Share This Article
Bildiğimiz, daha doğrusu alıştığımız formdan farklı şiirler kaleme alan, César Aira’nın “sadece büyük bir şair değildi, şairlerin en büyüğüydü ve sonuncusuydu” diye takdim ettiği Alejandra Pizarnik; yaşamın ve dünyanın ağırlığını hisseden ve hissettiren dizeler yazıyordu.
Şiir, onun için yaşama uğraşının ve ölümü düşünmenin kâğıda dökülmüş hâliydi. Yaşam ve acılar kadar, ölmenin nasıl bir şey olduğunu şiirle düşünüyordu. Bir bakıma hayatta kalma çabası ve yaşamın sonuna yaklaşma anlamı taşıyordu onun dizeleri.
Şiirlerinde tablolara atıflar yapan Pizarnik’in dizeleriyle çizdiği resimler, hem uzak ve yakın geçmişe hem de zamanına ve yaşadıklarına karşılık geliyordu. Bir gözüyle dünyaya ve aydınlığa bakıyor, diğeriyle geceyi selamlıyordu. Anlatımını ve ifade biçimini geliştirirken dizelerindeki seslerden çok es’leri öne çıkarıyordu. Bu da yaşamdan ziyade ölüme, berrak bir zihinden öte deliliğe yakın duruşunun bir yansımasıydı. Dünyanın ve yaşamın sıradan tarafının üstesinden gelme girişimiydi aynı zamanda. Söz konusu eylem sırasında boşluğa göndermeler yapıyor ve büyük bir noksanlığı anlamlandırmaya çabalıyordu. Onu huzursuz, uykusuz ve gergin kılan bunlardı büyük bir ihtimalle. Küçüklüğünden kalma korkular ve şiddet hatıraları da…
Pizarnik’in tüm bunları bir araya getirdiği dizelerinden oluşan Delilik Taşı; Delilik Taşını Çıkarmak’taki ve Müzikli Cehennem’deki şiirleriyle buluşturuyor bizi. Bununla da kalmıyor, şairin söylemini oluşturan yaşanmışlıklara, kurduğu dostluklara, onu besleyen edebî ve entelektüel menbaa da götürüyor hepimizi.

Hatıralar ve nisyan
Yaşam, ölüm ve delilik Pizarnik’in şiirlerinde iç içe. Öte yandan, başından geçenlerle birlikte sonun nasıl geleceğini düşünen şair, gün geceye kavuştuğunda kalemini çalıştırmaya başlıyor:
Aramızda olmayanlar iç çekiyor ve gece kesif.
Gece, ölülerin göz kapaklarının renginde.
Bütün gece geceyi kuruyorum. Bütün gece yazıyorum.
Kelime kelime geceyi yazıyorum.
Gece önemli Pizarnik için; bu zaman dilimi yaşamın karanlık ve muğlak tarafı kadar ölümü, özlemleri ve düşünmeyi temsil ediyor. Gece, neyi bilmediğini bilmeden sözcüklere sığındığı âna denk geliyor ona göre. Bununla birlikte imgeler ürettiği ve sanatını konuşturduğu saatlerde demek:
Bir duvarın mavisindeki sonbahar: kol kanat ger ölü kız çocuklarına. Her gece, bir çığlık esnasında, yeni bir gölge beliriyor. Dans ediyor öyle yalnız, gizemli, başına buyruk. Gencecik bir hayvanın avın ilk gecesindeki korkusunu hissediyorum.
Kederi okumaya ve yazmaya çalışan Pizarnik’le karşılaşıyoruz Delilik Taşı’nda; suskunluklara ve çaresizliklere selam verirken yakaran çocukluğuna bakakalıyor şair. Bir sürgünlük hissediyor ve yersiz-yurtsuzluğu yaşayanlara “ben de buradayım” diyor âdeta. Hatıralar ve nisyan ile var olduğunu duyuruyor. Ardından kendisiyle karşılaşıyor:
Sonu gelmeyen düşüşüme sonu gelmeyen düşüşüm, kimsenin
beni beklemediği o yere, zira beni kimin beklediğine baktığımda
kendimden başka bir şey görmedim.

Büyük Arjantinli yazarın ölümünün üzerinden 53 yıl geçti (25 Eylül 1972) ve ardında şimşek gibi çakan şiirlerde gizem, merak, anlam ve karanlık bıraktı.
‘Ölümcül bir yalnızlık…’
Şiirlerinde Pizarnik’in iç sesini işitiyoruz; başkalarına sesleniyor gibi görünse de çoğunlukla kendisiyle konuşuyor. “Hafızanın harap bahçesi”nde kâh dolaşıp kâh uyuduğu sırada, var oluşunu ve yürüdüğü yolu anlatıyor bizlere:
Doğmak, ki kasvetli bir eylemdir, güldürürdü beni. Mizah, bedenimin kabuğunu öyle bir aşındırırdı ki birden yakamozlanıverirdim: Yanardöner bir leylak olurdu bir gözümün irisi; gümüş kâğıttan pırıl pırıl bir kız çocuğu bir bardak mavi şarapta az kalsın boğulurdu. Ne ışığım ne rehberim varken yürürdüm başkalaşıma giden yolda. (…) Nehrin dibini görmek istiyorum, açılıp açılmadığını görmek istiyorum onun, çatlayıp çiçeklenecek mi yanımda, gelecek mi gelmeyecek mi fakat zorlandığını hissediyorum ve belki, bir ihtimal, sadece ölüm var. Ölüm bir kelimedir. Kelime bir şeydir, ölüm bir şeydir, benim doğduğum yerde nefes alan poetik bir bedendir.
Sözcüklerin ve dilin içine gizleniyor Pizarnik; korkularını, acılarını ve tedirginliğini anlamlandırmaya uğraşırken “sesimle konuşamıyorum ama seslerimle konuşabilirim” diyerek geceleri beliren içindeki çoğulluğa ve ortasında durduğu bahçeye işaret ediyor. Orada, “korkuya karşı yazıyorum” dizesiyle içine düştüğü ve aşmaya çalıştığı karanlığı vurguluyor bir kez daha.
Mecnunluğunu ve ölümü anlamlandırma gayretini anlattığı şiirlerinde Pizarnik, sessizliği şekillendiriyor ve dünyayı dil sayesinde gün yüzüne çıkarıyor. Tüm bunları dış dünyadan içe dönerek başarıyor:
Kelimelerin kifayetsiz kalması için kalpte bir şeylerin ölmesi gerek.
Dilin ışığı müzik gibi sarıyor beni, yaslı köpeklerin dişlediği bir
resim gibi ve kış, duvara âşık bir kadın gibi tırmanıyor üzerime.
Ümit etmekten vazgeçmeyi ümit ettiğimde, senin düşüşün
gerçekleşiyor içimde. Artık bir içten başka bir şey değilim.

Dünyada dururken sözcüklerle dibe doğru ilerliyor Pizarnik. Hayatın kendisine ne yaptığını sorgulayıp yakınlıklarını ve mesafelerini ölçüyor hiç durmadan; “en berbat tarafı, sandığımız şey olmamasıdır hayatın, sandığımız şeyin tersi de değildir oysa” diyor. Yaşadığı (kısa) hayatın amacını da açıklıyor bu sırada:
Şeylere esaslı isimler vermekmiş benim kaderim. Artık yokum ve bunu biliyorum; bilmediğim şey, benim yerime neyin yaşadığı. Konuşursam aklımı kaybederim, susarsam yıllarımı kaybederim. Her şeyi yok etti haşin bir rüzgâr. Ve şarkıyı unutanlar adına konuşamamış olmak.
“Ölümcül bir yalnızlıktan” söz eden Pizarnik’in yazdıkları, yalnızca şiir değildi; yaşamın yükünü sırtlanma girişimi olduğu kadar onu aşmanın mutlak yolunu arama çabasıydı. Şairin dizelerinde karanlığı, geceyi ve huzursuzluğu ön plana çıkarmasının nedeni en başta buydu belki de.
Yakın dostu Octavio Paz’ın “filozoflar evreni bir ritm olarak düşünmüştü, şairler bunu duydu” sözünü doğrulayan dizeler kaleme almıştı Pizarnik. Bu özelliği, yalansız ve tedirgin yaşayan şairi özel kılıyordu.
Delilik Taşı, Alejandra Pizarnik, Çeviren: Yasemin Çongar, Everest Yayınları, 224 s.
