Share This Article
Uluslaşma sancıları çeken Prusya’da 1889’da doğan; 1800’lerin ikinci yarısında ülkeyi kasıp kavuran kültür savaşının (kulturkampf) etkilerini hisseden Martin Heidegger; kırsalda yetişmiş ve Katolik öğrenimi görerek büyümüştü. 1800’lerden itibaren sanayileşmenin ve tekniğin başını alıp gittiği Avrupa’da olup bitenleri gözlemlediği gençliğinde Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’nda yenilerek imzaladığı antlaşma, Heidegger’in hem çalışmalarını hem de kararlarını etkiledi.
Heidegger’in yaşamı ve çalışmaları, gerek Almanya tarihiyle gerek Avrupa’daki gerilimlerle paralellik gösteriyordu. Teoloji ve felsefe öğrenimi sayesinde hem Eski Yunan ve sonrasına hem de on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıl düşüncesine hâkim hâle gelen filozof, Edmund Husserl’in asistanı olarak akademik kariyerine başlarken Karl Jaspers ve Ernst Cassirer’le dostluk kurmuştu. Metafizik odaklı derslerini 1927’de yayımlanan Varlık ve Zaman (Sein und Zeit) izlemişti. Bu metin ile yirminci yüzyıl düşüncesinin gidişatını belirleyen filozof, Varlık (Dasein) felsefesiyle bireyin özgürlüğüne, sorumluluğuna ve ölümlülüğüne göndermeler yaparak varoluşçuluk için de kapılar açmıştı.
İnsanın dünyaya fırlatıldığını söyleyen, olguların mevcudiyetiyle ve nasıl gerçekleştiğiyle değil, var oluş hakikatiyle uğraşmanın meselenin özü olduğunu belirten Heidegger, kitaplarında ve makalelerinde Varlık üzerine düşünmenin önemini anlatmıştı. Dünyada bulunan, ölüm nedeniyle endişe duyan ve kaygılanan insanın Varlık’ı anlama yollarına kafa yoran Heidegger, soruyu ve düşünmeyi her şeyin önüne koymuştu. Soruyla başlayan düşünme, Heidegger’e göre anlamanın ve söylemenin ilk ve en önemli adımıydı.
Tekilleşmek ve yavaşlamak manasına gelen düşünme, Heidegger için insanla, doğayla, yaşamla, çaresizlikle, sınırla, Varlık ve onun yansımalarıyla karşılaşmak demekti. Okuma ve doğa yürüyüşleri, bahsi geçen eylemleri besliyor; tekdüzeliği ve aleladeliği aşma yolunda yalınlık ve sakinlik yaratıyordu. Tam da bu nedenle Heidegger, Todtnamberg’de inşa ettiği kulübede düşünmeye ve yazmaya çekiliyor, soruların ve yanıtların açtığı kapılardan geçip aramanın önemini vurguladığı metinler kaleme alıyordu. Batı felsefesinin ontolojiyi geri plana iterek insanı Varlık’tan uzaklaştırdığı sonucuna bu sakinlik içinde varmıştı.

Metafiziği, insanın özünü arayışı diye niteleyerek yaşama felsefesine ve varoluşçuluğa dümen kıran Heidegger; sürekli yolda olan bir filozoftu: Antik Yunan’dan yirminci yüzyıla uzanan felsefi yolculuğunda, her şeyden evvel sözcüklerin önemli olduğunu düşünüyor, Platon’dan başlayarak 1920’lere ve 1930’lara kadarki felsefe külliyatına hâkim bir şekilde hareket ediyor; sözcüklerle oynuyor, kavramlar yaratıyor ve Almancanın imkânlarını sonuna dek kullanıyordu. Bütün bunları yeni düşünceler inşa etmek, başlangıca erişmek ve varlık tarihini özümsemek için gerçekleştirdiğini belirtiyordu.
Dünya, var olan ve Varlık üzerine düşünüp metinler üreten, tarihe ve felsefe tarihine merak duyan, gündelik politik tartışma ve atışmalar ile siyasi entrikaları ve çekişmeleri “mağara gevezelikleri” diye niteleyen, söylemi ve fikirleriyle yirminci yüzyıl felsefesine istikamet veren Heidegger, nasıl olmuştu da 1932’den itibaren Nasyonal Sosyalizmin bir savunucusu hâline gelmişti? 1940’ların ikinci yarısından sonra, yakın geçmişte söylediklerinden ve yaptıklarından farklı bir yola neden sapmıştı?
‘Felsefi hayaller, politik yanılgılar’
Hakkında çalışan felsefecilerin önemli bir bölümü, Heidegger’in politikadan fazla anlamadığını, günübirlik tartışmalardan hoşlanmadığını ve özellikle 1930’lardan itibaren komünist bir devrimden hayli çekindiğini not ediyor.
Nazilerin iktidara gelip 1933’te mutlak hâkimiyet kurması ise filozofta heyecan uyandırıyor. Bunun kaynağında ise 1918’de Almanya’yı, Alman ruhunu ve kültürünü yok eden gelişmeleri tersine çevirecek bir uyanışın başladığı kanaatine varması bulunuyor. “Weimar faciasının yarattığı karmaşada” Nasyonal Sosyalistleri düzenleyici ve kararlı bir topluluk olarak gören Heidegger, onların iktidara gelmesini ve Almanya’da mutlak güce erişmesini “devrim” diye adlandırıyor. Ona göre Hitler, “bir çığır açıyor ve bir çağ başlatıyor.”
Özgüvenli ve güçlü Almanya için demokrasiden kurtulmak gerektiğini düşünenlerle saf tutan Heidegger, Jaspers’e göre “kendisini kitlesel sarhoşluğa kaptırmıştı.” İkilinin Haziran 1933’teki son buluşmasında Heidegger, Jaspers’in gözünün içine bakarak şöyle diyor:
Almanya’da bu kadar çok felsefe profesörü olması bir saçmalık, sadece ikisi veya üçü kalsa yeter.

“Dünyada bulunan, ölüm nedeniyle endişe duyan ve kaygılanan insanın Varlık’ı anlama yollarına kafa yoran Heidegger, soruyu ve düşünmeyi her şeyin önüne koymuştu.”
1 Mayıs 1933’te NSDAP’a (Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi’ne) katılan Heidegger, rektörü olduğu Freiburg Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada, “Hitler’in ve Parti’nin iktidara gelmesiyle insanlık tarihinde yeni bir perdenin açıldığını” söylerken 3 Kasım 1933’te Milletler Cemiyeti’nden çıkış için düzenlenen referandum öncesi Alman öğrencilere şöyle sesleniyor:
Bugünkü ve gelecekteki Alman gerçekliği ve onun kanunu, sadece ve tek başına önderin kendisidir.
Hitler’in “Führer”e dönüştü(rüldü)ğü 1933’ü “mağaradan toplu çıkış”, bu “devrimin” önderini ise “kaderin cisimleşmesi” diye niteleyen Heidegger, 1950’de eski dostu Jaspers’e “politik hayallere ve vehimlere kapıldığı için yanıldığını” itiraf ederken biyografisini (Almanya’dan Bir Usta, Çeviren: Ali Nalbant, Alfa Yayınları, 2021) kaleme alan Rüdiger Safranski’ye göre “felsefi hayaller gördüğü için politik manada yanıldığını asla kabul edemiyor.”
Nazileri “Alman halkı için yeni bir tinsel dünyanın kurucusu” olarak gören ve üniversiteyi ise “bu bağlamda ödev ve sorumluluk sahibi sayan” Heidegger, Safranski’nin ifadesiyle tarihsel bir hata yapıyor:
Nasyonal Sosyalist devrim, Heidegger için tanrısız bir dünyada bir ‘yıldız doğurma’ (Nietzsche) denemesidir. Bu yüzden de Heidegger, olaylara akıl almaz bir derinlik vermek için metafizik dehşet romantizminin bütün imkânlarından faydalanır.
Parti’yle arasındaki bazı fikir uyuşmazlıkları nedeniyle 1934’te rektörlükten ayrılan ve bir süre sonra gizli polis tarafından takibe alınan Heidegger, 1945 sonrası Almanya’da başlatılan Nazilerden arındırma sırasında özeleştiri yapma ve kendisine yöneltilen sorulara yanıt verme gereği duymuştu. Bunlardan biri de 23 Eylül 1966’da gerçekleştirilen ve ölümünden sonra (31 Mayıs 1976’da) Der Spiegel dergisinde yayımlanan söyleşiydi.
‘Büyük uyanış’ ve ‘mağaradan çıkış’
1933’te yaptığı tercihin tüm felsefi söylemini gölgelemesi, Heidegger’in hem bu döneme hem de düşünme ve kavram üretme biçimine ilişkin soruları yanıtlamasını gerektirmişti. Der Spiegel söyleşisi ona bu fırsatı vermişti.
Heidegger, Freiburg Üniversitesi rektörlüğü arifesinde Nazilerin baskısına direndiğini ve “teknik meseleler” nedeniyle bu görevi kabul ettiğini söylüyor. 1930’ların başında, Almanya üniversitelerindeki atıllığı giderme umudunun Freiburg’da doğduğunu gördüğü için görevi kabul eden filozof, Üçüncü Reich Şansölyeliği’ni coşkuyla karşıladığı Hitler’in “bir uyanışın önderi” hâline gelişini anlatıyor:
O sıralar başka bir alternatif göremiyordum. Mevcut otuz iki partinin kanaat ve siyasi eğilimlerinin genel kargaşası içinde, örneğin Friedrich Naumann’ın giriştiği deneme anlamında millî ve her şeyden önce sosyal bir tutuma ulaşmak gerekiyordu.
“Alman üniversitesinin kendini hâkim kılma” teması etrafında gerçekleştirdiği konuşma ve hazırladığı eylem planıyla politik olmayan siyaset çerçevesinde, Nasyonal Sosyalistlerin “politik bilimi”ne karşı hamleler yaptığını iddia ediyor Heidegger. “Bir uyanış” ve “devrim” dediği Nazilerin iktidarına üniversiteyi hem dâhil ediyor hem de onun özerk kalabileceğini düşlüyor. Dahası, üniversitenin yalnızca teknik bir örgütlenmeye mahkûm edilmesini engelleyerek Batılı-Avrupalı düşünme geleneğine geri dönmeyi hedeflerken akademide “Çalışma Görevi”, “Askerlik Görevi” ve “Bilme Görevi” başlıkları altında çeşitli “ödevler”in hâkim kılınmasını arzuluyor. Bir bakıma Nazilere göz kırparak “büyük uyanışa”, “mağaradan çıkışa” ve “devrim”e karışıyor.

Hitler’i “Alman gerçekliği ve yasası” olarak nitelemesinin, rektörlük koltuğunda oturabilmek ve üniversitedeki derslerini sürdürebilmek için vermesi gereken bir “taviz” olduğunu belirten Heidegger, söyleşinin yapıldığı tarihte aynı cümleyi tekrar yazmayacağını da ekliyor.
Kendisine yöneltilen sorulara verdiği yanıtlarda, Husserl’le, Jaspers’le, diğer meslektaşları ve dostlarıyla arasının açılmasının 1933’te yaptıklarıyla ilgisinin bulunmadığını ve kendisinin bir Yahudi düşmanı olmadığını söylüyor. 1935’te verdiği ve 1953’te kitap olarak yayımlanan “Metafiziğe Giriş” dersinde söyledikleri ise 1934’te çeşitli anlaşmazlıklar üzerine rektörlükten ayrıldığı sürece denk geliyor; bir itiraf ve üstü kapalı bir hesaplaşma niteliği taşıyor bu cümleler:
Bugün -yani 1935’te- Nasyonal Sosyalizmin felsefesi olarak ortalıkta sunulan ve fakat bu hareketin içsel hakikat ve büyüklüğüyle (yani gezegensel olarak belirlenmiş teknikle ve Yeniçağ insanıyla karşılaşmayla) en ufak ilgisi bulunmayan şeyler, ‘değerler’ ve ‘bütünsellikler’ denizinin bulanık sularında avlanmaktan başka bir şey değildir.
Kendisiyle çelişen bir filozof
Söyleşinin ilerleyen bölümlerinde Heidegger’in tenik ile insan ilişkisine, insanın yeryüzünden koparılmasının yarattığı ve yaratacağı açmazlara dair fikirlerinin tartışıldığını görüyoruz. Her şeyin düzgün çalışmasının kendinden uzaklaşmasına yol açacak şekilde insanın daha fazla çalıştırılmasına neden olması ve bireyin köksüzleştirilmesi karşısında nasıl dehşete düştüğünü, felsefi söylemini bunun üstüne inşa etme sürecini anlatan Heidegger, insanın kurtuluşunun felsefe dışında olduğunu söylüyor:
Felsefe şimdiki dünya durumunu dolayımsız olarak değiştirebilecek etkiye sahip değildir. Üstelik bu sadece felsefe için değil, bilakis tüm salt insani düşünüş ve tasarlar için de geçerlidir. Bizi yalnızca bir tanrı kurtarabilir artık. Yegâne kurtuluş imkânını; düşünce ve nazmetmede tanrının belirişine veya yok oluş içinde tanrının yokluğuna hazır olmaya hazırlanmakta görüyorum. Kaba şekilde söylersek bizim ‘gebermek’ değil, bilakis eğer yok olacaksak yokluğu içindeki tanrının huzurunda yok olmamız gerektiğini söylüyorum.
Mutlaklaştırılmasından dem vurduğu tekniği, insanı yok etmek için kullananlarla bir süre de olsa saf tutan Heidegger’in sallantılı politik görüşleri, söyleminde de kendisiyle bir çatışma hâli doğuruyor. Eleştirdiği “çağın karanlığına” dair çözümlemelerinde sağlam adımlar atmaya uğraştıkça tökezleyen ve kendini savunmak durumunda kalan bir düşünürle karşılaşıyoruz söyleşide. Verdiği yanıtlar, yeni sorular ve tartışmalara kapı açıyor. 1930’lardan günümüze dek konuşuluyor bunlar. Heidegger’in söylemine ve eylemlerine ilişkin tartışmalar ise hâlâ devam ediyor.
Der Spiegel Söyleşisi, Martin Heidegger, Çeviren: Kaan H. Ökten, Yapı Kredi Yayınları, 56 s.
