Share This Article
Popülizmle beslenip büyüyen, sert söylem ve eylemlerin ete kemiğe büründüğü faşizm, Avrupa kapılarını zorluyor mu? Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aşırı sağcılar hatırı sayılır bir oy oranına ulaşınca, Almanya’da AfD, İspanya’da Vox Partisi, Hollanda’da Geert Wilders önderliğindeki aşırı sağ yükselişe geçince, Fransa’da Le Pen ve Bardella el ele kol kola sandıktan çıkınca yukarıdaki soru ve ona verilebilecek muhtemel yanıtlar hayli önem kazandı.
Kan kaybeden parlamenter siyaset, neoliberalizmin krizi, göçmen sorunu ve (en son örneğine 2024 Avrupa Şampiyonası’ndaki Avusturya-Türkiye maçında bazı Avusturyalı taraftarların attığı, “Ausländer raus!” (Yabancılar dışarı!) sloganında rastladığımız) yabancı düşmanlığı, Avrupa’da aşırı sağcıları ve neofaşistleri enikonu cesaretlendirdi.
Başka bir deyişle yakın geçmişte derin dondurucuya konan “fikirler”, yeni liderler ve onların yeni nesil yandaşları aracılığıyla ısıtılıp tekrar önümüze getirildi. Kısacası saflar sıklaştırıldı, faşizm tartışmalarının fitili ateşlendi ve korkular tetiklendi.
2yaka, her pazar haftanın öne çıkanlarını e-posta kutunuza taşıyor.
1945 sonrası inşa edilen ve 2000’lerin ortalarına dek bir şekilde işleyen liberal siyasetin iflasın eşiğine gelmesi, solun büyük oranda liberalleşmesi ve ortaya çıkan boşluğun otoriter sağ tarafından doldurulması, bugün Avrupa’da yaşananların en önemli nedenlerinden. Diğer bir ifadeyle yüz yıl sonra “Avrupa’da sağ radikalizm” endişesi yeniden dillendirilmeye başladı: Neoliberalizmden sıtkı sıyrılanlar, göçmenlere açık ve gizli nefret besleyenler, sosyal medyada Bardella, Orbán ve Wilders gibi popülistlerin ve faşizanların önderliğinde örgütlenenler, bulandırılan suya olta atarak sokağa çıkıp seleflerinin sloganlarını kullanmaya başladı.
Sınıf yerine kimlik siyasetini tercih edenler, özgürlük-güvenlik ikileminde güvenlikten yana zar atanlar, ekonomik ve kültürel sorunların nedeni olarak her şeyden önce yabancıları gösterenler ve her zamanki gibi lümpenler popülizmin, sağ radikalizmin ve neofaşizmin şemsiyesi altında kolayca toplandı.
Üstelik bu kamplaşma İsveç’ten Fransa’ya, İtalya’dan Finlandiya’ya, Macaristan’dan İspanya’ya kadar kıtanın dört bir yanında gerçekleşti. “Yabancı düşmanlığı, ırkçılık, güvenlik ve kimlik siyaseti geçmişte kaldı” diyenler de hâliyle üstlerinde dolaşmaya başlayan bu kara bulutları görüp endişeye kapıldı, hatta ciddi ciddi korkmaya başladı.
Tavsayan birlik tutkalı
Henri Michel, “Faşizm, kapitalizm onu yardıma çağırdığında mı, yoksa emperyalist bir tekelcilik başarıya ulaştığında mı kapıyı çalar?” diye sormuştu seneler önce yayımlanan Faşizmler (Çeviren: Füsun Üstel, İletişim Yayınları, 2011) başlıklı kitabında. Bugün neoliberal kapitalizm faşizmi çağırmıyor fakat yarattığı kriz ona kapıları açtı. Avrupa’yı saran korku, kimilerinin coşkusu hâline geldi. Demokrasi ve neoliberalizm “sorununun” bir noktaya kadar çözülebildiğini, artık daha “sert” ve daha “kararlı” olmak gerektiğini söyleyenler, estirdiği popülizm rüzgârına büyük bir kitleyi kattı.
Sağcılaşan bu kitle referansları, sloganları ve eylem tarzı eski olan, yeni imkân ve mecraları kullanarak sivrilenlerin ardında konumlandı. Bu kitle içinde ve dışında, Avrupa Birliği’nin bir anonimlik yarattığını; kimlikleri ve ulus anlayışını örselediğini düşünenlerin sayısı hiç de az değil. Dolayısıyla söz konusu kolektif öfkeyi yönlendirmek hayli kolay. Aşırı sağ ve neofaşist partiler bunu başardı işte. Solun parçalı hâli ve iktidardayken politikalarıyla tepki alması da bu süreci hızlandırdı. Yunanistan, İspanya ve Fransa’da bunu gördük birkaç sene evvel.
Siyasetten, demokrasi ve özgürlük söylemlerinden umudu kesenler, Avrupa Birliği fikrinden de uygulamasından da memnun olmayanlar ve daha etkili politikacılar arayanlar için aşırı sağ ve neofaşizm âdeta biçilmiş kaftana dönüştü.
Uzun yıllardır Almanya’da yaşayan tarihçi Emrah Cilasun, Avrupa Parlamentosu seçimleri sonrası yaptığı değerlendirmede kıtada aşırı sağın ve popülizmin değil, faşizmin yükselişe geçtiğini söylerken öfkeli ve arayış hâlindeki kitleye dikkat çekmişti: “Neden faşizm? Çünkü bir kere her şeyden evvel, bir egemenlik biçimi olarak faşizm, burjuva demokrasisinin özüyle biçimi arasındaki çelişkiyi çözer ve burjuva diktatörlüğünü bütün çıplaklığıyla uygulamaya koyar. Bu niye böyle oluyor diyorsanız 1945’ten beri Kıta Avrupası’nı bir arada tutan bir tutkal vardı: Liberal tutkal.
Beethoven’ın 9’uncu Senfonisi: ‘Hepimiz kardeşiz. Bütün insanlar kardeştir.’ Bu ikiyüzlü sahte tutkal, dünyayı ne kadar iyi talan ederse o kadar refah toplumu ve o kadar asalak bir toplum sağlıyor. Bu 1945’ten beri böyle geldi. Ne zamana kadar? 2015’e kadar. Mülteci kriziyle buzdağının ucu gözüktü. Hâlbuki bütün bir iktisadi buhranla, iklim kriziyle, savaşlarla, üstüne üstlük pandemiyle, bu bir arada tutan tutkal yani toplumun hâkim sınıflarıyla en alttaki garibanlarını bile bir arada tutan o tutkal birden tavsamaya başladı.”
Aşırı sağcılar ve neofaşistler, son derece kararlı ve bunu da gerek konuşmalarında gerek parti programlarında ortaya koyuyor. Söz konusu kararlılık, gerek meydanlarda gerek sosyal medyada bir araya gelenleri cezbediyor. Bu noktada, Henri Michel’in 2010’ların başında söylediklerini hatırlamakta fayda var:
Faşizm, demokrasilerin kronik hastalığına karşı bir ‘çare’ olarak yeniden ortaya çıkabilir; otoriteye başvurma, aşırı özgürlüğe karşılık olabilir ve şefler, teknolojik uygarlıkta kendini yitik hisseden kişiler arasından birlikleri için asker toplayabilir.
Faşizme karşı uyarılar
Şu an için değilse bile yarın askerine dönüşebilecek bir kitleyi toplamaya başladı aşırı sağcı önderler ve neofaşistler. Yeni bir Avrupa arayışının yarattığı gerilim bir kutuplaşmaya yol açtı: Demokrasinin ve özgürlüklerin filizlendiği topraklar olarak Avrupa’yı korumak isteyenler ile birlik fikrini reddedip ulusu ve kimliği tekrar canlandırmaya uğraşan, bu amaçla taraftar toplayan Anti-Avrupacı Avrupalılar.
Hollanda’da Geert Wilders, “Önce Hollanda, önce Hollandalılar” sloganlarıyla kitlesini genişletmeyi hedeflerken Almanya’da AfD yöneticileri geçmişe atıf yapıyor:
Gelecekten beklentiniz yoksa ve umutlarınız tükendiyse neden geçmiş güzel günlere dönüş vaat edenlerle yan yana gelmeyesiniz?
Financal Times yazarı Martin Wolf, kılık değiştiren aşırı sağa ve faşizme aldanmanın çok tehlikeli olduğunu söylerken neofaşistlerin de selefleri gibi yalanla ve gerçekleri çarpıtıp gönül çelerek taraftar toplamadaki uzmanlığını hatırlatıyor.
George Orwell, sonradan Faşizm Kehanetleri (Çeviren: Aylin Onacak, Sel Yayıncılık, 2016) başlığıyla kitaplaştırılan yazılarında iktidarı, gücü ve çatışmayı arzulayan faşistlerin sahada olmasa ya da görünmese bile sütre gerisinde uygun zamanı beklediğini söylemişti. Daha doğrusu, bu konuda 1945 sonrası rehavete kapılmaya teşne insanlığı uyarmıştı. Faşizmin yakıtı milliyetçiliğin, “hem kendini hem de kitleleri aldatmayla şekillenip güçlenen bir iktidar açlığı olduğunu” belirtirken devamını şöyle getiriyordu:
Her milliyetçi dürüstlükten en aleni şekilde sapmaya muktedirdir ama aynı zamanda -kendinden büyük bir şeye hizmet ettiğinin bilincinde olduğundan- haklılığına sarsılmaz bir güven duyar.
Orwell, arzuladığı istikrarsızlığı yaratan, gerçeğe kayıtsızlıkla kendini gösteren ve saplantılarla şiddetlenen milliyetçilikle tam olarak ne anlatmak istediğini ortaya koyarken hem geçmişi hatırlatıyor hem de geleceğe sesleniyordu:
Milliyetçilikle öncelikle insanların böcekler gibi sınıflandırılabileceğini ve milyonlarca, on milyonlarca insanın rahatlıkla bloklar hâlinde ‘iyi’ veya ‘kötü’ diye etiketlenebileceğini varsayma alışkanlığını kastediyorum. Ama ikinci olarak -ki bu çok daha önemli- insanın kendini tek bir ulusla veya başka bir birimle özdeşleştirerek onu iyinin ve kötünün ötesine yerleştirip onun çıkarlarına hizmetten başka görev tanımamasını kastediyorum.
Yeni aktörlerle ve yine demokrasiyi kullanarak hem sokakta hem de sosyal medyada örgütlenen aşırı sağcılar ve neofaşistler, Orwell’in bir başka uyarısını ve öngörüsünü daha doğruluyor:
Küskünler, kızgınlar, kendini bir kenara itilmiş hissedenler ve sessizleştirildiğini düşünenler, faşizme bilinçle ve coşkuyla sarılabilir.
Avrupa’nın önemli bir bölümünde görülen “coşkunun” ve “kararlılığın” bir benzerine dair Theodor W. Adorno da 1967’de bazı şeyler söylemişti. “Maskeli faşizm” diyordu, “biçim değiştirip günün şartlarına uygun şekilde tekrar yaşama dâhil olabilir.”
“Demokrasi-sermaye ilişkisindeki boşluklara popülizmin, sağ propagandanın, milliyetçiliğin ve kitle istismarının yerleştiğini” söyleyen Adorno, “faşizm bitti” diyenleri, yaşanabilecek huzursuzlukları ve memnuniyetsizlikleri giderme vaadiyle ete kemiğe bürünebilecek “popülizm ve milliyetçilik soslu, demokrasi maskeli faşizme” karşı uyarmıştı.
Adorno’nun “diri bir fay” dediği faşizmin Avrupa’da harekete geçtiği; bir hayalet olmaktan çıkıp bizzat kendini gösterdiği günlerdeyiz. Yakın geçmişteki tecrübeleri dikkate almamız gereken gelişmelerle karşı karşıyayız. 1930 ve 1940’larda insanlığı uçuruma sürükleyen olayların bir benzerinin ya da şekil değiştirmişlerinin yaşanmaması için bahsi geçen uyarıların önemi büyük.