Share This Article
Depeche Mode – Ultra (1997)
Kayıt: Mute Records, Nisan 1997
Yapımcı: Tim Simenon
Uzunluk: 60:14
Daha önceki yazılarda triphop, synth-pop gibi elektronik müzik ya da “synthesizer” müziğinden bol bol bahsetmiştik. Elektronik müziği bu kadar seviyorken doğum yılları olan 80’lerin en başarılı ve sonrasında gelen birçok sanatçıya ilham olmuş efsane gruptan bahsetmemek olmazdı. Karşınızda: Depeche Mode.
1980 yılında okuldan arkadaşlar olan Vince Clark ve Andy Fletcher ile kuruluyor, çok az bir zaman sonra da aralarına Martin Gore ile Dave Gahan katılıyor ve müzik hayatlarına “Composition of Sound” ismi ile başlıyorlar. Grubun isminden hoşnut olmadıkları için isim değişikliğine gidiyorlar ve Fransız moda dergisi “Dépêche Mode” isminden esinlenerek “Depeche Mode” adını koyuyorlar. Böylelikle de müzik tarihinin en önemli “synth” grubu doğmuş oluyor.
Grup kısa sürede başarıyı yakalıyor, Clark’ın kaleminden çıkmış “Just Can’t Get Enough” gibi şarkılarla adlarından hemen bahsettiriyorlar.
Vince Clark, bir süre sonra gruptan ayrılıyor, hatta daha sonradan Depeche Mode’un ileri dönemdeki müziğine “kendisi için biraz fazla karanlık” yorumunu yapıyor, ki buna da birazdan değineceğiz.
Vince Clark’ın ayrılmasıyla gruba piyanist Alan Wilder giriyor ve Depeche Mode’u Depeche Mode yapan dönem böylece başlamış oluyor.
Depeche Mode’un müziği, kendine özgün ve biriciktir. Herhangi bir 80’ler “synth” grubu değildir. 80’ler ve özellikle 90’larda tam anlamıyla kendi üsluplarını oluşturarak “Depeche Mode” tarzını ortaya çıkarmışlar ve birçok sanatçıyı da etkilemişlerdir. Özellikle de büyük besteci, Depeche Mode’un müzikal mimarı Martin Gore ve kendine has bariton vokalleriyle Dave Gahan olmak üzere, grubun tüm üyeleri bireysel olarak çok yetenekli müzisyenlerdir.
Vince Clark’ın yukarıda bahsettiğim yorumundan yola çıkarak söylemek gerekirse; Depeche Mode gerçekten de 80’ler sonuna kadar biraz daha farklı bir enerji izliyor. Construction Time Again, Black Celebration ve Music for the Masses albümleri ile 80’lerin getirdiği endüstriyel havayı ve müziklerinde kullandıkları ritimler ve synth parçalarıyla “hızlı ve canlı” müziği taşıyorlar, tabi elbette Depeche Mode çizgilerinden şaşmadan. Fakat 90’lardan itibaren, belki de üyelerin de yaş almasıyla birlikte müzikler de büyük ölçüde olgunlaşıyor ve “karanlıklaşıyor”.
80’lerde ortaya çıkan synth müziğin bambaşka bir yüzünü ortaya çıkararak, yer yer gotik bile diyebileceğimiz esintilerle ağır bir müzik dili oluşturmuşlardır. Bu yönüyle ele aldığımızda Depeche Mode, benim gözümde müzik tarihinin en önemli gruplarındandır.
Elektronik müziğin bu kadar sağlam ve duygu yüklü kullanıldığı az örnek vardır. Belki bu anlamda geçen haftalarda bahsettiğimiz Massive Attack’ı örnek verebilirim; ki Depeche Mode’un müzikalitesi tarafından etkilenmiş gruplardan biridir.
Ultra albümüne baktığımızda, benim için Depeche Mode’un müzikal anlamda zirveye çıktığı albümdür. Aynı zamanda, “Depeche Mode karanlığını” da bu albümde en derinimize kadar hissederiz.
Tek tek şarkılara ve sözlere baktığımızda Ultra, görmüş geçirmiş ve bir şeyler yaşayıp olgunlaşmış bir insandır. Yer yer insanın ve dünyanın karanlık yüzüdür. Acıdır ve onca yaşanmışlıkların arasında üzerimize çöken ağırlıktır.
Albümleri bazı imgelerle eşleştirmeyi severim, Ultra’nın imgesi benim için pis işler yapan ya da yüreğinde büyük acılar taşıyan çeşit çeşit insanın aynı kasvetli şehri paylaşması gibidir.
Her bir şarkı çok değerli; Barrel of a Gun, Home, Useless… Fakat bu albümde bir şarkı vardır ki yeri bambaşka: Sister of Night. Sözleriyle ve müzikal altyapısı ile tam bir deneyimdir, gecenin karanlığında, kendi yalnızlığımızda… Hele ki son dakikalarındaki synth solosu, uzay boşluğunda tek başımıza uçuşmak gibi hissettirir.
The Last Dinner Party – Prelude to Ecstasy (2024)
Kayıt: Island Records, Nisan 2024
Yapımcı: James Ford
Uzunluk: 41:08
Bu haftanın yazısında, müzik dünyasına 2021 yılında girerek yeni bir nefes getirmiş bir gruplayız: The Last Dinner Party.
The Last Dinner Party’nin temeli, solist Abigail Morris ile bas gitarist Georgia Davis’in 2020 yılında tanışıp küçük çaplı konserlerle sahneye çıkmaları ile atılıyor, zaten birlikte bir grup kurmaya karar veren de bu ikili.
The Last Dinner Party’nin (kısaca TLDP olarak bahsedeceğim) müzik tarzına gelirsek, her ne kadar grupları veya albümleri bir tür altına almaktan hoşlanmasam da, “art rock” adı verilen türde şarkı yaptıklarını söyleyebiliriz. Aslında art rock diyerek, temeli özellikle 70’lerde atılmış bir alt-türden bahsediyoruz. Bu türde akla gelecek ilk gruplardan birisi Queen’dir.
Daha önceden bir Queen albümü yorumlamıştık. İlk albümleri Queen (1973) için müzikal anlamda dönemdaş gruplarından farklı olarak daha gösterişli, “extravagant”, sanatsal bir iş olduğunu ve şarkı sözlerinin de büyülü bir fantastik romandan fırlamış gibi olduğunu söylemiştik. TLDP’ye müzikal olarak baktığımızda da benzer tarzda şarkıları olduğunu görürürüz ki Queen, gruba ilham kaynağı olan gruplardan biridir.
TLDP, müzikal anlamda gerçekten özel bir grup. Abigail Morris’in güçlü sesi ve bu güçten asla eksik kalmayan diğer enstrümanlarla, aslında her biri büyük yetenek olan sanatçılarla karşı karşıyayız. Alternatif ve hatta klasik müzik etkili diyebileceğimiz müzikleri, hikaye anlatım konusunda da çok başarılıdır. Müzikalitenin şarkı sözlerini desteklediği, hatta yücelttiği işlerden birine imza atmıştır TLDP.
Fakat bu grubu benim için müzikal değeri hariç çok anlamlı kılan, bir kız grubu oluşudur. Kulağa çok basitmiş gibi gelebilir, zira müzik dünyasının neredeyse her dönemi kız grupları endüstride baş köşeyi almıştır. Fakat baktığımızda, bu baş köşe genellike pop gruplarına ait olmuştur. Sahnedeki çekici halleri, dansları ve kıyafetleriyle; kız grupları müzikal anlamlarından sıyrılarak belli bir ölçüde birer moda ikonu haline gelmişlerdir. Bazıları genç yaşlarında objeleştirilmeye maruz kalmış ve “seks sembolü” olmuşlardır.
Pop müzik için durum böyleyken, rock müzik endüstrisinde başarıyı erkek meslektaşları kadar yakalamış bir kız grubu bulmak da zorlaşabilmektedir. (Kadın rock ikonlarından değil de tamamen kadınlardan oluşan grupları ele alırsak.)
Bu sebeple, müzik endüstrisinde kadın sesler elbette ki olmuştur, fakat “kadının sesi” her zaman duyulamamıştır. İşte TLDP’nin de anlamı tam da bu noktada başlıyor. Tamamen kadınlardan oluşuyor olması; kadınlığın ve genç kızlığın öfkesini, neşesini, kalp kırıklıklarını ve pişmanlıklarını bu denli güzel yansıtmaları, aslında endüstride kadının sesini duyuracak sağlam işlerden biri haline gelmelerini sağlamıştır.
Albümün hepsini dinlemeniz tavsiyemdir; her şarkıda apayrı bir hikaye bulacaksınız.
Hair (1979) – Galt MacDermot
Daha önce müzikaller yorumlamıştık, film müziklerine bakmıştık. Bugün de bu iki türün kesişimi olan bir albümü ele alacağız, hem döneminin hem de çağın ötesine geçerek günümüzün en ikonikleşmiş müzikal filmerinden birinin albümüne bakacağız: Hair
Tam adı “Hair: The American Tribal Love-Rock Musical” olan müzikal, 1967 yılında Galt MacDermot tarafından yazılıp 1968 yılında Broadway’de sahnelenen müzikaldir. 1968 yılından itibaren de birçok kez sahnelenmiştir.
1979 yılına gelindiğinde ise yönetmen Milos Forman tarafından beyaz perdeye uyarlanmıştır ki benim de en sevdiğim versiyondur. Seyir keyfi ve akıcılık anlamında bence film olarak izlemek daha iyidir.
Hair müzikali, 60’ların sonlarında özellikle ırkçılık ve Vietnam Savaşı karşıtı barışçıl çiçek çocuklar olan; upuzun saçları, hint mitolojisinden aldıkları esinlenmeler ve özgür ruhlarıyla kendilerini hayatın akışına bırakmış ama aynı zamanda savaşlarından sa vazgeçmeyen “hippie”leri ele almaktadır.
Müzikalin ismine baktığımızda, yalnızca tek kelime olarak “Saç” oluşu pek anlam ifade etmeyebilir fakat saç, kültürel olarak uzun yıllardan beri önemli bir sembol olarak kullanılmıştır. Antik Mısır’da soyluların saçlarını kazıtıp yerine temiz ve süslü peruklar takmalarından 17. yüzyıl Avrupasında bol pudralı ve ihtişamlı saçların bir statü belirtisi olarak kullanılmasına kadar saç, insanın kimliğini ve düşünce yapısını yansıtan bir imaj haline gelmiştir.
60’lar ve 70’ler için de durum elbette böyledir, asi rockçılar ve çiçek çocukların saçları hep upuzundur, özgürdür ve makasların boyunduruğuna itaat etmez bir haldedir; tıpkı kendi karakterleri gibi. Filmde de saç, önemli bir sembol olarak kullanılmıştır. (Spoiler olmaması adına detay vermeyeceğim, fakat siz izlerken ne demek istediğimi anlayacaksınız.)
Albümdeki şarkılara geldiğimizde, bir film müziği olmasından dolayı her biri zaten ayrı bir hikayedir. Şarkıların kullanıldığı sahneler, danslar ve vokallerle adeta müzikal bir şölen sunmaktadır. Filmin akışına göre yer yer neşeli ve enerjik, yer yer duygulu müzikleriyle sizi 60’ların Amerikasındaki çiçek çocukların yanına bir yolculuğa çıkartır. Filmi izlemeniz de kesinlikle tavsiyemdir.
Tozlu raflarda kalan albümler ve hayatimiza yeni giren gruplar bu hafta bizlerle! Bazı albümler zamana meydan okudu, bazısı çok daha küçük bir kitlenin baş ucundaki yerini koruyor. Doğa Düzyol, bu hafta biraz rock, biraz synth ve biraz muzikalle karşınızda. Depech Mode efsanesi, The Last Dinner Party ve bir muzikal: Hair!