Ahir zamanın haykıran portresi: Ah Gözel İstanbul
Share This Article
“Yaptığım şeyleri görenler boş yere yorulup, bildiğimiz şeyleri bize anlatıyorsun diyerek benle alay ederler. Bu ahmaklara cevap verecek değiliz. Asıl olan bildiğini sandığının ardındaki hikâyedir.”
Bir kenti değerli kılan, içinde yeşeren masalları, efsaneleri, şiirleri, şairleri ve seyyahlarıdır. İstanbul gibi tarihi M.Ö. 3000’e uzanan, Byzantion, Doğu Roma, Osmanlı ve modern Türkiye Cumhuriyetine ev sahipliği yapmış kentin kültürel belleği, insanlık tarihinin gelişimine neredeyse eşdeğer. Çok kültürlü ve kadim bir geçmişe sahip olan İstanbul’un bugünkü durumu ise içler acısı.
Zeynep Dadak’ın yazıp yönettiği Ah Gözel İstanbul kent kültürüne ilişkin geçmişten sıyrılıp gelen bir sesin vücut bulmuş hali adeta. Seyyah Eremya Çelebi Kömürciyan’ın 1660’larda yazdığı 17. Asırda İstanbul adlı eserinden yola çıkarak, kentin damarlarına ulaştırıyor bizleri. Yıkık surlara, heybetli kalelere, virane ve hüzünlü mahallelere, azınlıkta kalan ibadethanelere, su yollarına, “İnşaat ya Resulullah” diye peşrev çekilerek başlanan devasa karton yapılara götürüyor bizi Dadak; bir tarafta da, suyun şıkırtısını, kuş cıvıltılarını ve yığınların hönkürtüsünü duyurmayı ihmal etmiyor.
Ah Gözel İstanbul, basmakalıp belgesellerden değil; hele ki, kelli felli tarihçi bozması zatların boy gösterdiği yapımlardan hiç değil. 17. yüzyılın nefesini günümüze taşıyan, kent tarihi ve belleği üzerine önemli buluşmayı kayıt altına alan bir yapım. Öyle ki, tarihten sıyrılıp gelen bir sesin anlatılarıyla, bugünün mega kenti arasındaki açının ne derece büyüdüğüne ve bu kadim şehrin nasıl allak bullak edildiğine şahit oluyoruz. Bu derece nitelikli bir çalışma doğaldır ki, 57. Antalya Altın Portakal Film Festivali ve 39. İstanbul Film Festivali olmak üzere pek çok yerde gösterildi ve ödüllendirildi.
‘Laçkalaşan’ kentin silüeti
Eremya Kömürciyan’ın şu sıralar sahaf vitrinlerinde fahiş fiyatlarla satılan 17. Asırda İstanbul eserini tamamlaması çok uzun yıllarını almış. Zaten çok kültürlü bir kentin kısa bir sürede kaleme alınması düşünülemezdi. Fakat Kömürciyan aşırıya kaçmış; çalışmasını yirmi yıl gibi bir sürede tamamlamış. Zeynep Dadak’da bantmag ile yaptığı mülakatta bu konuya değiniyor:
Bu aramızda bir şakaydı hep, umarım bizimki de o kadar uzun sürmez diye. Filmin araştırma ve post’la birlikte toplam yapım macerası neredeyse 3,5 yıl.
Dadak, deforme olan bir kentin çehresini resmettiğinde, istilaya uğramışlığın tablosunu da sunuyor izleyicisine. Kimliksizliğin ve hoyratlığın ortasında kaldığınızı hissederek… Tam bu anda, Montserrat Figueras’ın Cançó de bressol: La Mare De Deu’sı bir ağıt gibi geliyor kulaklarınıza. Yıkıntılar arasında kalan tarih denen o kapıdan girerken, modernitenin soykalarıyla baş başasınız işte.
“Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?/ Kitaplar yalnız kralların adını yazar./ Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?” [1] Peki ya, yirmi sekiz kapılı kentin mimarları kim? Kimlerdir acaba bu kaleleri inşa edenler, limanları, tersaneleri, denizin ortasına nakış gibi işlenen Kız Kulesi’ni yapanlar? Belki, Ah Gözel İstanbul sıradan insanların hayatlarına odaklanmıyor, kent çehresini resmetmekle yetiniyor; ancak, talana, yağmaya, vurguna ve yıkıma “çift paça kasnak” girenlerin marifetlerini gözler önüne seriyor. Laf arasında, “Ölüm var!” fısıltısı ulaşıyor kulaklara. Kültür dediğiniz sürekliliğin içersinde gizlenen derslerden bir tutam savruluyor etrafa; beylerin, paşaların, zorbaların başının Sarayın bahçesindeki Divan kapısında koparıldığını söylüyor bize tarih. Ama şu da ekleniyor: “Bugünün saraylısı hesap vermeyeceğinden dolayı rahattır!”
Çok kültürlülüğün su yolları
Yukarıda sorduğumuz, “Peki ya, yirmi sekiz kapılı kentin mimarları kim?” sorusu havada kalmasın; buradan devam edelim. İstanbul’un kapıları aynı zamanda buluşmaya, ayrılığa, yalnızlığa, gurbetliğe açılan geçitleri çağrıştırıyor: Şark’tan Garb’a, Garb’dan Şark’a…
Dünya üzerinde çok az kentin “doğuştan” sahip olduğu çok kültürlülük ortamı bizim bugün dahi tam olarak anlayamadığımız bir zenginlik. Kesişim diyarı olan İstanbul, Rumuyla, Ermenisiyle, Süryanisiyle, Yahudisiyle ve Müslümanıyla zengin bir görsel ve işitsel anlatı ve bellek sahası. Dolayısıyla bu kentin yapı ustaları işte bu beş kavimden oluşuyor.
Azınlıklardan duyulan korkunun dağları sardığı, milliyetçilik hezeyanlarının gözlere perde çektiği bu çağda, umalım Ah Gözel İstanbul tüm taraflar için kucaklaşmanın, empatinin ve saygının iklimini oluşturmada gözlere inen perdeleri kaldırsın. Çok renkli bir kültür ikliminin parçası olmanın zenginlik, “monizmin” ise bir tür zayıflık olduğunun kavranması dileğiyle…
İstanbul’a kanal yapan devler, periler, cinler ve vampirler…
Ah Gözel İstanbul’un her bir sahnesi üzerine söylenecek çok söz var ancak, beni en çok etkileyen Cihangir Camii ve Boğaziçi üzerinden türetilen anlatıydı. Efsaneye göre, bu görkemli kenti düzenlemek isteyen Büyük İskender, Cihangir’e bir manastır kurar ve Akdeniz ile Karadeniz’i bu noktada birleştirmek ister. İstanbul’a bir boğaz açmak isteyen İskender bunu insan gücüyle yapamayacağını anlar ve Kafkas dağlarından toparladığı devleri, perileri, cinleri ve oburları (vampir) özel bir gemiyle İstanbul’a getirip bugünkü Cihangir Camii’nin altında bulunan mağaralara kapatır. Yaratıkların birkaç aylık çalışmasının ardından kent iki yakaya ayrılmıştır.
Boğaziçi’nin ters akıntıları, İstanbul’un nefesi, hayat damarları… Bugün ise, bu kadim kentin nefesini kesmek, damarlarını kurutmak için hummalı çalışmalar yürütenler var. “Kimmiş onlar?” diye soracak olan aklı evveller varsa, çok uzaklara bakınmasın! Çehresi ile şantiye alanını andıran bu koca şehrin kanını emmek için getirilen vampirleri teşhis etmek hiç zor değil.
İşte içinde sayısız riski barındıran “Kanal İstanbul” gibi bir projenin tartışıldığı dönemde, “kanal” başlığını böylesi bir hikayeyle ele almak oldukça kıymetli. Özellikle efsanede geçen tüm zararlı “zevatın” kanal açıldıktan sonra yok oluşu ve sahnenin İstanbul’un doğasına büyük zararlar veren yapılardan 3. Köprü ile son bulması oldukça yerinde bir vurgu.
Yukarıda da söylediğim gibi Ah Gözel İstanbul’un üzerinden daha birçok tartışma başlığı açılabilir. Buna zemin aralayan ve kentin belleğini yansıtan güçlü bir çalışma. İçinde bulunduğumuz yıkımı seyircisine sunmada, tarihini ve kimliğini hatırlatmada da doğru bir yerden bakıyor. Son yıllarda kent kültürüne ilişkin öne çıkan, İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek (Yön: Fatih Akın; 2005), Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir (Yön: İmre Azem; 2011), Beyoğlu’nun üvey evladı: Tarlabaşı (Yön: İsa Tatlıcan; 2012), Kedi (Yön: Ceyda Torun; 2016) ve 95 cm: Mega Kentin Mini Yurttaşları’ndan (Yön: Ayşe Adanalı; 2019) sonra Ah Gözel İstanbul mutlaka izlenmesi ve üzerine konuşulması gereken ciddi bir yapım.
Dipnot
1) Bertolt Brecht; Okumuş Bir İşçi Soruyor