Share This Article
Baskı, zor ve ekonomik eşitsizlikler toplumların yıllardır süregelen gerçekleridir. Ancak günümüzün küresel yaklaşımında bu tür eşitsizliklerin emperyalizm ve tarihi, ve emperyalizmin aldığı yeni biçimlerle yakından ilgili olduğu söylenebilir. Bugünün siyasal olarak bağımsız görünen Asya, Latin Amerika ve Afrika ülkeleri pek çok yönden Avrupalılarca yönetildikleri dönemlerde olduğu kadar baskı altında ve bağımlı durumdadırlar.
Belki V.S. Naipaul gibi eleştirmenlerin sıkça söyledikleri gibi bu durum ulusların kendilerinin açtıkları yaraların kaçınılmaz bir sonucudur: onlar (burada “onlar”la kimlerin kast edildiği herkesçe bilinmekte: renkliler, zenciler, işe yaramazlar) içinde bulundukları durumun baş sorumlusudurlar ve emperyalizmin mirası diye sızlanmalarının yararı yoktur. Belki de eski sömürgelerde bugün var olan koşullar tümüyle Avrupalıların eseri değildir. Yapılması gereken bu tür sorunlara iç içe geçmiş bir tarihler yumağı içerisinde bakmak ve anlamaya çalışmaktır.
Konumuz oldukça basit aslında. Oxford’da, Paris ya da New York’da Araplara ya da Afrikalılara temelden çürümüş, hasta bir kültüre ait olduklarını söyleseniz, onları inandırabilmeniz pek olası değil. İnandırsanız bile gücünüze ve zenginliğinize rağmen üstünlüğünüzü ya da onları yönetmeye hakkınız olduğunu hiçbir zaman kabul etmeyeceklerdir.
Bu tutumu beyaz efendilerin bir zamanlar hüküm sürdükleri, sonunda kovuldukları sömürgelerin tarihinde sıklıkla görmek olası. Ancak, efendileri kovan yerli halklar kısa bir süre içinde Batıya gereksinim duyduklarını, tam bağımsızlık düşüncesinin, özgürlüğe kavuşan ülkeleri katı efendileri aratmayacak şekilde sömüren, Fanon’un ulusal burjuvazi olarak nitelediği bir kesim için tasarlanmış ulusalcı bir uydurmadan başka bir şey olmadığının farkına vardılar.
Bugün işgal edilecek ülkeler, sınırları genişletme, yeni yerleşim yerleri kurma olanakları artık kalmasa da 20.yüzyılın sonlarında geçen yüzyılın sömürü düzeninin kendini tekrarladığını görüyoruz. Pek çok çevresel, ekonomik, toplumsal ve siyasal baskıların küreselliğin temelde anlaşılamayan yapısını deldiği bir ortamda yaşıyoruz. Tehlikenin biraz farkında olan herkes böylesine bencil, dar görüşlü çıkarların – yurtseverlik, ırkçılık, etnik, dinsel ve ırksal düşmanlıkların – aslında dünyayı kitlesel bir yok oluşa götürdüğünü kolayca görebilir. Dünya bunu kaldıramaz.
‘Yaygara ve gürültüden kaçışın olmadığı bir dünya vardı gerçekte’
Gücün ulusal çıkarlar ya da tam egemenlik savlarıyla harekete geçirildiği bir dönemde barış ve kardeşlik unsurlarının vurgulandığı uyumlu bir dünya yaratmanın olanaklı olduğunu ileri sürmek büyük bir ikiyüzlülüktür. ABD’nin Irak ile savaşı, Irak’ın Kuveyt’i işgali bu ikiyüzlülüğün açık örnekleridir. İlginç olan böylesine bir aldatmacanın yaygınlığı, eleştirilmeden onaylanması ve dahası yeni kuşaklara eğitim yoluyla aktarılmasıdır.
Hepimize ulusumuzu yüceltmenin, geleneklerimize saygılı olup onları yaşatmamızın erdemleri anlatılır. Çıkarlarımızı savunurken öbür toplumların çıkarlarının gözardı edilebileceği öğretilir. Yeni ve şaşkınlık verici bir kabilecilik ruhunun toplumları birbirinden ayırdığına, insanları birbirlerinden uzaklaştırdığına, hırsı, kanlı çekişmeleri ve küçük etnik farklılıkları körüklediğine inanıyorum. Öbür kültürleri tanıma – ne anlama geldiği pek de açık olamayan bir cümlecik – önemini yitirirken, devletlerin, toplumların, grupların ve bireylerin her gün, her dakika ilişkilerinin haritasını çıkarmak ön plana çıktı.
Böyle bir haritayı akılda tutmak olası değil. Bu nedenle de yayılmacılığın coğrafik yapısı ve temelini oluşturan çok yönlü yayılmacı deneyim dikkate değer bir konu olarak düşünülmelidir. İlk olarak, 19.yüzyıla baktığımızda, imparatorluk yaratma hırsının dünyanın büyük bir bölümünün az sayıda gücün egemenliği altına girmesine yol açtığını görürüz. Bu süreci anlamanın hiç değilse biraz kavrayabilmenin yolunun Avrupa ve Amerika arasındaki ve ayrıca bu ülkelerle sömürülenler arasındaki ilişkiyi ortaya koyan, bilgilendirici bir dizi kültürel belgeye bakmaktan geçtiğine inanıyorum.
Böyle bir tarihsel ve dizgesel bakıştan önce bugünün kültür tartışmalarında emperyalizmden günümüze nelerin kaldığını görmek yararlı olabilir. Bu yaklaşım hem küresel, hem de bölgesel olabilen yoğun ve ilginç bir tarihin kalıntılarına bak manın yanı sıra yayılmacı geçmişin şaşırtıcı bir yoğunlukla sav – karşı sav üreterek nasıl varlığını sürdürebildiğini bize gösterecektir. Bu tür belgelerin güncel ve kolay bulunur olması geçmişe ait izlerde, sömürgence yaratılan tarihlerde (çoğul özellikle kullanılmıştır) yalnızca beyazların öykülerinin değil, aynı zamanda sürekli aşağılanan ve itilip kakılan beyaz olmayanların öykülerinin de anlaşılmasının yolunu açacaktır.
Emperyalizmin kalıntıları üzerine süren güncel bir tartışmada yerli halkın Batı kitle iletişim araçlarında nasıl yansıtıldığı bu iç içe geçmenin sürdüğü tartışmanın yalnız içeriğinde değil, biçiminde; söylenende değil, nasıl, kim tarafından ve kime, kim için söylendiğinde de görünmektedir. 1984’de Şeytan Ayetleri‘nin basımından çok önce Salman Rüşdü İngiliz Raja üzerine yazılmış yazılara, İmparatorluğun Mücevheri ve David Lean‘in Hindistan’a Yolculuk türünden filmlerin bolluğuna dikkat çekti.
Rüşdü, İngilizlerin sömürge günlerine olan bu özleminin Falkland Savaşı günlerine rastladığını ve “bu tür dizi ve yazıların kazandığı başarılara bakılarak Raj’a geri dönme isteğinin Britanya’da muhafazakâr ideolojinin yükselişinin sanatsal bir izdüşümü” olarak değerlendirilebileceğini ileri sürdü. Eleştirmenlerin Rüşdü’nün savına yanıtları ise onun boş yere sızlandığını ileri sürmekten öte gidemedi. Rüşdü belki de daha çok aydınlara, George Orwell‘ın sık sık yinelenen, aydının toplumdaki yerinin balinanın içinde ve dışında olduğu benzetmesinin artık geçerli olmadığını görebilecek aydınlara seslenmeliydi. Rüşdü’nün deyişiyle, “Artık balinasız, tarihten, kargaşadan, yaygara ve gürültüden kaçışın olmadığı bir dünya vardı gerçekte.” (1)
Ancak tartışma Rüşdü’nün öne sürdükleri doğrultusunda gitmedi. Tartışılmaya değer görülen konu üçüncü dünya ülkelerinin sömürge sonrası dönemde daha kötü bir duruma düşüp düşmedikleri, sayıları az da olsa – iyi ki az – Üçüncü Dünya aydınlarının ileri sürdükleri gibi, sömürge öncesinde de bu ülkelerin bir çöküşü yaşadıkları, aynı duruma geri dönmelerinde tarihsel yapılarının da sorumlu olup olmadığıydı. Böylece dürüstlük örneği V.S.Naipul‘un düşüncesi, kendi başına işleri daha da karmaşıklaştıran Rüşdü’nünkine yeğ tutulabilirdi.
Onlar için tüm yaptıklarımıza rağmen neden bizi hiç takdir etmiyorlar?!
Rüşdü davasının o zamanlar ve daha sonra yol açtığı kavram karmaşası Batıdaki pek çok insana “yeter artık” dedirtti. Vietnam ve İran’dan sonra – genelde bu iki örnek Amerikalıların iç yaralarını deşmenin yanı sıra (1960’lardaki öğrenci hareketleri, 1970 rehine olayında kamuoyunun tepkisi), uluslararası çekişme, Vietnam ve İran’ın radikal milliyetçiliğe “kaybedilmesi” bağlamında kullanılır – sınırların korunması gerekli oldu. Batı demokrasisi bir darbe yemişti ve asıl fiziksel yıkımı bu ülkeler yaşamış olsalar da Jimmy Carter’ın bir zamanlar dediği gibi “karşılıklı bir yıkım”dan söz edilebilirdi.
Bu duygular Batılıları sömürge sonrası dönemi yeniden değerlendirmeye itti. Doğru değil mi diye düşündüler geçmişi değerlendirirken. “Onlar”ı çağdaş bir düzeye getirip ilerlemelerini biz sağlamadık mı? Kendilerinin bir türlü kuramadığı düzen ve dengeyi biz onlar için kurmadık mı? Bağımsızlıklarını sürdürebileceklerine olan bu inançları ve kendilerine olan bu boş güvenleri de neyin nesiydi? Zaten bu güven değil miydi Rüşdü’nün zekasına sahip Bokassa ve Amin’leri sürükleyen? Belki de sömürgelerin ellerimizden kayıp gitmelerine izin vermemeli, o aşağılık ırkları kontrolümüz altında tutup, onları uygarlaştırma sorumluluğumuza sadık kalmalıydık.
Bu yazdıklarımın daha çok bir gülmece havası taşıdığının farkındayım. Yine de Batı adına konuştuklarını düşleyen pek çok insanın söylemleriyle rahatsız edici bir benzerlik taşıyor. Bağımsızlıklarına kavuşan eski sömürgeler hakkında birbiri ardına yapılan genellemeleri sürekli bağış ve yardımlarda bulunan Batının düşünce tarihine yapılan göndermeler, bunları da “Batı”nın elini nankörce ısıranlara serzenişler izledi. “Onlar için tüm yaptıklarımıza rağmen neden bizi hiç takdir etmiyorlar?!” (2)
Tüm bunları takdir görmemiş bir iyilikseverliğe sığdırmak ne kadar da kolay! Unutulan, yüzyıllarca uğradıkları adaletsizliklere, bitmez tükenmez ekonomik baskılara, bireysel ve toplumsal yaşamlarının yok olmasına, Avrupalının değişmez üstünlüğünün getirdiği boyun eğmeye dayanan, tümüyle yıkılmış, tükenmiş sömürge insanlarıydı. Yalnızca köle ticareti için sürüklenen milyonlarca Afrikalıyı anımsamak sanırım bu üstünlüğün ne pahasına sürdürüldüğünü anlamaya yeterli olacaktır. Yine de saat saat, dakika dakika verilen sömürge tarihinde bunların sözü pek edilmez.
Avrupa’nın dehşet ve korku yaratan yanı
Günümüzde süregelen ve Batıyı merkez alan böyle bir söylemde dikkat çeken nokta söylemin toparlayıcı şekli, bazı olguları içine alırken bazılarını önemsizleştirip söylem dışı bırakmasıdır. Kendimizi bu söylemle birden on dokuzuncu yüzyılın sonlarında buluveriyoruz.
Bu egemen efendi tutumu sanıyorum Joseph Conrad‘ın 1898-1899 yılları arasında yazdığı zengin ve zaman zaman anlaşılması zorlaşan Karanlığın Yüreği’nde en güzel şekilde sergileniyor. Öykünün anlatıcısı Marlow bir yandan tüm anlatının trajik çıkmazını kabullenirken – “İnsanın varlığına, gerçekliğine, ve anlamına belirli bir dönemin etkisini iletebilmek gerçekten zordur… Düşlerimizde nasıl yalnızsak yaşamda da öylesine yalnızız” (3) – öte yandan Kurtz’un Afrika deneyiminin muhteşem zenginliğini Afrika’nın içlerine, Kurtz’a doğru yaptığı yolculuğu anlatırken iletmeyi başarır.
Bu anlatım Avrupa’nın karanlık dünyadaki kurtarıcı – aynı zamanda dehşet ve korku yaratan – yanı ile doğrudan bağlıdır. Anlatısında uydurulmuş, anlamsız bölümler olsa da, Marlow tanımlamalar, konuyu renklendiren öyküler, heyecanlı karşılaşmalarla tarihsel ivmeyi dengeliyor. Kurtz’un İç Durağına olan yolculuğunu anlatırken Marlow Afrika’nın yüreği dediği asıl hedefi olan nehir yukarısına yaptığı yolculuğun kıvrımları gibi bir ileri bir geri spiral şekiller çizerek dolaşır durur.
Marlow’un bembeyaz bir takım elbiseli memurla balta girmemiş ormanın ortasında karşılaşması anlatımına konu dışı bölümler ekletir, tıpkı Kurtz’un hediyelerinden şaşkına dönen Rusla olan karşılaşmasında yaptığı gibi. Aslında Marlow’un konudan konuya atlayıp bir türlü asıl söylemek istediğine gelememesinde ormanın içlerinden Kurtz’un fildişi imparatorluğuna bin bir güçlükle ulaşırken karşılaştığı zorlukların payı vardır.
Conrad anlaşılan bize Kurtz’un yağma serüveni ile Marlow’un nehrin yukarısına yolculuğunun ve öykünün kendisinin tek bir ortak konusu olduğunu göstermeye çalışıyor: Avrupalıların Afrika’da ve Afrika hakkında kurdukları sömürgecilik düşleri…
Conrad’ı çağdaşları olan diğer sömürge yazarlarından farklı kılan büyük bir olasılıkla sömürge sisteminin eski bir Polonyalı sürgün olan Conrad’ı içine almasından doğan nedenlerle – yaptığının tam bilincinde olmasıdır. Bu nedenle diğer öykülerinin çoğunda olduğu gibi Karanlığın Yüreği Marlow’un maceralarından ibaret olamaz: kitap öyküsünü belirli yer ve zamanlarda bir grup İngilize anlatan bu gezginin, Marlow’un oyunlaştırılmasıdır.
Conrad belki de dinleyici grubundakilerin çoğunluğunu iş dünyasından seçmekle önceleri bireysel bir girişimcilik olan sömürgeciliğin 1890 yılları boyunca boyutlarının genişlediğini vurgulamak istemektedir (rastlantı aşağı yukarı aynı dönemlerde Halford Mackiner isimli kâşif, coğrafyacı ve liberal emperyalist Londra Bankerler Enstitüsü‘nde bir dizi konuşma yapıyordu: (4) Conrad’ın bunu bildiği hiç de uzak bir olasılık değil). Her ne kadar Marlow’un anlatım tarzı bize emperyalizmden kaçış yolunun olmadığı, egemenliği altındaki her şey adına konuşma hakkının olduğu duygusunu verse de, Conrad, Marlow’un bu tavrıyla birbirlerine benzeyen bir grup İngiliz önünde bir bakıma rol yaptığını gösterir.
Estetik ve siyaset biçimi olarak tek sistem haline getirilen emperyalizm
Yine de ne Conrad, ne de Marlow, Kurtz’un, Marlow’un, Nellie’nin güvertesindeki dinleyicilerin ve Conrad’ın dünyaya egemen tavırlarının dışında ne olduğu ile ilgili bir fikir vermez. Bununla Karanlığın Yüreğinin çok etkili bir şekilde işlediğini, çünkü estetiğinin ve siyasetinin emperyalist olduğunu söylemek istiyorum.
On dokuzuncu yüzyılın sonlarında bir estetik ve siyaset biçimi olarak tek sistem haline getirilen emperyalizm. Çünkü eğer başka bir insanın deneyimini tam olarak kavrayamıyorsanız ve eğer Kurtz’un ormandaki beyaz adam ya da başka bir beyaz adam olan Marlow’un kullandığı yetkeye bağlı kalmak zorundaysanız, o zaman emperyalist olmayan seçenekler aramanız boşunadır; sistem tüm bu seçenekleri elemiş ve düşünülemez kılmıştır. Bu kapalı sisteme yalnız estetik olarak değil, ussal olarak da dokunulmaz.
Conrad, Marlow’un öyküsünü öyle bir ana yerleştirir ve bunu öyle bir bilinçle yapar ki, emperyalizmin kendi tarihini yutmasından çok, Nellie‘nin Avrupalıların hemen dışında daha geniş bir tarih içerisinde oluştuğunu kavramamıza olanak tanır.
Conrad, Marlow’u emperyalist bir dünya görüşünü temsil etmekten başka bir şekilde kullanamazdı, dönemin Avrupalı olmayan insanlarına kıyasla Conrad ya da Marlow’un sahip olduklarını düşününce. Bağımsızlık beyazlar ve Avrupalılar içindi; aşağı ırklar yönetilmek için vardı; bilim, tarih ve ilerleme Batı’dan yayılırdı. Conrad’ın Belçikalı ve İngiliz sömürgeciler arasındaki tutum farklarını belirttiği doğrudur ama o yine de dünyayı Batının sömürge alanları olarak görmekten ileri gidemedi. Conrad geçmişinden, sürgünlüğünden gelen bir kenarda bırakılmışlık duygusu taşıyordu. Belki de bu nedenle büyük bir özen göstererek (kimileri bunu çıldırtıcı bir özen olarak niteler) Marlow’un anlatısını bu dünyanın farklı ama belirsiz başka bir dünya ile çakıştığı noktada bulunmasından doğan bir geçicilikle sınırladı.
Conrad elbette Cecil Rhodes ya da Frederick Lugard gibi büyük bir emperyalist değildi, yine de her birinin Hannah Arendt‘in sözleriyle “Sonu gelmez bir yayılma sürecinin girdabına nasıl kapıldıklarını, ne ve kim olduklarını unutup sürecin kurallarına boyun eğdiklerini, düzenin sürmesini sağlamak için yerine getirmesi gereken görevleri ve sadık kalması gereken görünmez güçleri, kendisini görevini yerine getirmesi gereken biri olarak algılaması gerektiğini ve zamanla bu görevin yaşamında karşılaşabileceği olası başarıların en büyüğü olarak niteleyeceğini” çok iyi anlıyordu.
Conrad’a göre eğer emperyalizm tüm temsil sistemini tekelleştirdiyse – Marlow ve dinleyiciler de dahil olmak üzere tüm gezginler ve Kurtz ve aynı zamanda bütün Afrikalılar adına konuşabilen Karanlığın Yüreği‘ndeki emperyalizm gibi – düzenle tam bir uyum ve eşdeğerlilik sağlamanız koşuluyla dışardan biri olarak bilinciniz bu sistemin nasıl çalıştığını ayrıntılarıyla kavramanızı sağlayacaktır. Bu yüzden kültürüyle tam bir bütünleşme sağlayabilen bir İngiliz olamayan Conrad eserlerinde ironik bir uzaklığı hep korudu.
“Conrad anlaşılan bize Kurtz’un yağma serüveni ile Marlow’un nehrin yukarısına yolculuğunun ve öykünün kendisinin tek bir ortak konusu olduğunu göstermeye çalışıyor.”
Geçmişi eleştiren renksiz şüpheciler
Conrad’ın bu tür bir anlatım biçimini yeğlemesi sömürge sonrası dünyaya ilişkin iki görüşün çıkmasına olanak verdi. İlki emperyalist girişimin önünü açar, dünyayı Avrupalı ve Batılı emperyalizmin gördüğü gibi sunar ve İkinci Dünya Savaşı’ndan güçlenerek çıktığını ileri sürer. Batılılar Afrika ve Asya’daki sömürgelerinden fiziksel olarak çekilmiş olabilirler ancak bu ülkeler yalnız pazar olarak değil, ideolojik olarak da yönetmeyi sürdürdükleri bölgeler olarak kalır.
Amerikalı bir aydının geçenlerde dediği gibi, “Bana Zululu bir Tolstoy gösterin.” Bu görüşün iddiacı egemen kapsamını bugün Batı’nın dışında kalan dünyanın geçmişteki durumu, bugün ne olduğu ve yarın ne olacağı üzerine olduğu kadar Batı’nın ve aynı zamanda Batı’nın uygulamaları adına konuşanların sözlerinde bulmak olasıdır. Bu söylem sömürge dünyasının ontolojik açıdan yitirilmiş olduğunu, geriye dönülemeyeceğini ve bu ülkelerin zaten Batı’dan aşağı olduğunu savunarak “yitik” olanın temsiline yer vermez. Dahası, sömürgecilik deneyiminde paylaşılmış olanın değil, paylaşılması söz konusu bile edilemeyecek olanın yani gücün ve gelişmişliğin getirdiği yetkenin sözünü bile etmez.
İkinci görüşe gelince, daha önce belirttiğim gibi, Conrad emperyalizmin yerini alabilecek bir sistemin düşünülebileceği duygusunu bize vermiyor: yazılarında kullandığı Afrikalı, Asyalı ya da Amerikalı yerli halk bağımsızlık konusunda pek beceriksizdi. Avrupalının vasiliğini olmazsa olmaz bir şey olarak gördüğü için de emperyalizm sona erdiğinde yerini neyin alabileceği konusunda bir öngörüsü yoktu. Ama sona erse de – insanın öbür çabaları, konuşmanın kendisi gibi – zamanında olur ve geçerdi.
Conrad emperyalizmi böylesine bir zaman dilimine yerleştirdiği, var oluşunun nedenlerini gösterdiği, emperyalizmin yol açtığı anlatılmaz ölçülere varan şiddet ve acımasızlığı yazılarında (Nostromo‘da olduğu gibi) aktardığı için okuyucularının düzinelerce Avrupa sömürgesine bölünmüş bir Afrika’dan farklı bir Afrika düşlemelerini sağlar, kendisinin böyle bir Afrika’nın nasıl olabileceği üzerine en küçük bir fikri olmasa da.
Conrad’ın ilk satırlarına dönersek, yeniden diriltilmeye çalışılan emperyalizm söylemi on dokuzuncu yüzyılın sömürge sisteminin bugün hâlâ ülkeler arası sınırları ve toplumlararası ilişkileri belirlemeye devam ettiğini kanıtlamaktadır. İlginç olan eskinin sömüren ve sömürülen ülkeleri, örneğin Britanya ve Hindistan ya da Fransa ve Afrika’daki Fransız sömürgeleri, arasında bugün iç içe geçmiş gibi duran bir ilişkiler yumağı görülmesidir.
Ancak bu tür ilişkiler ulusal gelecek, ülke dışı çıkarlar, emperyalizmin yeniden doğuşunu destekleyen ve onlar gibi düşünenlerle – hırçın Batılılar, ve adlarına yeni milliyetçilerin ve hızla güçlenen Ayetullahların konuştuğu Batılı olmayanlar emperyalizm yanlıları ve karşıtları arasındaki kutuplaşmış görüş ayrılığının çığırtkanlarınca gölgelenmektedir. Bu bölünmüş kampların her ikisinde de suçsuz, adil, olup bitenlerin farkında olan insanlar; dışında ise oradan buradan toplanmış, sürekli şikayet edip, mızmızlanan bir grup aydın ve hiçbir yarar getirmeyeceğini bile bile geçmişi eleştiren renksiz şüpheciler vardır.
Aydınlanma ve özgürlük düşünceleri
Karanlığın Yüreği‘ne göndermeler yaptığımda belirtmeye çalıştığım gibi 1970 ve 1980’lerde önemli bir ideolojik değişime tanık olduk. Bu değişim radikal düşünceleri ile tanınan bazı düşünürlerin öncelik verdikleri konularda ve bakış açılarında kolayca gözlenebilir. 1960’larda radikalizmin ve aydınların yükselişinin öncüleri olan Fransız düşünürler, Jean-François Lyotard ve Michel Foucault aydınlanma ve özgürlük düşüncelerine olan inançlarını yitirmeye başladıklarından söz ederler. Lyotard’a göre 1980’ler post-modernist, tarihle değil, yerel sorunlarla, gerçeklikle değil oyunlarla ilgilenen bir dönemdir. (6)
Foucault da çağdaş toplumdan dışlanmaya karşı tepki gösteren kesimlerin – suçluların, şairlerin vb. – direnişlerine olan ilgisini kaybeder ve gücün her yerde olduğuna ve dolayısıyla bireyi çevreleyen gücün yapısı üzerine yoğunlaşmanın daha verimli olacağına karar verir. (7) Lyotard ve Foucault’nun özgürleştirme çabalarının uyandırdığı düş kırıklığını göstermede aynı yola başvurduklarını görüyoruz: haklı bir ereğin ve bu ereğe ulaştıracak bir başlangıcın artık yeterli olmadığını öne süren bir anlatı.
Buna göre artık elden gelen bir şey yoktur; içinde sıkışıp kaldığımız bir çember, bir kısır döngüdür uğraş verip kurtulmaya çalıştığımız. Pek çok Batılı aydının felsefe ile ya da emperyalizmle olan tek ilişkileri haline gelen Cezayir, Küba, Vietnam, Filistin ve İran’a yıllardır verdikleri destekten sonra artık bir tükeniş, umutsuzluk ve düş kırıklığı noktasına gelindi. (8) Ve artık devrimleri desteklemenin ne kadar yararsız ve boşuna olduğu, devrim sonrası iş başına gelen rejimlerin bu ülkeleri nasıl barbarca yönettikleri ve çok uç bir sav olsa da sömürgelerin bağımsızlığa kavuşmalarının komünizm ideolojisinin işine yaradığı savları duyulur oldu.
Ve işin içine terörizm ve barbarlık girer. Ek olarak sömürge uzmanlarının sık sık duyulan mesajları: Sömürge insanları sömürüyü hak ediyorlar; ya da Aden, Cezayir, Hindistan ve Indoçin’den çekilmemiz büyük bir aptallıktı, yeniden ele geçirmek hiç de fena olmaz aslında. KGB ve terör örgütleri ve bağımsızlık hareketleri arasındaki ilişkileri inceleyen sayısız kuramcı ve uzmanların görüşlerini de unutmamalıyız. Jeane Kirkpatrick‘in deyişiyle Batı yanlısı otoriter (totaliter değil) rejimlere karşı bir sempati oluştu. Reaganizm, Thatcherizm ve diğerleri ile birlikte tarihte yeni bir dönem başladı.
‘Artık devam edemem, devam edeceğim’
Tarihsel açıdan nasıl değerlendirilirse değerlendirilsin. Batının “periferik dünyadan” çekilmesi bir aydın için çekici ve öğretici bir etkinlik olmaktan dün uzaktı, bugün de öyle. Balinanın dışında kalmanın anlamını bulma ve bilgi olasılığını dışarıda bırakıyor. Fraklı bir görüş açısı için Rüşdü’ye dönelim:
“Siyasetsiz, kurgusal bir dünya yaratmanın, insanların çalışmak, yemek yemek, nefret etmek ya da sevmek ve uyumak gibi temel gereksinimlerinin olmadığı bir dünya yaratmak düşüncesi kadar gerçekten uzak olduğunu görüyoruz. Balinanın dışında politik malzemenin birleşmesinin yarattığı özel sorunlarla uğraşmak zaman zaman gerekli, hatta eğlendirici olabilir, çünkü politika bazen bir oyun, bazen bir trajedi, bazen de (Ziya’nın Pakistan’ı örneğinde olduğu gibi) her ikisidir de. Balinanın dışında yazar, kalabalığın, okyanusun, fırtınanın bir parçası olduğunu kabullenir, çünkü nesnellik mükemmele ulaşmak gibi bir düş, başarının olanaksızlığına rağmen ulaşılamaz bir amaç haline gelir. Balinanın dışında Samuel Beckett‘in ünlü formülünün dünyası vardır: Artık devam edemem, devam edeceğim.” (9)
Rüşdü’nün sözleri, Orwell’den alınsa da, bana daha çok Conrad’ı çağrıştırdılar. Çünkü Conrad’ın anlatı biçiminde dışarıya gönderme yapılırken Marlow ve dinleyicilerinin oluşturduğu temelde emperyalist simgelerin dışında bir perspektife dikkat çekilmektedir. Bugünü ilgilendiren, ne tarihsel kader safsatalarına, ne de tarihsel bir kayıtsızlığa ve teslimiyetçiliğe seslenen, laik bir perspektiftir bu. İçeride olmak emperyalizmin tüm deneyimlerini dışarıda bırakır ve onu Avrupa merkezli, bütüncül bir görüşün egemenliğine indirger; taraflardan hiçbirinin tarihsel ayrıcalıklar taşımadığı bir alanın oluşmasını önerir.
Ortak zemini görmek kavganın içinde yer alanlar için zordur
Rüşdü’nün sözlerini yorumlarken, onları çarpıtmak ve kendimden eklemeler yapmak istemiyorum. İngiliz basınıyla olan sürtüşmesinde (Şeytan Ayetleri yüzünden sürekli saklanmak zorunda kalmadan önce) Hindistan’ın güncel basında çıkan betimlemelerinde kendi deneyimlerinin gerçekliğinden iz bulamadığını iddia etti.
Ben biraz daha ileri gidip, siyasetle kültür ve estetiğin bir araya gelmesinin ortak bir zeminin ortaya çıkmasını sağladığını söyleyeceğim. Belki de bu ortak zemini görmek kavganın içinde yer alanlar için özellikle zordur, durup düşünmek yerine sürekli karşı atağa geçmek yeğlendiği için. Rüşdü’nün düşüncelerinin gerisinde gizlenen öfke ve kızgınlığı anlayabiliyorum çünkü ben de onun gibi Üçüncü Dünyayı bir baş belası, kültürel ve siyasal bağlamda işe yaramayan ülkeler olarak gören bir Batı görüş birliğince dışlanmış ve sayıları azalmış bir kesimin üyesi olarak görüyorum kendimi.
Küçük bir azınlığın üyeleri olarak yazıp çizsek de gazeteci ve akademisyen eleştirmenlerimiz gazeteleri, televizyon ve radyo istasyonlarını, dergi ve görsel yayın araçlarını ellerinde tutan zengin bir bilgi ağına sahipler. Bunların pek çoğu şu anda sağ eğilimli bir kınama ordusunun içinde seslerini yükseltmekteler. Beyaz olmayanı, Batılı ve Hıristiyan olmayanı seçip terörist, toplum dışı, ikinci sınıf, işe yaramaz gibi birtakım aşağılayıcı başlıklar altında toplar ve bu tür gruplarla savaşmayı bir anlamda Batılı ruhunu korumak olarak görürler.
Şimdi Conrad’a ve Karanlığın Yüreğine yeniden dönelim. Conrad öyküsünü Thames nehrine demirlemiş bir teknenin güvertesinde kuruyor; Marlow öyküsünü anlatırken güneş batar ve anlatının sonunda karanlığın yüreği İngiltere’de yeniden ortaya çıkar. Marlow’un ve dinleyici grubunun dışında belirsiz bir dünya vardır.
Conrad, zaman zaman bu dünyayı sömürgeci bir başkent söylemine dönüştürmek ister gibi görünse de kendi öznelliğinin yardımıyla buna direnir ve başarır. Conrad’ın bilinçli bir şekilde kullandığı dairesel anlatı biçimleri ancak 1924’de Conrad’ın ölümünden sonra elle tutulur hale gelen ve emperyalizme erişemez gibi görünen bir gerçekliğin gizil gücünü algılamamıza yardımcı olan yapay yapılar olarak dikkat çekiyorlar.
Bir yap-boz dünyasındayız
Sanırım bu konuyu biraz daha açmamız gerekiyor. Conrad’ın anlatıcıları Avrupalı tavırları ve isimlerine rağmen Avrupa emperyalizminin, derin düşünme yeteneğinden yoksun, saf, kendi hallerinde tanıkları değiller. Yalnızca sömürgecilik olgusunun yaptığı çağrışımları kabul etmezler; kendi kendilerine düşünürler, endişelenirler, ve aslında sömürgeciliğin hiç de sanıldığı gibi olmadığını anlatabilmek için kafa yorarlar.
Conrad’ın emperyalizme ilişkin kendi düşünceleri ile ortodoks düşünceler arasındaki bu farkı yansıtma biçimi anlatıcının dilindeki sapmalar yoluyla düşünce ve değerlerin nasıl yapılandığına (ve dağıldığına) dikkat çekmek amacını taşımaktadır. Anlatılar özenle sahnelenir: anlatıcının ses tonu, söylediklerinin etkisi, dinleyicilerle olan ilişkisi önemli hatta anlatılan öykünün vazgeçilmez unsurlarıdır.
Marlow, örneğin, söylemek istediklerini dobra dobra, açıkça söyleyen biri değildir. Bir anda boşboğazın, gevezenin biri olabilirken, hemen sonra şaşırtıcı bir şekilde güzel ve etkili konuşmaya başlar. Garip olayları, kişileri daha da garipleştirmek için onları belirsizleştirir, çelişkiler yumağı haline getirir. Bir Fransız savaş gemisinin “bir kıtaya” ateş açtığını söyler; Kurtz’un etkili ve güzel konuşması yanıltıcı olduğu kadar aydınlatıcıdır da. Konuşması öylesine tuhaf çelişkilerle doludur ki konuşmanın sonunda sunduğu ya da anlattığının tam olarak öyle olmaması gerektiği gibi bir duyguyla dinleyiciyi kendi şüpheleri ile baş başa bırakır.
Kurtz’un da, Marlow’un da anlattığı aslında emperyalizmin kurduğu efendilik sistemidir. Avrupalının siyah Afrikalı ve fildişleri üzerine, uygarlığın ilkel, karanlık kıtaya olan efendiliği. Genel geçer sömürge fikri ile Afrika’nın gerçekliği arasındaki zıtlığı vurgulayarak Marlow yalnız sömürge ve sömürgecilik olgusunu değil, daha temel bir şeyin, gerçekliğin kendisinin okuyucu tarafından sorgulanmasını sağlar. Çünkü eğer Conrad tüm insan etkinliğinin temelde tutarsız bir gerçekliğin kontrolüne dayandığını gösterebiliyorsa, bu sömürgecilik için de geçerlidir.
Conrad’la o zaman bir yap-boz dünyasındayız. Dengeli, sağlam ve güvenilir görünene -köşebaşındaki polis memuru gibi örneğin Afrika ormanlarındaki beyaz adam kadar güvenilebilir ancak ve karanlıkla, öykünün sonunda Afrika’da ve Londra’da aynı olan karanlıkla savaşmayı ve yenilgiyi gerektirir.
Emperyalizm ile direnişçi yerel kültürler arasında sürekli bir yüzleşme görülür
Conrad hep var olan karanlığın sömürgeleştirilebileceğinin ya da aydınlatılabileceğinin farkındadır. Karanlığın Yüreği “mission civilisatrice”e göndermelerle doludur. Kurtz da, Marlow da karanlığı tanırlar; Kurtz ölmek üzereyken, Marlow ise Kurtz’un son sözlerinin anlamını kendi kendine düşünürken. Her ikisi de (Conrad da tabii) “karanlığın” kendine özgü bir bağımsızlığı olduğunun, bir kez eline geçirdiğini bir daha zor bırakacağının farkındaydılar.
Bu anlamda zamanlarının ötesindeydiler. Ama hem Marlow, hem de Kurtz biraz aşağılayarak biraz hor görerek Avrupalı olmayanı bir “karanlık” olarak görmede aslında zamanlarının insanıydılar ve bu insanların aslında emperyalizme direnen Avrupa dışında bir dünya olduklarını ve bir gün karanlığı yeniden kurmak için değil, bağımsızlıklarını kazanmak için direndiklerini görecek adımı bir türlü atamadılar.
Conrad’ın en büyük eksikliği bir yandan emperyalizmin özünde baskı ve toprak yağmacılığının yattığını görürken, yerli halkın Avrupalı baskısından kurtulup özgür yaşayabilmesi için emperyalizmin sona ermesi gerektiği sonucuna ulaşamamasıdır. Yaşadığı döneme uyarak sömürülenlere özgürlüklerini veremedi, onları köleleştiren sömürgeciliğe ağır eleştiriler getirmesine rağmen.
Conrad’ın bu Avrupa merkezci tutumunun yanlışlığını gösteren kültürel ve ideolojik kanıtlar oldukça etkileyici ve zengindirler. Sömürgeciliğe, yanıt verebilecek direniş kuramları ve yazın akımları vardır artık. Ve birbirinden bütünüyle farklı sömürge sonrası bölgelerde Avrupa dışındaki dünyanın gündemini, önceliklerini, tarihlerini ve zenginliklerini dile getirmek için eşit koşullarda bir tartışmada metropolitan dünya ile ilişkiye girme çabalarını görebiliriz.
Bu çabaların bazıları, örneğin konuşmaları, kitapları ve el ilanları ile İslam Devriminin yolunu açan Ali Shariati ve Jalal Ali-Ahmed, iki önemli ve etkin İran aydını, Batı’yı bir düşman, bir hastalık ve şeytan olarak görür. Kenyalı Ngugi ve Sudanlı Tayib Salih ise kendi amaçları doğrultusunda sömürge kültürünü bir macera, bilinmeyene bir yolculuk gibi romanlarına uyarlarlar. Salih’in Kuzeye Göç Mevsimindeki kahraman, Kurtz’un yaptığının tam tersini yapar: Siyah adam kuzeye, beyazların bölgesine doğru yola çıkar.
Klasik on dokuzuncu yüzyıl emperyalizmi ile onun yol açtığı direnişçi yerel kültürler arasında bu nedenle sürekli bir yüzleşme ve tartışma görülür. Sömürge sonrası pek çok yazar geçmişi içlerinde taşır; aşağılayıcı yaraların izleri gibi, yepyeni bir geleceğe yönelik bir geçmişin vizyonu gibi, hep sessiz kalan, ama artık sesini duyurmak isteyen yerli halkın zorla aldığı toprakları bir daha geri vermeye niyetli olmadığı deneyimler gibi.
Rüşdü’nün, Derek Walcott‘un, Aime Casaire, Chinua Achebe, Pablo Neruda ve Brian Friel‘de bunlar gözlenebilir. Ve şimdi bu yazarlar bir zamanlar kendilerini okuma yazma bilmeyen, haklarında yazılan söylenenlere karşılık bile veremeyen insanlar olarak görenlerin, sömürgecilerin eserlerini gerçekten okuyabilir.
Çeviren: Zühal Akünal Okan
Dipnot:
1) Salman Rüşdü, “Outside the Whale”, Imaginery Homelands: Essays and Criticism, 1981-1991 (Londra Viking/Granta, 1991),
2) Bu Conor Cruise O’Brien’ın bir mesajı: “Why the Wailing Ought to Stop”, The Observer, Ha- ziran 3, 1984.
3) Joseph Conrad, “Heart of Darkness”, Youth and Two Other Stories (Garden City: Doubleday, Page, 1925), s.82.
4) Mackinder için bkz. Neil Smith, Uneven Development: Nature, Capital and the Production of Space (Oxford: Blackwell, 1984), s.102-3.
5) Hannah Arendt, The Origins of Totalitarianism (1951, yeni basım, New York: Harcourt Bra- ce Jovanovich, 1973), s.215.
6) Jean-François Lyotard, The Postmodern Condition: A Report on Knowledge, Çev. Geoff Benninton ve Brian Massumi (Minneapolis: University of Minnesota Press, 1984), s.37.
7) Özellikle Foucault’un son çalışmasına bkz., The Care of the Self, Çev. Robert Hurley (New York: Pantheon, 1986).
8) Örneğin bkz. Gerard Chailand, Revolution in the Third World (Harmondsworth: Penguin, 1978).
9) Rüşdü, “Outside the Whale”, s.100-101.