Share This Article
Michiko Kakutani
M.K.: Mizahçıların dünyaya biraz farklı bir pencereden bakmaları gerektiğini düşünüyor musunuz?
Woody Allen
Evet. Komik bir bakış açınız varsa her şeye komik bir filtreden bakmaya meyilli olursunuz. Uzun vadede etkisi yok ama kısa vadede olan bitenle başa çıkmayı sağlıyor bu ve bitmek bilmez bir yenilenme gerektiriyor. Bu nedenle insanlar her zaman revaçta olan mizahçılardan söz eder. Duyarlılığınızı durmadan uyuşturmak gibi bir şey bu, böylece daha az acı çekersiniz.
Bu çok benzersiz, öyle değil mi sizce de?
Hayatla başa çıkmanın bir yolu bu. İnsanlar komik olmanın çok zor olduğunu sanıyor ama aslında çok ilginç bir şey. Yapabiliyorsanız hiç de zor değil. Bu çok iyi resim çizebilen birine bütün gün uğraşsam da o atı çizemeyeceğimi söylemek gibi. Ben beceremem ama sen muazzam yaparsın. Başka insanlar da hisseder. Bu kadar basit. Dört yaşımdan beri bunu yapıyorum. Komedi hakkında böyle hissedersin işte, becerebiliyorsan sahiden de çok basittir. Ortaya çıkan şey basit değil ama süreç çok basit. Elbette bazı insanlar gerçekten komiktir, bazıları değil. Bu da doğanın bir şakasıdır.
Sizde ilk defa yazma isteği uyandıran yazarlar kimlerdi?
Okurken güldüğüm ilk kişi Max Shulman’dı. 15 yaşındaydım. Birkaç eski kitabı var bende. En komik bulduğum The Zebra Derby’ydi. İkinci Dünya Savaşı’ndan buraya, vaat edilmiş topraklara dönen gazileri anlattığı için içeriğin de hakkını vermek lazım. Ardından çok komik iki yazarı, tam anlamıyla büyük ustalar olan Robert Benchley ve S. J. Perelman’ı keşfettim. Bir gün Elaine’s lokantasında Perelman’la karşılaştım. Marshall Brickman’le oraya gitmiştim.
Bir garson gelip bana bir kart verdi. Arkasında, “Benimle bir tonik içerseniz çok memnun olurum” gibi bir şey yazıyordu. Şehir dışından gelmiş bir turistin yazdığını düşünüp kartı attım. Bir buçuk saat sonra birisi “Biliyor musun o kart S. J. Perelman’dandı” dedi. Kartı yerden aldım ve “S. J. Perelman” dedim. Ardından hemen oturduğu yere koşturdum ve ona katıldım. Daha önce onunla tanışmıştım ve bana karşı daima içten ve sıcakkanlıydı. Zor biri olduğunu okumuştum ama bana hiç o yanını göstermedi.
‘Bir senaryoyu bitirdiğinizde onu aşmış oluyorsunuz’
Ne zaman yazmaya başladınız?
Okumayı öğrenmeden önce. Her zaman yazmak istemiştim. Yazmadan önce hikâyeler uydururdum. Sınıf arkadaşlarıma daima hikâyeler anlatırdım. Aslında mizah yazarlarından ziyade ciddi yazarların hayranıydım. Ama mizahi bir biçimde yazabildiğimi fark ettim. Başlarda Shulman ve bazen de Perelman’ı taklit ediyordum. Kolejdeki kısa verimsiz yılımda bütün makalelerimi Shulman’ın kötü (ya da iyi) bir kopyası olarak yazmıştım. Kendi sesimi bulamamıştım.
Ne zaman kendi sesinizi keşfetiniz? Yavaş yavaş mı oldu?
Hayır, tamamen tesadüfen. Düzyazıdan tamamen vazgeçmiş ve televizyon yazarlığına yönelmiştim. Tiyatro için yazmak istiyor ve o sırada da komedyen olarak bir kabare şovu yapıyordum. Bir gün Playboy dergisi onlar için bir şey yazmamı istedi çünkü ben tanınmaya başlayan bir komedyendim. Döşemenin üzerinde bir şeyler yazdım. O sıralar Louise Lasser’la neredeyse evli gibiydik.
Louise yazdığım şeyi okudu ve “Vay canına! Bence bu iyi, onu mutlaka The New Yorker’a göndermelisin” dedi. The New Yorker, benim kuşağımdaki herkes için olduğu kadar benim için de kutsal bir yerdi. Yine de şakasına gönderdim. Birkaç değişiklik yaparsam yazımı basacaklarını söyledikleri telefonu aldığımda şok oldum. Bazı değişiklikler yaptım ve yazımı yayımladılar. Özgüvenim için büyük bir destekti. Sonra onlar için başka bir şey daha yazmaya karar verdim.
The New Yorker’a yolladığım ikinci ya da üçüncü şey çok Perelmanvariydi. Yine de bastılar ama yorumlar yazımın tehlikeli biçimde benzer olduğu yönündeydi ve ben de hak verdim buna. Bu nedenle The New Yorker da ben de oraya gönderdiğim sonraki yazılarda buna çok dikkat ettik. Sonunda Perelman’dan iyice uzaklaştım. Perelman, elbette, olabildiğince karışık – çok zengin bir mizah. Bense ilerledikçe basitleşmeye çalıştım.
Filmlerinizde yapmaya çalıştığınız şeyle paralel bir gelişme miydi bu?
Ben paralel olduklarını düşünmüyorum. Tecrübelerim, farklı araçlar için yazmanın çok başka gereklilikleri olduğu yönünde. Sahne için yazmak film için yazmaktan tamamen farklı ve her ikisi de düzyazı yazmaktan farklı. En zorlusu düzyazı bence çünkü bitirdiğinizde ürünün de sonuna gelmiş oluyorsunuz. Değiştiremezsiniz. Bir oyunda bu bambaşka oysa.
Senaryo, karakterleri geliştirmek adına oyuncular ve yönetmek için bir araç. Filmlerdeyse bir sahne için birkaç not karalarım sadece. Yazılı bir şeye ihtiyacınız yoktur, sahne için oyuncular ve kamerayla kafanızda yazdığınız notlar yeterlidir. Asıl senaryo bütçe ve kast için bir gerekliliktir ama en sonunda ortaya çıkan ürün senaryoda yazana pek benzemez – en azından benim durumumda.
Yani roman gibi bir tür üzerinde daha fazla kontrol sahibisinizdir.
Üzerinde kontrol sahibi olmanız, romanın cazibelerinden biri. Bir başka büyük cazibesi de bitirdiğinizde yırtıp atabilirsiniz. Gelgelelim bir film çektiğinizde bunu yapamazsınız. Hoşunuza gitmese bile üretmek zorundasınız. Bir nesir yazarıysanız çalışma saatlerinin de daha iyi olduğunu ekleyebilirim.
Sabah kalkıp yan odaya geçivermek ve yalnız başına yazmak sabah uyanıp film çekmeye gitmekten daha eğlenceli. Filmlerin büyük gereklilikleri var. Fiziksel bir iş. Bir program dahilinde, belli bir zamanda belli bir yerde olmalısınız. İnsanlara bağlısınız.
Norman Mailer’ın kariyerine bugün başlasa bir romancı olmak yerine film çekeceğini söylediğini biliyorum. Bence film genç adam işi. Genellikle yorucu. Belli bir yerden sonra bu zahmete katlanmak isteyeceğimi sanmıyorum; yani hayatım boyunca saat altıda uyanıp buz gibi bir sokakta ya da sıkıcı bir ovada olabilmek için saat 7’de evden çıkmam gerekeceğini düşünmek istemiyorum. Bu o kadar da heyecan verici değil. Evde kalıp bir şeylerle oyalanmak keyifli.
Tennessee Williams, oyunların sıkıcı yanının onları sahnelemek zorunda olmak olduğunu söylemişti – sadece yazıp çekmeceye koyamıyorsunuz onları. Çünkü bir senaryoyu bitirdiğinizde onu aşmış oluyorsunuz ve devam etmek istiyorsunuz. Oysa bir kitapla bunu yapabilirsiniz, bu nedenle insan daima bir romancı olmak ister sanki. Çok arzu edilen bir şey bu.
Coletti’in, Parizyen dairesinde oturmuş camdan dışarı bakıp yazdığını düşünürler. Çok çekici bir hayat. Aslına bakarsanız ben de Aşk ve Ölüm’ü çekerken Paris’te bir romanın ilk taslağını yazmıştım. Tamamı el yazısıyla milimetrik kâğıda yazılı biçimde evde çekmecede duruyor yıllardır. Bir gün enerjim biter ve artık film çekemem diye bir anlamda saklıyorum. Hâlâ sabah erkenden kalkıp film çekecek kadar dinçkken bitirmek istemiyorum onu.
‘Komik ve ben ayrı iki şey değiliz; biz biriz’
Nasıl ortaya çıktı bu roman? Uzun zamandır roman yazmayı düşünüyor muydunuz?
Pek sayılmaz. İlk sayfadan başladım. Tiyatro için yazmaktan gelme bir alışkanlık. İlk sahneyi yazmadan üçüncü sahneyi yazdığımı düşünemiyorum ya da ikinci sahnenin fragmanları işe yaramıyor. Sonradan meydana gelecek olaylar – karakterler arasındaki etkileşimler, konunun gelişimi – başlangıçta gerçekleşen eylemlere çok bağlı. Sırasız biçimde yazmayı tahayyül edemiyorum.
Bir oyundaki klasik anlatı biçimini seviyorum. Bunu romanda da seviyorum. Berrak hikâyeler üzerine kurulu olmayan romanları sevmiyorum. Balzac ya da Tolstoy’la oturmak, tüm ötekilere yazarlara ek olarak, büyük bir zevk. Bir oyunda perde kalktığında insanlar çöp kutusu içindeyken zihinsel anlamda bu fikre belki bayılacağımı biliyorum ama benim için daha fazlasını ifade etmiyor.
Daha az önemli avangardların yanı sıra Beckett’i ve pek çok çağdaş oyunu izledim ve diyebilirim ki evet, çok zekice ve derinler ama aslında bu umrumda değil. Erkek ve kadınların insani, klasik krizler içinde olduğu Çehov ya da O’Neill’i izlediğim zaman bundan zevk alıyorum. Bunu söylemek biraz eski moda kaçacak ama mesela “dil” üzerine – ustalıklı söylevler mesela- kurulu şeyler gerçekten de umrumda değil. Zaman zaman şairane olsa bile insanları süssüz biçimde konuşurken duymak istiyorum.
Bir Satıcının Ölümü’nü ya da İhtiras Tramvayı’nı izlediğinizde insanlar ilginizi çeker ve bir sonraki sahnede ne olacağını merak edersiniz. Lincoln Center için bir oyun yazmayı düşündüğümde –The Floating Lightbulb – basit durumlar içindeki sıradan insanlar hakkında yazma konusunda kararlıydım. Daha karmaşık bir şeyden özellikle uzak durdum. İşin garip yanı filmlerde çok fazla böyle hissetmiyorum. Filmlerde zamanın ve soyutlamaların çarpıtılmasına daha yatkınım.
Pek çok yazar bir sonraki projeye başlamak için zorlanır, üzerinde gerçekten çalışmayı isteyecekleri bir fikir bulmak için…
Muhtemelen benim üzerinde çalışmayı seçtiğim fikirler kadar iyi olanları bir kenara ayırıyorlardır. Sokakta yürürken aklıma bir fikir gelir ve hemen not alırım. Ve bu fikri daima yeni bir biçimde ifade etmek isterim. Hiçbir zaman kalıplarım olmadı. Kendi becerilerim dahilinden bahsediyorum.
Gerçekleştirmek için can attığım birkaç fikrim var. Gelecek sefere ne yapacağımı bulmak beni haftalar veya aylarca kıvrandırır. Keşke birisi benim için seçseydi… Biri çıkıp da “sıradaki üç numaralı fikir” dese iyi olurdu. Ama hiç tükendiğimi hissetmedim.
İnsanlar bana her zaman, “Bir sabah uyandığında artık komik olmasan ne olurdu” diye soruyor. Bu asla başıma gelmezdi – tuhaf ve gerçekdışı bir düşünce. Çünkü komik ve ben ayrı iki şey değiliz. Biz biriz. Benim için en iyi zaman bir projeyi tamamlayıp yenisine karar verdiğim an. Çünkü gerçek henüz işe el koymamıştır.
Tam olarak nasıl çalışırsınız? Araçlarınız nedir?
Not defterlerine, oteldeki kâğıtlara yani elimin altındaki her şeye yazarım. Bu anlamda hiç müşkülpesent değilimdir. Otel odalarında, evimde, etrafta başkaları varken ya da kibrit kutularının üzerine yazarım. Daktilonun başına oturup tek seferde bitirdiğim öyküler oldu. 40 dakikada yazdığım The New Yorker yazılarım oldu. Bana haftalarca işkence eden başka şeyler de var öte yandan. Tamamen şans.
İki filmden bahsedeyim – ilki eleştirel anlamda pek başarılı olmayan Bir Yaz Gecesi Seks Komedisi. Onu çok dar bir zamanda, sadece 6 günde yazdım ve her şey yerli yerindeydi. Ama pek iyi karşılanmadı. Öte yandan Annie Hall bitmez tükenmezdi – durmadan değişiyordu. Kurgu odası katında filmdeki kadar malzeme vardı – filmi beş defa baştan çektim. Ve çok iyi karşılandı.
Öte yandan öylece yapıverdiğim şeylerin çok iyi ama beni çok uğraştıranların kötü karşılandığı da oldu. Bir ilişki kuramıyorum. Ama bir şeyi yapabiliyorsanız çok da zor ya da onu yapamayan birinin düşüneceği denli büyük bir başarı değildir.
Örneğin 16 yaşımdayken ilk defa çalışmaya başladım. New York’taki bir reklam ajansında komedi yazarlığı yapıyordum. Her Allahın günü okuldan sonra ajansa gider ve onlar için şakalar yazardım. Bu şakaları müşterilerine verir ve gazete sütunlarına koyarlardı. Metroya binerdim –çok kalabalık olurdu – ve bir kalem çıkarır, ayakta kırk ya da elli şaka yazardım. Yıllar boyu günde elli şaka… İnsanlar metroda elli şaka yazdığıma inanmazdı. İnanın önemsiz bir şey bu.
Öte yandan müzik besleyen birine baklığımda nasıl başlayıp bitirdiklerini bile anlayamıyorum. Her zaman yazabildiğim için bu önemsiz bir şey. Sınırlarım dahilinde her zaman yazabildim. Hiç de zor olmadı. Sanırım daha iyi bir eğitim almış ve daha iyi yetiştirilmiş olsam önemli bir yazar olabilirdim. Bu mümkün çünkü bence biraz yetenekliyim ama bu pek umrumda olmadı.
Bilimsel şeylere ilgi duymadan yetiştim. Yazabiliyordum ama okumak hiç ilgimi çekmiyordu. Sadece oyun oynayıp spor karşılaşmaları izliyor, çizgi roman okuyordum; koleje gidene dek gerçek bir roman okumadım. Hiç ilgimi çekmiyordu okumak. Belki daha farklı yetişmiş olsam daha farklı bir yöne giderdim ya da ailemin, arkadaşlarım ve içinde yetiştiğim ortamın ilgisi belli bir şeye yönelmiş olsa ben de daha hevesli olurdum ve her şey daha farklı olurdu. Belki büyük bir romancı olurdum. Belki de olmazdım. Artık çok geç. Şimdiyse “artrit”im olmadığı için mutluyum.
Metroda yazdığınız şakalardan birini hatırlıyor musunuz?
Mesela şu, tipik ıvır zıvırlarımdan biriydi: Sınıfta yanımda oturan çocuk bir kumarbazın oğluydu ve testinin cevap anahtarını hiç geri almazdı – bırakırdı gelecek testte de aynı sonuçları işaretlemiş olsun. Şimdi anlamışsınızdır yoğun zamanlarda günde elli şaka yazmak neden zor değil.
‘Bugünlerde komedi için ölüp bitmiyorum’
Neden komedi yazmaya giriştiniz?
Gençken komedyenler hep hoşuma gitmişti. Ama daha ciddi okumaya başladığımda daha ciddi yazarlardan zevk aldım. O zaman komediyle, her ne kadar onu yazabiliyor olsam da, daha az ilgilendim. Bugünlerde komedi için ölüp bitmiyorum. En sevdiğim 15 filmi sıralayacak olsam muhtemelen aralarında hiç komedi olmazdı. Olağanüstü olduğunu düşündüğüm bazı komediler olduğu doğru.
Şehir Işıkları’nın kesinlikle harika olduğunu düşünüyorum, Buster Keatons’ın bazı filmlerinin ve birkaç Marx Brothers filminin de. Ama onlar farklı bir tür komedi – Filmlerdeki komedyenlerin komedisi daha çok komedyenlerin işlerinin kayıtları gibi duruyor.
Filmler zayıf ya da aptalca olabilir ama komedyenler dâhi. Keaton’ın filmlerini Keaton’dan daha çok seviyorum, Chaplin ve Marx Brothers’tan, filmlerinden aldığım zevkin daha fazlasını alıyorum. Ama ben kolay bir izleyiciyim. Kolayca gülerim.
‘Sanatın sağladığı ölümsüzlüğün abartılacak bir yanı yok’
Ya Tehlikeli Bebek?
Onu hiç sevmedim, hiç eğlenceli bulmadım.
Gerçekten mi?
Evet. Filme çekilmiş bir oyun olsa da Dünkü Çocuk’u seviyorum. Köşedeki Dükkân ve Trouble in Paradise müthiş. Fellini’nin Beyaz Şeyh’i muhteşem bir komedi.
Filmleriniz üzerinde en çok kimlerin etkisi oldu?
Sanırım üzerimde en çok etkisi olanlar Bergman ve Marx Brothers. August Strindberg, Çehov, S.J. Perelman, Moss Hart, Jimmy Cannon, Federico Fellini ve Bob Hope’un yazarlarından arakladığım için de hiç vicdan azabı duymuyorum.
Sizce neden çocukken yazmaya başladınız?
Sanırım bütünüyle zevk için. Şimdi orkestramla çalmam gibi bir şey. Müzik yapmak da yazmak da eğlenceli. Uydurmak güzel bir şey. Sinema filmleri döneminden önce yaşamış olsam yazar olurdum. Televizyonda Alfred Kazin’i görmüştüm. Romanı film karşısında yüceltiyordu. Ben buna katılmıyorum. Biri öbürüyle kıyaslanamaz. Basılı sözcüklere çok fazla saygı duyuyor. İyi filmler kötü kitaplardan yeğdir ve her ikisi de harika olduğu zaman farklı biçimlerde değerlidir.
Sizce yazmanın zevki sanatın sağladığı kontrol etme duygusuyla ilişkili mi?
Her ne zaman isterseniz kendi dünyanızı yaratabilmek muhteşem bir şey. Yazmak çok zevkli, ayartıcı ve iyileştirici. Yazarken zaman gerçekten ama gerçekten çok hızlı akıyor. Ben bir şeye kafa patlatırken zaman uçup gidiyor. Bu çok canlandırıcı bir his. Hem nasıl kötü olabilir ki? Kurmaca karakterlerle yalnız başınıza oturuyorsunuz. Kendi yönteminizle dünyadan kaçıyorsunuz ve bu iyi. Neden öyle olmasın ki?
Yazmanın münzevi yanını seviyorsanız sinemadan vazgeçecek olsaydınız filmin işbirliği yönünü özler miydiniz?
İnsanlarla birlikte olmanın sahte cazibesi, sizi yazma işinden alıkoyması. Daha az yalnızsınızdır. Ama ben evde kalıp yazmayı tercih ederim. Her zaman şöyle hissetmişimdir; film çekemeyeceğimi çünkü artık bana para vermeyeceklerini söyleseler tiyatro için yazmaktan mutluluk duyardım; oyunlarımı sahneye koymayacak olsalar düzyazı yazmaktan mutluluk duyardım; eğer beni basmayacak olsalar bile yazmaktan ve yazılarımı gelecek kuşaklara bırakmaktan mutluluk duyardım. Çünkü yazdıklarımın bir değeri varsa kalacaktır, yoksa hiç kalmasın daha iyi. Bu yazmanın ya da herhangi bir sanat türünün iyi yanlarından biri; eğer yarattığınız şey gerçekse hayatta kalır.
Hakkındaki bütün o şamata, sükse ya da yergilerin gerçekten de hiç önemi yok. Nihayetinde o şeyin hayatta kalıp kalmayacağı kendi değerine bağlı. Sanatın sağladığı ölümsüzlüğün abartılacak bir yanı yoktur.
Truffaut öldü, hepimiz berbat hissettik, yerinde methiyeler dizildi ve onun muhteşem filmleri yaşamaya devam etti. Ama bunun Truffaut’ya pek de faydası yok. Bir düşünün, işlerim yaşayacak. Daha önce defalarca söylediğim gibi; insanların kalplerinde ve zihinlerinde yaşayacağıma kendi dairemde yaşamayı tercih ederim.
‘Sanat değerli ama haddinden fazla saygı görüyor’
Yine de bazı sanatçılar işlerine, hep yaşayacak bir şey yaratmaya öyle önem veriyorlar ki bunu her şeyin önüne koyuyorlar. Faulkner’ın bir sözü var: “‘Bir Yunan Vazosu’ sayısız yaşlı hanıma bedeldir.”
Sanatın din haline gelmesinden nefret ediyorum. Ben tam tersini düşünüyorum. Sanata insanlardan daha çok değer vermeye başladığınızda insanlığınızı kaybedersiniz. Sanatçının özel ayrıcalıklarının olduğu ve sanat için her şeyin mübah olduğu yönünde bir eğilim var. İç dünyamda bundan kaçmaya çalıştım. Sanatçılara haddinden fazla saygı gösterildiğini düşündüm hep – bu adil değil ve korkunç. Bu güzel fakat tesadüfi bir armağan – güzel bir sese sahip olmak ya da solak olmak gibi. Yaratabiliyor olman bir tür hoş tesadüf.
Toplumda yüksek bir yeri var ama cesaret kadar soylu bir değeri yok. Risk alan sanatçılar hakkındaki kurumlu, cafcaflı lafları sevmiyorum. Sanatsal risk eğlence sektörü riskleri gibi – gülünç. Tipe aykırı rol vermek gibi – aman ne tehlike! Risk hayatınız tehlikedeyse vardır. Nazilere karşı risk alan insanlar ya da devlete karşı gelen kimi Rus şairler gibi – o insanlar cesaretli ve kahraman ve bu sahiden bir başarıdır.
Sanatçı olmak da bir başarıdır ama bunu bütünsellik içinde değerlendirmelisiniz. Sanatın değerini düşürmeye çalışmıyorum. Bence sanat değerli ama haddinden fazla saygı görüyor. Değerli bir şey ama iyi bir öğretmen ya da iyi bir doktor olmaktan daha değerli değil.
Problem, yaratıcı olmanın sahte bir cazibesi. İş dünyasındaki insanlar daima, “Bir yapımcı olmak istiyorum ama yaratıcı bir yapımcı” der. Birlikte okuduğum bir kadın, “Evet, bu adamla evlendim. Bir su tesisatçısı ama çok yaratıcı” demişti. İnsanlar için bu yaratıcılık ehliyetine sahip olmak çok önemli. Sanki biri yaratıcı olmazsa daha az değerli olacakmış gibi.
Yıllar içinde işlerinizde nasıl bir gelişme görüyorsunuz?
Gelişme olduğunu umuyorum elbette. İlk filmlerim çok genel ve bazen de komikti. Hikâyelerim daha insancıl oldu. Başka bazı değerler uğruna mizahtan ve kahkahadan önemli oranda vazgeçtim ki şahsen bu değerlerin bu fedakârlığa değdiğini düşünüyorum. Bu nedenle Kahire’nin Mor Gülü ya da Manhattan gibi bir film çok da güldürmeyecektir. Ama bence bu filmler daha eğlenceli. En azından benim için. Bunu sürdürmek istiyorum – ve bazı ciddi şeyler de yapmaya çalışıyorum.
İç Dünyalar filminin çekimleri sırasında herhangi bir sahneye gülen olduysa o kısımları filmden attığınız doğru mu?
Hayır, hayır, doğru değil. İyi hikâye ama doğru değil. Filmlerime ilişkin böyle renkli hikâyelerim olmadı hiç. İçeri girer ve bir tür katı iş hayatı benzeri atmosfer içinde filmli çekeriz; dram ya da komedi olmasının önemi yok. Bazıları, İç Dünyalar’ı hiç mizah içermediği gerekçesiyle eleştirdi. Bunun tümüyle yersiz bir eleştiri olduğunu düşündüm. Filmle ilgili sorun her neyse bu, içinde mizahın olmaması değildi. Othello ya da Persona’da mizah yoktur.
Eğer ciddi tona sahip bir dizi oyun ya da film yazabilseydim bunu yılın komedisini yazmaya yeğlerdim. Çünkü bana kişisel bir zevk verirdi. New Orleans cazı çalmayı Mozart çalmaya yeğlemek gibi. Mozart’a hayranım ama New Orleans cazı çalmayı tercih ederim. Tamamen tercih.
‘İstemediğim bir projede yer almak benim için ölüm olurdu’
Ama bir senaryo yazarken mizah ortaya çıktığında ona zevkle sarılıyorsunuz, değil mi?
Evet bu hep zevkli. Genellikle filmlerde bir dizi sürpriz oluyor, bilhassa olumsuz sürprizler. Bir şakada ya da sahnede komik bir şeyler olduğunu düşünüyorsun ama bir bakıyorsun o şey seyircilere komik gelmemiş.
Ve bu risk de kaçınılmaz bir şey…
Ya da o fikirden vazgeçeceksin. Öte yandan bazen de hoş bir sürprizle karşılaşırsın. Eğlenceli olacağını hiç de düşünmediğin bir şeye seyirci kahkahalarla güler. Bu da harika bir şey.
Bir örnek verebilir misiniz?
Yıllar önce Muz Cumhuriyeti’ni çektiğimde, diktatörün evine akşam yemeğine davet edildiğim sahnede yanımda fırından alınma bir yaş pasta götürmüştüm. Üzerine pek de düşünmediğim bir sahneydi. Fakat izleyici en çok bu sahneye güldü. Güldükleri şey bir devlet yemeğine pasta götürecek aptallıktaki karakterimdi. Benim için bu, asıl komik olanın yanında arızi kalıyordu – izleyici içinse en komik şeydi.
Tanınmış bir sanatçı olunca – eleştirmenler veya takipçileriniz – sizden kendi yolunuzda ilerlemenizi değil de aynı şeyi yapmaya devam etmenizi istiyor sanki.
Bu yüzden hakkınızda yazılan hiçbir şeyi ciddiye almamalısınız. Ben hayatımda hiçbir zaman istemediğim bir şey yazmadım ya da istemediğim bir proje yapmadım. Kariyer değişikliği dedikleri şeyi gerçekten unutmalısınız. Kendi yaratıcılığınız adına yapmak istediğiniz şeyi yapın sadece. Yaptığınızı başka kimse görmek istemezse de olsun. Aksi halde başkalarını memnun etmek için piyasada olmuş olursunuz.
Stardust Anıları’nı yaptığımızda çok sayıda eleştiri alacağımızı hepimiz biliyorduk. Fakat bu beni bir saniye bile durdurmadı. İnsanlar üzülecek diye bunu yapmamalıyım şeklinde hiç düşünmedim. Gerçekleştirmek istemediğim bir projede yer almak benim için ölüm demek olurdu. Strindberg’e bakın –ki kendisini her zaman sevmişimdir – belli şeyler konusunda aldığı tepkileri biliyorsunuz. Ona karşı zalimce davranıldı. Annie Hall’u çektiğimde Annie Hall 2’yi yapmam için çok ısrar edildi. Böyle bir şeyi hayatta yapmazdım. Annie Hall’un ardından İç Dünyalar’ı çekmeyi planlıyordum ve öyle de oldu. Başka türlü ayakta kalınabileceğini sanmıyorum.
Sinema çok popüler bir sanat olmasına karşın Amerikada çoğu insan Bisiklet Hırsızları’nı, Harp Esirleri’ni ya da Persona’yı seyretmedi. Pek çok insan hayatı boyunca bu filmlerin hiçbirini izlemiyor.
Piyasada bolca bulunan filmleri destekleyen genç neslin büyük kısmı Bunuel ya da Bergman’ı umursamıyor. Sanatın en üst seviyesindeki başarıların farkında değiller. Bazen zaman, mekân, şans tesadüfen bir araya geliyor. Charlie Chaplin doğru zamanda ortaya çıktı. Bugün ortaya çıkmış olsaydı büyük sorunlar yaşardı.
‘Yaratıcı bir kişi olarak hiçbir zaman politikaya ilgi duymadım’
Önemli yazarların olgunlaştıkça halihazırda var olan konuları geliştirip genişletmeye devam ettiklerini düşünmüyor musunuz?
Her insanın takıntıları vardır. Bergman’ın filmlerinde aynı şeyleri tekrar tekrar görürsünüz fakat çoğunlukla büyük bir tazelikle sunulurlar.
Peki ya kendi işlerinizde?
Aynı şeyler sık sık ortaya çıkar. Bunlar zihnimde olan şeyler ve insan daima onları ifade edecek yeni yollar bulacağını düşünüyor. Çıkıp da, vay canına, ifade edecek yeni şeyler bulmalıyım demek zor. Ne tür şeyler tekrarlanıyor? Benim için kesinlikle fantezinin baştan çıkarıcılığı ve gerçekliğin acımasızlığı.
Yaratıcı bir kişi olarak hiçbir zaman politikaya veya çözümü mümkün bir şeye ilgi duymadım. Beni ilgilendiren şeyler her zaman çözümü olmayan problemler olmuştur; hayatın sınırlılığı, anlamsızlık duygusu, karamsarlık ve iletişimin acizliği. Âşık olmanın ve bunu sürdürmenin zorluğu. Bu tür şeyler beni, mesela Oy Hakkı Yasası’ndan daha çok ilgilendiriyor. Politikayı belli bir düzeyde takip ediyorum ve bir vatandaş olarak onu ilginç de buluyorum. Fakat bu konuda yazmayı hiç düşünmedim.
İngilizceden çevirenler: Burcu Yılmaz, Serpil Yılmaz
Dipnot
1) The Paris Review, 136. sayı, 1995.