Share This Article
Gözlerinde korkunun, umursamazlığın, belirsizliğin ve şüphenin iç içe geçtiği o donuk ifade vardı. Her diktatörde gördüğümüz o boş bakış… Belki ilk anda kimden söz ettiğimi anlamak güç olabilir. Yaşadığımız dönemde neredeyse her ülkede ortaya çıkan sağ popülist figürler bu tanıma kolaylıkla sığabilir. Ama hayır, aklınıza gelen o kişiden de bahsetmiyorum.
MUBI’de geçtiğimiz ay gösterime giren Mussolini: Son of the Century (Mussolini: Yüzyılın Oğlu) dizisinde İtalyan diktatör Benito Mussolini’yi canlandıran Luca Marinelli’nin kameraya yansıttığı görüntüsü tam da böyleydi. Bu “kimsesizlerin kimsesi” kameraya dönerek faşizmin sözde erdemlerini övüyor, hareketinin “milyonlarca kalbi fethedeceğini” söylüyor ve ekliyordu:
Sizin kalbinizi de fethedeceğime eminim. Beni izleyin, siz de beni seveceksiniz. Siz de faşist olacaksınız!
Sekiz bölümlük sarsıcı yolculuk işte böyle başlıyor. Son dönemde izlediğimiz diziler arasında oldukça özgün bir yere sahip olan Mussolini: Son of the Century, demokrasinin nasıl adım adım yok edildiğini, sosyal demokrasinin geri çekilişlerini, sosyalistlerin tarihsel fırsatları kaçırdıklarında ödedikleri bedelleri, burjuvazinin teslimiyetini ve faşizmin gerçekte ne kadar aciz, yetersiz olduğunu çarpıcı biçimde yansıtıyor.
Bir diktatörün yalnızca altı yıl içinde devleti tamamen ele geçirmesine odaklanan dizi, otoriterliğin siyasal tarzını adeta bir ders niteliğinde gözler önüne seriyor. Öyle ki, neo-nazi hareketlerin hızla çoğaldığı günümüzde, şiddete ve “karizmatik lider” figürüne bağlanmanın ne kadar kolay olduğunu ürpertici biçimde ortaya koyuyor.
Dizinin yapımcılarından Lorenzo Mieli, “Luca Marinelli yalnızca bir canavar olarak resmedilen bir Mussolini değil; her ne pahasına olursa olsun baştan çıkarıcı bir Mussolini’ye dönüşmek zorundaydı,” diyor. Mieli, bunun amacının yalnızca Mussolini’nin kendi halkını değil, izleyicileri de —o meşhur ‘beni takip edin’ çağrısıyla— etkileyerek onları yaşanan dönüşümün bir parçası hâline getirmek olduğunu vurguluyor.
Şimdi gelin, bölümler arasında gezinirken o dönemin tarihsel arka planını ve Mussolini’nin yükselişini yeniden hatırlayalım.
Enkaz hâline gelen Avrupa düzeni
Yazar Antonio Scurati tarafından kaleme alınan ve Mussolini’nin hayatını konu alan beş ciltlik tarihî roman serisinin ilk kitabına dayanan dizi hakkında yapımcı Lorenzo Mieli, uyarlamanın neden bu eserlere yaslandığını anlatırken, kitapların birincil kaynaklara dayandığını ve Mussolini’nin “faşizmi inşa ederken aynı zamanda İtalya’da popülizmi de icat ettiğini” gözler önüne sermesi nedeniyle tercih edildiğini belirtiyor.
Kitabın yazarı Scurati bir röportajında, kendi kuşağının “demokrasinin verilmiş bir hak, tıpkı bir orman gibi doğal bir gerçeklik olduğuna” inandığını söylüyor. Ancak hemen ardından “Durum hiç de öyle değil,” diye ekliyor ve devam ediyor:
Demokrasi, geçmişte verilen mücadelelerin bir sonucudur; kırılgan ve hassastır ve bunun asla unutulmaması gerekir. Özellikle de bugün, demokrasinin neredeyse her coğrafyada yeniden tehdit altında olduğu bir dönemde bu farkındalık daha da önem kazandı.
Peki ama Avrupa’nın bağrında bir Mussolini nasıl yetişmişti? Dönemin koşullarına yakından bakalım.
Birinci Dünya Savaşı, Avrupa’yı adeta bir enkaz hâline getirmişti. Kurumlar çökmüş, hiyerarşiler altüst olmuş, ayakta kalabilen otoritelerin bile sınırları belirsizleşmiş, geleneksel sadakat ilişkileri çözülmüştü. Bu yeni ve tanımlanması güç özgürlük atmosferinde temsil ilişkileri büyük ölçüde işlemez hâle gelmişti. Toplumun farklı kesimleri, kendi varlık anlayışları doğrultusunda toplumsal hayatı yeniden kurmaya girişti. Kuzey İtalya’da işçiler kurdukları fabrika konseyleri aracılığıyla sanayi üretiminin kapitalist iş bölümünün dayattığından bambaşka bir biçimde nasıl örgütlenebileceğini gösteren çarpıcı örnekler sundular. Kırsalda ise köylüler, orta İtalya’dan başlayıp güneyde geniş alanlara yayılan büyük bir toprak işgali dalgası başlattı.
Dizinin önemli kırılma noktalarından biri de halkın örgütlülüğünün burjuvaziyi nasıl sıkıştırdığı, sermayenin ise nasıl Mussolini’yi yardıma çağırdığıydı. Öyle ki, toprak işgallerine katılan köylü birlikleri yalnızca sosyalistlerden ve komünistlerden oluşmuyordu; çoğunluğu, geleneksel Katolikliği radikal biçimde yeniden yorumlayan “beyaz birlikler” oluşturuyordu. Bu güçlü kırsal hareket, siyasette de etkisini gösteriyor ve en nihayetinde Halkçı Parti’nin ortaya çıkmasına zemin hazırlıyordu.
Düzeni bir arada tutan ideolojik mayanın iyice seyreldiği bu ortamda, savaş sırasında en çok yoksullaşan beyaz yakalılar arasında radikal fikirler hızla yayılıyor, onları işçi hareketine doğru yakınlaştırıyordu.

“Mussolini’nin hayatını konu alan beş ciltlik tarihî roman serisinin ilk kitabına dayanan dizi hakkında yapımcı Lorenzo Mieli, uyarlamanın neden bu eserlere yaslandığını anlatırken, kitapların birincil kaynaklara dayandığını belirtiyor.”
Düzenin mezar kazıcısı
Diğer yandan, egemen güçler her geçen gün itibar kaybediyor; bir devrimin kapıda olduğu fısıltıları ise giderek daha güçlü duyuluyordu. Burjuvazinin farklı kesimleri ile toprak sahiplerinin ortak iktidarını savunan geleneksel partiler gözden çıkarılmış, onların yerine daha dar ve etkili örgütlenme biçimlerine yönelinmişti.
Örneğin dizinin geçtiği yıl olan 1920’de büyük toprak sahipleri Genel Tarım Konfederasyonu’nda, sanayiciler ise Genel Sanayi Konfederasyonu’nda örgütlenmişti. Toplum alabildiğine parçalanmış bir görünüm sergiliyor, buna karşın İtalyan komünistleri teorik ve pratik açıdan yaşadıkları deneyimsizlik yüzünden iktidara giden yolu bir türlü açamıyor, işçi sınıfı hareketi toplumun diğer kesimleriyle buluşamıyordu.
Tam da bu noktada, dizide sık sık vurgulanan ve düzen tarafından “istenmeyen”, “hor görülen”, hatta kimi zaman “alay edilen” faşist hareket, bir kurtarıcı olarak göreve çağrılıyordu. Öyle ki, siyasal belirsizlikler içinde bocalayan ve kendi gölgesinden dahi korkan Mussolini, kendisine verilen bu görev karşısında şaşkına dönmüştü. Düzen güçleri, kendi tasfiyelerini tamamlaması için adeta faşizmi göreve çağırıyordu.
Gözden kaçırmamak gerekir: faşizmin başarısının ardındaki temel etkenlerden biri, parçalanmış toplumun farklı kesimlerinin özlemlerine aynı anda seslenebilen eklektik bir söylem kurabilmiş olmasıydı.
‘Ne zamandan beri anti-faşizm bu kadar tartışılır hâle geldi?’
Ardında geniş bir siyasal tartışma zemini yaratan dizi hakkında konuşan yönetmen Joe Wright, “Günümüzün aşırı sağ popülist liderleriyle Mussolini arasında dikkat çekici benzerliklerin sayısı oldukça fazla,” diyor. Wright, bu nedenle diziyi didaktik bir anlatıya dönüştürmek istemediğini; izleyicinin bağlantıları kendi gözlemleriyle kurmasını tercih ettiğini belirtiyor.
Buna rağmen, son yıllarda sıkça duyduğumuz bir sloganın ekrandan seyircinin yüzüne çarpılması oldukça dikkat çekiciydi. Dördüncü bölümde Mussolini’nin kameraya dönüp başparmağını kaldırarak söylediği “Make Italy great again!” (İtalya’yı yeniden harika yap!) ifadesi, doğrudan Trump ile somutlaşan sağ popülist harekete açık bir gönderme niteliğindeydi.
Tarih bize gösterdi ki, Mussolini’nin hikâyesi “büyük” bir sona ulaşmadı. Wright, buna rağmen zaman ilerledikçe insanların geçmişin derslerini unuttuğunu ve bu dersleri tekrar tekrar hatırlatmak zorunda kaldıklarını hatırlatıyor.
1920’lerin İtalya’sı Roma’daki Cinecittà Stüdyoları’nda büyük bir titizlikle yeniden kurulmuş olsa da, dizinin atmosferi bilinçli olarak modern tutulmuş. Yoğun kullanılan “Art Deco” esintileri ise yapıma karakteristik bir hava katmış.
Dizi geçen yıl Venedik Film Festivali’nde prömiyerini yaptı; bu yıl ise İtalya ve bazı Avrupa ülkelerinde gösterime girdi. Ancak Amerika Birleşik Devletleri’nde bir dağıtımcı bulamadı.
Yönetmen Wright bu süreci şöyle anlatıyor:
Diziyi satmak ve bir Amerikalı dağıtımcı bulmak gerçekten zordu. Bence bunun nedeni dizinin politik oluşuydu. Çok üst düzey bir yayın yöneticisi bana ‘Diziyi çok beğendik ama platformumuza koymak için fazla tartışmalı,’ dedi. Ben de ona kısa ve net bir yanıt verdim: ‘Peki, ne zamandan beri anti-faşizm bu kadar tartışılır hâle geldi?’

Bir diktatörün siyasal portresi
Evet, günümüzün yükselen sağ hareketleri karşısında anti-faşizm giderek tartışılan, hatta uzak durulması gereken bir kavram hâline getirildi. Oysa yıllar boyunca faşizm, her tarihsel kırılma anında yeniden bir tehdit olarak sahneye çıkmış; ancak “demokratların” faşizm karşısındaki çekingen ve çoğu zaman korkak tutumları nedeniyle her seferinde kendine yeni bir zemin yaratmayı başardı. Faşizm tehdidi söz konusu olduğunda Adolf Hitler örnek gösterilerek, “dünyanın böyle bir çılgınlığa bir daha kapılmayacağı” sıkça dile getirilirken, Mussolini’nin demokrasiyi içeriden adım adım çökerten “başarılı” hamlesi çoğunlukla arka planda bırakılmış, yeterince tartışılmamıştı. Kısacası “turbun büyüğü” Mussolini’ydi; bu gerçeği uzun süre görmezden gelmenin sonuçlarına dünya bugün ağır bir biçimde katlanıyor.
Bu açıdan Mussolini: Son of the Century, bir diktatörün siyasal portresini çıkarması bakımından oldukça değerli. Peki diziye konu olan Benito Amilcare Andrea Mussolini’nin gerçek yaşam öyküsü nasıldı?
Siyasi mücadeleye sosyalist olarak katılan ve daha sonra İtalyan faşizmini kuracak olan Mussolini, 29 Temmuz 1883’te İtalya’nın kuzeyinde doğdu. Siyasi nedenlerle birkaç kez tutuklanan ve sosyalist hareketin içinde yer alan babası, oğluna ünlü sosyalist ve anarşistlerden esinlenerek isimler vermişti: Benito, Meksikalı devrimci Benito Juárez’den; Amilcare, anarşist Amilcare Caprini’den; Andrea ise yerel bir sosyalist lider olan Andrea Costa’dan geliyordu.
1892’de, koyu Katolik olan annesinin zoruyla papaz okuluna giderken bir yandan da İtalyan Sosyalist Partisi’ne katılan Mussolini, 1902’de öğretmen olarak çalışmaya başladı. Varano di Costa’da köylü eylemlerine destek verdiği iddiasıyla tutuklanan Mussolini, hapishanede Kant’tan Hegel’e, Kropotkin’den Marx’a kadar farklı düşünürlerin eserlerini okuyarak eklektik bir dünya görüşü geliştirdi.
1909’da bu kez Trentino’da bir banka soygununa karıştığı gerekçesiyle tutuklandı ancak beraat etti. Ardından İSP’nin Forli örgütünün sekreterliğine getirildi. Aynı dönemde La Lotta di Classe (Sınıf Mücadelesi) adlı bir gazete çıkarmaya başladı; kiliseye, devlet otoritesine ve milliyetçiliğe karşı sert yazılar kaleme aldı. 1912’deki parti kongresinden sonra partinin yayın organı Avanti!’nin (İleri) genel yayın yönetmeni oldu.
I. Dünya Savaşı başladığında Mussolini savaşa karşı çıkıyor, o dönemde İtalya’yı sarsan işçi ayaklanmalarının ve genel grevlerin yarattığı atmosferde partinin pasif kalan tutumunu eleştirerek iktidarın alınabileceğini savunuyordu. Ne var ki kısa bir süre sonra bu görüşünden vazgeçti ve savaşı savunan makaleler yazmaya başladı. Kendi gazetesi Il Popolo d’Italia’yı (İtalya’nın Halkı) kurarak yıllardır savunduğu tezlerin tam tersini savunan yazılar kaleme aldı ve milliyetçi çevrelerde kendine yer edinmeye çalıştı. Bunun üzerine İSP’den ihraç edildi ve hain ilan edildi. İtalya’nın savaşa girmesiyle cepheye gitti; yaralandıktan sonra geri döndü.
Savaşın kaybedilmesi İtalya’da büyük bir toplumsal bunalımı tetikledi. Fabrikalar işgal edildi, işçi sınıfı mücadelesi yükseldi. Mussolini ise 21 Mart 1919’da Milano’da cumhuriyetçilerin, eski sosyalistlerin, cepheden gazi olarak dönen askerlerin, anarşist ve sendikalistlerin katılımıyla ilk faşist örgüt olan Fasci di Combattimento’yu kurdu. Kendisine de “Duce” (Önder) adını verdi. Bu örgüt kısa sürede ülkenin birçok kentine yayıldı.
Karagömlek giyen örgüt üyeleri, 15 Nisan 1919’da Avanti! gazetesini bastılar. Dar bir militan kadronun her geçen gün büyüyen terör eylemleri, özellikle işçi sınıfı hareketini hedef alıyordu. Kasım 1919 seçimlerinde çok az oy almalarına rağmen, 1921 seçimlerinde Mussolini dâhil 35 faşist milletvekili parlamentoya girmeyi başardı.
Dizinin devamı gelecek mi?
Mussolini’nin parlamentoda yürüttüğü ayak oyunları ve şiddeti araçsallaştırarak meclisi işlevsizleştirdiği dönem, Mussolini: Son of the Century’de ayrıntılı biçimde işleniyor. Başlangıçta kendi gölgesinden bile korkan Mussolini, zamanla burjuvazinin desteğini arkasına alarak 9 Kasım 1921’de Roma’da Partito Nazionale Fascista’yı kurdu. Bir yıl bile geçmeden, 24 Temmuz 1922’de toplanan faşist kurultay, iktidarı ele geçirmek için Roma’ya yürüyüş kararı aldı.
Dizide bu kısmın ayrıntılarına fazla girilmese de gerçek yürüyüşte pek çok köy, kasaba ve yerleşim faşistler tarafından işgal edilmişti. Bu karışık tablo içinde, koltuğuna ısınamayan Başbakan Salandra’nın istifası faşistlere aradıkları fırsatı sundu.
Sonunda 31 Ekim 1922’de İtalya Kralı Vittorio Emanuele, Mussolini’yi Roma’ya çağırarak ona uzun zamandır arzuladığı şeyi, yani başbakanlığı verdi. Dizide sık sık kameraya dönerek konuşan Luca Marinelli’nin canlandırdığı Mussolini, kafasında tasarladığı yeni iktidar modelini adım adım hayata geçirmeye başlıyordu. İlk iş olarak seçim sistemini faşistler lehine değiştirdi. Ardından seçim kampanyası boyunca estirilen terör ve düzenlenen saldırılar sonucunda Faşist Parti 1924 seçimlerinde büyük bir çoğunluğa ulaştı. Mussolini bu aşamadan sonra diktatörlüğünü ilan etti ve bir yıl içinde Faşist Parti dışındaki tüm partileri kapattı.
Dizi, 1922’de Mussolini’nin parlamentoda yaptığı ünlü konuşmayla sona eriyor — bu konuşma, neredeyse yirmi yıl sürecek bir diktatörlüğün başlangıcını simgeleyen tarihsel bir dönüm noktası. Bu finalin ardından akıllara gelen ilk soru ise dizinin devam edip etmeyeceği.
Yorumcular, Avrupa dışında dizinin sınırlı bir izleyici kitlesi bulduğunu ifade ederken, yapımcı Lorenzo Mieli de ikinci sezon için henüz somut bir plan olmadığını belirtiyor. Yine de hem kendisinin hem de yönetmen Joe Wright’ın devam sezonuna sıcak baktığını, bu nedenle “fon bulunduğu takdirde ikinci sezon hazırlıklarına hemen başlayabileceklerini” dile getiriyor.
2017 yapımı Darkest Hour (En Karanlık Saat) filminde Winston Churchill’in II. Dünya Savaşı’nın ilk günlerindeki çalkantılı sürecini anlatan Wright, bu kez aynı dönemi “karşı cepheden” ele almak istediğini söylüyor ve şu sözleri ekliyor:
Hitler, başlangıçta Mussolini’nin hayranıydı; ardından onu geride bıraktı. Bu dönem son derece ilgi çekici ve ben bu süreci daha derinlemesine incelemeyi çok isterim.
Ekrana yansıyan uyarı
Bugün Avrupa’nın dört bir yanında, sandıklardan ve meydanlardan yükselen seslere kulak kabarttığımızda, tarihin tozlu raflarında kaldığını sandığımız sloganların yeniden dolaşıma girdiğini görüyoruz. Sağ popülizmin giderek kabaran dalgası, bir zamanlar “asla geri dönmez” denen siyasal gölgelerin aslında pek de kaybolmadığını hatırlatıyor. Bu gölgeler, kimi yerde göçmen karşıtlığının, kimi yerde ulusal gurur paketine sarılı otoriter heveslerin biçim değiştirmiş hâlleri olarak karşımıza çıkıyor.
Avrupa’daki sağ hareketlerin bugünkü yükselişiyle, Mussolini’nin İtalya’yı içeriden ince ince dönüştürerek kurduğu rejim arasında ürkütücü bir akrabalık var. Mussolini: Son of the Century tam da bu nedenle değerli. Diktatörlüğün nasıl zorla değil, adım adım, bazen alkışlarla, bazen sessizlikle, çoğu zaman da ‘normalleşme’ denilen o kaygan zemin üzerinden inşa edildiğini yeniden hatırlatıyor.
İşte tam da bu yüzden, Mussolini’nin gölgesini ekrandan izlerken, günümüzün siyasal rüzgârlarını hafife almamak gerektiği daha iyi anlaşılıyor; zira tarih, her geri dönüşünde biraz daha sarsıcı, biraz daha beklenmedik ve her zamankinden daha öğretici olmayı sürdürüyor.

