Share This Article
Birkaç gün önce ustamın, Doğan Yurdakul’un ölüm yıldönümüydü. Ustam diyorum, o arkadaşız biz derdi, çok şey öğrendim ondan. Bu yıldönümü hatıraları beraberinde getirdi, bu kişisel yazıyı yazmadan edemedim.
Lise yıllarında keşfetmiştim Doğan Yurdakul’u ve kitaplarını. Gazeteci ve araştırmacı yazar olarak tanınırdı, yüz binlerce okura ulaşan kitaplar yazmıştı. Çevirmendi.
Sonra hasbelkader yayın danışmanlığını yaptığı haber sitesinde çalışmaya başladım. Kısa süre sonra tutuklandı. Cezaevi günleri başkaca zorlukları beraberinde getirdi ona. Eşi hastaydı, hasta haliyle gittiği cezaevi ziyaretinde zorluklar yaratmışlardı. Doğan Abi yaşatılanları görünce artık gelmemesini ve bu eziyetlere katlanmamasını rica etmişti.
Bir süre sonra eşi Güngör Hanım hayatını kaybetti.
Doğan Abi’yi jandarma gözetiminde ring aracıyla götürdüler eşinin cenazesine…
Tahliyesinin ardından yorgun olacağını tahmin ediyordum. Aksi oldu.
Cezaevinden çıktıktan sonra eniştesi Doğan Avcıoğlu’nun yarım bıraktığı bir kitabın, daha doğrusu notların kendisinde olduğunu, yayıma hazırlamak istediğini, birlikte çalışmak isteyip istemeyeceğimi sordu.
Henüz 20’lerimin başındaydım ve bu benim için olağanüstü bir teklifti.
1 yıl boyunca çalıştık ve son derece dağınık notlar halindeki el yazmalarından Osmanlı’nın Düzeni kitabını hazırladık.
Bu 1 yıllık süreçte çok şey paylaştık.
“İnsanın duygularını özgürce yaşamasının önünde çok engel var” derdi, “ama üretmenin, yazmanın önünde bir engel yok.”
Bizim kuşağın zaman zaman her şeyden elini eteğini çekivermesini garipserdi.
Bizim kuşak da bunalım yaşadı elbette ancak bunlar bizi elimizi eteğimizi her şeyden çekecek hale getirmedi. Çünkü sabah 5’te uyanıp o yazılamayı duvara yapmak sorumluluğumuzda. Bir eylem yapılacaksa ‘hiç halim yok’ diye gitmemek gibi bir ihtimalimiz akla dahi gelmezdi. Öğlen eylem yapıp ardından toplantıya girerdik. Akşam da zaten ya bir kitabı okumamız ya da mesela AST’taki o oyunu izlemek gerekirdi. Çünkü bilirdik ki uzun süre o kitaplar ve oyunlar konuşulacak, sen de konuşabilmek, tartışmalara katılabilmek için o oyunu izlemek isterdin.
Hem kendisinin hem de kuşağının direnciydi bu.
***
12 Mart sürecindeki mahpusluğunu da konuşurduk.
Falakaya yatırılmış, dayak atılmış, kasığından elektrik verilmiş ama konuşmamıştı. İşkence anlarında en doğru yöntemin ne mümkünse o şekilde karşılık vermek olduğunu söylemişti:
“Direnebilirsin, mesela tükürebilirsin, küfre karşılık verebilirsin. Böyle olunca dozu artırırlar ve sonunda bayılırsın. İstediklerini alamamış olurlar.”
***
Doğan Abi, 68 kuşağının bir illegalite mirası edinememesinden yakınırdı; önceki örnek TKP’ydi ancak devlet baskısıyla her şey o kadar gizli yürütülmüştü ki bu miras sonraki kuşağa kalmamıştı.
Anlattığı bir hikâye trajikomik bir örnekti:
Bir gün Veli Çolakoğlu, Doğan Abi’yi çağırır. Ona biriyle buluşmasını, ondan bazı dokümanları almasını söyler. Gideceği yeri de bir peçeteye yazar. Doğan Abi peçeteye yazılmasını anlamlı bulur, herhangi bir aksilikte buruşturup atılabilecek, burun siliyor gibi yapılıp yok edilebilecek bir şeydir çünkü peçete. Ve o günden sonra kendisi de bu tip notları peçeteye yazmaya başlar. Bir gün Veli Çolakoğlu durumu fark eder ve sorar:
“Doğan, orada kâğıt var, neden kâğıda yazmıyorsun?”
“E sen peçeteye yazdın ya o gün… Yok etmek kolay olsun diye…”
“Yok yahu, ben o gün kâğıt yok diye peçeteye yazdım.”
***
Trajikomik bir anı daha:
12 Mart sürecinde Söke dağlarına çıkan kadrodaydı. Köylüleri örgütleyeceklerdi. Ancak işler umdukları gibi gitmemişti.
“Bir köye gidecek ve oradaki bazı arkadaşlarla buluşacaktım. Ayrıksı görünmemek için bölge halkı gibi giyinecektik. Gittim bir kahveye oturdum. Herkes bana bakıyordu. Neden bu kadar dikkat çektiğimi anlamadım. Sonra duruma aydım. Ege köylerinde 8 köşe kasket takılmazmış ama ben köylüler gibi giyineyim derken 8 köşe kasket almışım…”
***
Doğan Abi’ye anılarını yazmasını çok söyledim. Hep erteledi. Öncelikli işleri vardı. Bir çeviri bitirecekti, yazmakta olduğu bir roman vardı, köşe yazısı yazmayı sürdürecekti…
Sonradan bu erteleme meselesinin psikolojik bir etkisi olduğunu da fark ettim. Anılarını yazması bir tür finaldi onun için. Bu nedenle sürekli yeni projeler düşünüyor, anılarını yazmayı erteliyordu. Bitmesin istiyordu sanırım…
Yazılamayan anılarına da üzüldüm.
Hayatının bir döneminde herkes yazmaya niyetlenebilir. Belki iyi bir edebiyatçı olmak mümkündür değildir ama herkesin anılarını muhakkak yazması gerektiği o günlerden kaldı bana…
Belki herkese, belki aileye, belki dostlara, belki o kente ve orada yaşayanlara, belki o mesleği (her neyse o meslek) yapacaklara bırakılabilecek en değerli yadigârdır bence anılar.
Doğan Abi anı yazmadı ama üretmeye devam etti. Bir siteye yazılar yazdı, “Manşeti Yıkın!” romanını kaleme aldı, “Daha Bilmediğiniz Neler Var!” kitabını yayımladı.
Son olarak Fransızca-Türkçe sözlük üzerinde çalışıyordu.
Sağlık sorunlarını, hapislikleri, sürgünleri bahane etmeden hep üretiyordu.
Bize lazım olan bahanesizlik…
Bir noktadan sonra bir konudan dolayı Doğan Abi’yle birbirimize darıldık. Çok kırıldım, onun da bana kırıldığını biliyorum. Bir çatlak oluştu aramızda ve biz orayı tekrar kaynatamadık. Adım atmamak için ikimizin de bahaneleri vardı belki de.
Birkaç yıl sonra Doğan Abi’nin vefat haberini aldım. Kaybıma üzüldüm, küs geçen yıllara üzüldüm, ustamın artık olmamasına üzüldüm.
Hayatı metafizikle açıklayacak halim yok ama son bir not olsun. Bir gece rüyamda Doğan Abi’yi gördüm, gözlerim yaşardı ve “Abi sana çok kırgınım” dedim. “Biliyorum, ben de…” dedi. Ve saatler sürmüş gibi gelen bir konuşma geçti aramızda. Sabah uyandığımda sanki Doğan Abi beni affetmişti. Ben de onu.
Doğan Abi’den öğrenebileceğim, ona danışabileceğim çok şey vardı daha… Hasret gidermek mesela. Ama işte Doğan Abi de demişti ya…
“İnsanın duygularını özgürce yaşamasının önünde çok engel var.”
Ondan kalan anıların toplamı bize en çok lazım olan şeye işaret ediyor yine ve yeniden.
Güçlü bir bahanesizlik.