakterleri, ahlak kumkumalığına soyunanların dışında konumlandıran bir yazardı. Dahası, hem kadın hem de erkek kahramanlarına dünyayı ve kendilerini sorgulatırken yeni bir benlik inşasına girişmek için alan açan, yapaylıktan sıyrılarak sahici insana yönelen edebî bir devrimciydi.
Metinlerine bulmacalar yerleştiren ve okura bilgiçlik taslamayan, insanları eşit görürken yabanı pas geçmeyen bir bilge-yazardı. Hayattaki gibi suskunluğun, hayal kırıklıklarının ve düşlenen ile gerçekleşen arasındaki makasın açılmasının edebiyata da dâhil olduğunu söyleyen soğukkanlı bir kalemdi.
Doğadan duygusal ve düşünsel anlamda kopmanın büyük bir tehlikeyi beraberinde getirdiğini söylerken boşluklara, ağaçlara, ormanlara ve yabana âşık olan, “gri hapishane” ve “yeşil cennet” ayrımı yapıp doğa körlüğünden yakınırken “yeşil kaos”tan veya “insan yaratan orman”dan yana zar atan organik bir kişiydi.
Doğanın, mitvari romanların, kayboluş hazzının, savaşın saçmalığının, özgürlüğün yüceliğinin, bilincine hapsolmuş insanın, tercihin yaşamdaki öneminin, reddedilişlerin kişiye güç verme ihtimalinin, iktidar ve teslim olma ilişkisinin, beklenmedik anlarda gelen ilhamın, tuhaf imgelerin, fizik ve metafizik ilintisinin, sorgulamaların ve kabullenişlerin, merakın, geçmiş-bugün-gelecek çizgisinin sıradanlığının ve sıra dışılığının, yanılsama ve kendini aldatmaların, uzaklıkların, yaşamın gelip geçiciliğinin yazarı Fowles; tüm bu koşturmasının ve kalem oynatma telaşının arasında, 1940’ların sonundan itibaren hem yaşama bakışını hem de edebî gelişimini not ettiği günlükler tutmuştu. Bunların ilki olan Günce 1949-1965’te, yazarın ailesinden öğrencilik yıllarına, Fransa’daki üniversite hocalığından Spetsai adasındaki öğretmenlik dönemine ve elbette yapıtlarının arka planına dek pek çok yaşanmışlıkla karşılaşıyoruz. Öte yandan, satır aralarında zamanın ruhunu yorumlayan yazar, eleştirmen, gezgin, kuşbilimci, doğasever, sinema meraklısı ve kitap koleksiyoneri Fowles’la da buluşuyoruz.
Sıkılgan ve asosyal öğrenci
Etrafına baktığında “öfkeyle, sıkıntıyla ve yazıklanmayla harmanlanmış çok sıkıcı bir yaşam” gören Fowles, Oxford’daki öğrencilik yıllarından itibaren tutmaya başladığı günlüklerinde, gözlemciliği kadar dünyayla tatlı-sert hesaplaşmalarını koyuyor ortaya. Konuşacak pek kimse bulamadığı o günlerde kaleme kâğıda sarılıyor, dünyayı ve doğayı izliyor. Boş laflardan sıkılıyor ve kendini bulmaya uğraşıyor, kendisinden sıtkı sıyrıldığında şiire yöneliyor.
Başrollerini Meryl Streep ve Jeremy Irons’ın paylaştığı, 1981’de Oscar’a aday gösterilen “Fransız Teğmenin Kadını” (Ayrıntı Yayınları, 2022) romanından uyarlanan film, hiç kuşkusuz Fowles’ın tartışmasız en ünlü eseri olmayı sürdürüyor.
Yaşamda güzellikleri yok eden insanlara hayıflandıktan sonra, dolu dolu konuşacağı birilerini arayıp asosyalliğe hapsoluyor. Fakat kalabalığa ve hayata karışması uzun sürüyor; eserlerinde de sık sık rastlayacağımız gözlem ve çözümlemelerin işaret fişeğini Oxford’da ateşlediği zamanlar için “uzun bir kendinden hoşnutsuzluk dönemi” deyip bir not düşüyor:
En önemli şey zamandır. Yaşamın temel meselesidir bu ve bütün metafizik düşünceler bunun etrafında dönmek zorundadır. Zaman, bir formül, bir ölçü olarak anlamsızdır, yapay bir icattır. Önemli olan, olmaktır, dinamizmdir.
Zaman, ölüm, yazarlık ve edebiyat üzerine düşünen Fowles, sanata ve dönemin sanatçılarına da kafa yoruyor. Duyarlılık ararken içindeki uzaklara gitme ateşini harlıyor ve bulunduğu yeri kıyasıya eleştiriyor:
Oxford’un aşağılayıcılığı, balonu patlatan bir iğne gibi. Esas bir düşmanlık. Amaç ve görev açlığı. Gelecek ve edebiyat yeteneği konusunda tam bir kuşkuculuk. Başarılı da başarısız da olsa can sıkıcı okul sonuçları.
Fowles’un okurluğunun, yazarlığının ve eleştirmenliğinin nüvelerine sıkıntılı Oxford günlerinde rastlıyoruz. Karmaşık ve uyumsuz bu dönemde, elinden pek çok roman ve şiir geçiyor. Kendini kanıtlama zorunluluğunu aşma yolunun doğadan ve edebiyattan geçtiğini düşünüyor; “var olmaya çalışıyorum” diyerek yaşama ve yazarlığa hazırlanırken “güvenli bir kariyerin ve durgunluğun anlamsızlığından” bahsediyor. Akademik susuzluk ve mizah yoksunluğu da bu dönemde yazarın üstüne geliyor.
Fowles, ileride bir gün iyi yazma umuduyla ayakta durduğu ve akıl sağlığını koruduğu Oxford döneminden, Fransa’da İngilizce öğretmenliği yaptığı zamana geçtiği satırlarda, hayata gerçek anlamda adım attığını hissettiriyor bize. Bazen uyum güçlüğünü ve İngiltere özlemini bazen gece hayatını ve geçip giden zamanı nasıl sorguladığını anlatıyor. Şiirler yazıyor, romanlar tasarlıyor ve Fransa’da vaktini boşa harcadığını düşünürken yeni insanlarla tanışıp etrafı gözlemliyor. Haberleri takip ederken yeni savaşlara gebe dünyanın tedirginliğine tanık oluyor. Çalışmaktan fırsat bulamadığı için yazamamanın kendisini dertlendirdiğini not ediyor.
Fransa’dayken Fowles’un yaptığı bir başka şey, bulunduğu ülke ile İngiltere’yi ve Avrupa ile başka kıtaları karşılaştırmak. Doğa gezileri ve kuş gözlemleri de bir diğer merakı. Yazma isteğinin hiç sönmemesi ve bir sonraki yılın nasıl olacağı da Fowles’un zihnini meşgul eden öbür şeyler. Fransızca konuşmaktan yılması ve bu dilde İngilizce’deki kadar espri yapamaması ise mevcut huzursuzluğunu artırıyor:
Sıradan edebiyat hayatından uzak durma gereksinimi. Çok dikkatle sakınılması lazım bundan. Eleştirmen olmak, daima başkalarının yaratılarını okuyup incelemek insanın kendi dürtülerini yok eder.
‘Felsefi bir akarsu’ arayışı
Yaşamın yoğunluğu ve meşguliyetler nedeniyle yazamamaktan dertlenen, onu bir gölge misali izleyen yüzeysellikten sıkılan Fowles’u aşk bile fazla mutlu etmiyor, heyecanlandırmıyor, “geçmişin geleceğe hâkim olması”nı anlamlandıramıyor.
Kendisini tüm samimiyetiyle ve yer yer eleştirerek günlüğünü oluşturuyor Fowles. Nafile biçimde zamanı yasaklamaya uğraşırken geçmişe takılmıyor. Fransa’nın griliği ve Yunanistan’ın güneşi de onu ileriye bakmak için cesaretlendiriyor. Yol aldığı gelecekte ise yaşamı ve edebiyatı buluşturma hazırlıkları yer alıyor.
Fowles’un “kendi başına bir dünya” dediği Spetsai’de yazarlığını inşa ettiği döneme gezginlik ve aşk da dâhil elbette: Tanıştıklarında evli olan ve daha sonra ilişki yaşayıp evlendiği Elizabeth de bu inşa sürecinde onun hayatına giriyor: Yazar, “aşk her gün artıyor; durum olağandışı bir hâle geldi” diye açıklıyor yaşadıklarını. İngiltere’ye döndüğü günlerde yüzünü, daha önce hiç olmadığı kadar aşka dönüyor. Çalkantıların, ihanetlerin, gerilimlerin ve şiddetlenen sevginin yanı sıra varoluşçu kararlarla (kendini bulmakla, odaklanmakla, yazmak ve düşünceyi zorlamakla) şekillenen bir dönem bu onun için.
2008’de The Times gazetesi, John Fowles’u “1945’ten bu yana en büyük 50 İngiliz yazar” arasında göstermişti.
Zaman hızla akarken bir yandan Elizabeth’le ilişkisi derinleşiyor, diğer yandan arayışlarını sürdürüyor Fowles; notları olgunlaşıyor ve kitaba dönüşecek bir hâl alıyor. Yirmili yaşlarının sonunda bir yol çizme sancısı çekiyor; kendisine “yaşayabileceği felsefi bir akarsu yaratarak” benliğinin inşasında önemli bir adım atıyor. Yazıyor, çeviriler ve düzeltiler yapıyor, gelecekte kaleme alacağı kitapların fikrî zeminini oluştururken “sözcüklerin büyüsü”ne kapılıyor. Kült kitaplarından ve Herakleitos felsefesinin kendisini şaşkına çevirmesinden hareketle kaleme aldığı Büyücü’yü de bu dönemde tamamlarken ilk büyük aşkı Elizabeth’le evleniyor. Ardından, Koleksiyoncu’nun ilk satırlarını yazmaya koyulan Fowles, 2 Aralık 1960’ta şu notu düşüyor:
Bir hafta önce yazmaya başladım. İlginç, kendin hakkında yazmak değil bu. Koleksiyoncu bugünkü toplumumuzun vasatlığını simgeliyor; umutları ve gerçek anlamda canlılığı saçma bir şekilde, kötü niyetle yok edilmiş esir bir toplumun. Göze girme… Bu çağın anahtar hüneri. İngiltere’de şimdi Göze Girme Çağı. BBC’de özellikle dikkat çekici; her şey beğenilmek, beğenilmek, beğenilmek için uğraşıyor.
Aklından geçenlerin ve hissettiklerinin yanı sıra zamanın ruhunu yorumladığı 1950’leri ve 1960’ları anlamaya çalışıp eleştirdiği Günce 1949-1965’te Fowles’un kendini bir okur, yazar, gezgin, doğa âşığı ve entelektüel olarak inşa edişine rastlıyoruz. İngiltere’de, Fransa ve Yunanistan’da bulunduğu, öğrenci olduğu, Elizabeth’le tanışıp evlendiği, eserlerini kaleme almaya başladığı yıllarda zihnini kurcalayan tüm meseleleri ayrıntılarıyla kâğıda döküyor Fowles. Kısacası bu hacimli güncede birbirini tamamlayıp besleyen yaşam, edebiyat, “kontrollü şizofreni” dediği şiir, felsefe, aşk, politika, doğa ve eleştiri yer alıyor. Yazarın diğer metinlerinde olduğu gibi…
Günce 1949-1965, John Fowles, Çeviren: Süha Sertabiboğlu, Ayrıntı Yayınları, 592 s.