Share This Article
Evelına Johansson Wılén, Marıa Wemrell | Çeviren: Tomris Güzelsoy
Yakın zamanda, feminist hukuk bilimci Annika Rudman bir seminere katıldı. Son yirmi yıldır Güney Afrika’da yaşayan ve çalışan Rudman, çığır açan bir davadan bahsetti: Mary Sunday Vakası… Mary Sunday, Nijerya Federal Cumhuriyeti’nde yaşıyordu. Kısacası, yerleşik ataerkil düzen ve kadınlara yönelik aile içi şiddetle kötü bir üne sahip bölgede bulunuyordu.
Yıllarca, kendisine sistematik şiddet uygulayan bir polis memuruyla birlikteydi. Bir akşam, kendisi için pişirilen güveçten memnun kalmayan adam, hem tencereyi hem de yemeğin yapıldığı küçük tüpü Sunday’e fırlatmıştı. Sunday ağır yanıklar aldı ve iki kulağında da duyma yetisini kaybetti. Adalet mücadelesi yıllarca sürdü; mahkemeler, aile içi şiddetin devletin sorumluluk alanına girmediğini iddia ederek davayı görmezden geldi.
Bu tür hikâyeler, bütün kadınların çocuklarını da alarak erkeklerden tamamen uzak bir adaya, bir çeşit Herland’e (Kadınlar Ülkesi) gitmek istemesine neden olabilir. Sunday’nin partneri elbette yaptığı şiddetten bireysel olarak sorumluydu; ancak eylemleri hem toplum hem de devlet tarafından “hoş” ve mazur görülmüştü. Ve ataerkil yapıların ve normların dünyanın bazı bölgelerinde daha güçlü olduğu doğru olsa da, “ev” hâlâ dünyanın büyük bölümünde kadınlar için en tehlikeli yer olmaya devam ediyor.
Örneğin, Avrupa Birliği genelinde yapılan araştırmalar, İsveç’teki kadınlara yönelik şiddet düzeylerinin birçok Avrupa ülkesinden daha yüksek olduğunu göstermekte. Bu da erkeklerin kadınlara uyguladığı aile içi şiddetin ne kadar ısrarlı ve evrensel olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

Toplumsal cinsiyet alanında çalışan Annika Rudman, cinsiyet kimliği, cinsiyet ifadesi, cinsiyet rolleri, cinsel yönelim, sınıf, etnik köken ve kültür gibi alanlara odaklanıyor.
Direnişin bir sahası olarak aşk
Erkeklerin, kadın partnerlerine ciddi zarar verme olasılığının kadınlara kıyasla çok daha yüksek olması bir yana, kadınlar hâlâ ev içi emeğin — hem görünür ev işleri hem de görünmeyen duygusal bakım emeğinin — büyük kısmını üstlenmekte. Bu emek çoğu zaman “aşk” olarak tanımlanıyor ve bir şekilde yerine getirilmesi isteniyor.
Feminist siyaset kuramcısı Anna Jónasdóttir’in belirttiği gibi, erkekler kadınların sevme kapasitesini kendi üzerlerinde güç kurmanın bir aracı hâline getirebilir.
Dolayısıyla, bazı kadınların heteroseksüel aşkı sorgulaması şaşırtıcı değil. Feminist düşünürler uzun süredir heteroseksüel çift ilişkisinin değerini tartışıyor; özellikle de son dönemde yükselen “aile kurumunun lağvedilmesi” fikrini savunan akımlar, bu yapının kadınlara gerçekten ne sunduğunu sorguluyor. Ancak heteroseksüel yakınlığı tamamen reddetmek, ilişki biçimini asıl sorunla karıştırmak olur. Kadın düşmanlığını ve erkeklerin kadınlar üzerindeki egemenliğini sürdüren köklü toplumsal yapılar, yalnızca heteroseksüel ilişkilerden uzak durarak ortadan kalkmaz.
Son yıllarda yapılan araştırmalar, romantik aşkın yalnızca ataerkilliğin bir aracı olmadığını; aynı zamanda direnişin bir sahası da olabileceğini ortaya koyuyor. Aşk, köklü erkek dayanışmalarını sarsma, katı cinsiyet rollerini zorlama ve gerçek bir karşılıklı özen etiğini besleme potansiyeline sahip.
Erkekler ve kadınlar arasındaki yakınlığı tamamen reddetmek ya da onu yalnızca ataerkil baskının bir yansıması olarak görmek yerine sol hareketin yapması gereken, aşkın kendisini nasıl özgürleştirici bir güç hâline getirebileceğini sorgulamasıdır. Böyle bir bakış açısı, insanların hayatlarını biçimlendiren arzular ve duygusal bağlarla yüzleşen yeni bir politik anlayışın kapısını aralayabilir.
Profesör Anna G. Jónasdóttir, İsveç’te 1970’lerden bu yana toplumsal cinsiyet çalışmalarının gündeme gelmesi için çalışıyor.

Aşk, devrimci bir pratik olarak kavranmalı!
Alice Evans, Romantik aşk, cinsiyet eşitliğinin göz ardı edilen bir motorudur başlıklı makalesinde, aşkın karşılıklı ve eşitlikçi olduğunda, ataerkil egemenliği zayıflatabilecek güçlü bir araç hâline geldiğini savunur. Evans’a göre, erkek otoritesi etrafında yapılandırılmış toplumlarda, romantik aşk; kadınların özerkliğinin erkek gücüne karşı koyabileceği nadir alanlardan biridir — çünkü burada ortak sorumluluk ve gerçek saygı gelişebilir.
Tarihsel örneklerden biri olarak modern kimyanın kurucusu Antoine Lavoisier ve eşi Marie-Anne Lavoisier’i ele alır: Evans’a göre bu tür işbirliğine dayalı, hiyerarşik olmayan ortaklıklar geleneksel cinsiyet kalıplarını kırabilir. Evans, aynı zamanda, kadınların özgürlüğünü hâlâ sınırlayan ataerkil kültürel normları — örneğin “evlat itaati” (filial piety) veya toplumsal beklentiler — eleştirir.
Romantik aşk tek başına patriyarkayı ortadan kaldıramasa da, Evans bunun yakın ilişkilerdeki güç dinamiklerini dönüştürmede kilit bir kaldıraç olduğunu savunuyor. Sonuçta aşk, yalnızca bir duygu olarak değil, devrimci bir pratik olarak kavranmalıdır: her iki tarafın da baskıcı normları sorgulamasını ve evde gerçek bir özen ile eşitliği büyütmesini gerektirir.
Bizim yürüttüğümüz “İstemsiz Bekârlık ve Yalnızlık Deneyimleri” araştırması da benzer bir dinamiğe işaret ediyor. Bu proje, İsveç’teki istemsiz bekârlık ve yalnızlık olgusunu inceliyor; cinsiyet, cinsellik, aşk ve kırılganlık kavramlarının insanların romantik ve cinsel yaşamlarını nasıl şekillendirdiğini araştırıyor.
Çalışma, hem kadın düşmanlığı ve şiddet eğilimini beslediği bilinen ünlü “incel” (istemsiz bekârlar) topluluğunu hem de genel nüfus içinde yer alan kadın ve erkeklerin gündelik istemsiz bekârlık ve yalnızlık deneyimlerini kapsıyor. Veri kaynakları arasında çevrimiçi forumlar, derinlemesine mülakatlar ve anket sonuçları bulunuyor.
Feminizm karşıtlığı cinsiyetler arasındaki kopukluktan besleniyor
İncel forumlarında erkekler giderek daha fazla feminist karşıtı bir bakış açısı benimsiyor. Romantik ya da cinsel ilişkilerden dışlanmak, kadınlara yönelik öfkeyi besliyor ve zamanla zehirli bir nefret duygusuna dönüşüyor. Ancak Matteo Botto ve Lucas Gottzén’in eski inceller üzerine yaptığı araştırma, bu çevrimiçi balonun dışına çıkmanın — yani kadınlarla tanışıp gerçek ilişkiler kurmanın — bu ideolojiyi temelden sarsabileceğini gösteriyor. Gerçek yaşam deneyimleri, genellikle incel dünyasının kadınlara dair çarpık anlatılarıyla kadınların yaşam gerçekliği arasındaki derin farkı ortaya çıkarıyor ve bu forumların beslediği kin dolu bakış açısına meydan okuyor. Sonuç açık: feminizm karşıtlığı yalnızca kötü niyetten değil, cinsiyetler arasındaki kopukluktan da besleniyor.

Lucas Gottzén, yakın ilişkilerinde şiddet uygulayan genç ve yetişkin erkeklerle yaptığı görüşmelere dayanarak, erkeklerin gönüllü olarak tedaviye yönelme süreçlerini inceliyor.
Yapılan anketler de bu sonucu destekliyor. İstemsiz bekârlık, cinsiyet eşitliğine daha az destek ve partner şiddetine daha fazla hoşgörüyle ilişkilendiriliyor. Bazı bekar erkekler, açık uçlu anket yanıtlarında öfkeli ya da feminist karşıtı görüşler dile getiriyor. Buna karşılık, partneri olan birçok erkek, bir ilişki içinde olmanın kadınların bakış açılarını ve cinsiyet eşitliğinin önemini anlamalarına yardımcı olduğunu söylüyor. Bir katılımcı şöyle diyor:
Eşimi seviyorum ve onun da benim kadar mutlu olmasını istiyorum.
Kadınlar ise çoğu zaman farklı bir tablo çiziyor. Birçoğu ilişkilerinde şiddet, kontrol ve eşitsizlik yaşadıklarını; bu yüzden “işe yaramayan bir ilişkide olmaktansa yalnız kalmayı tercih ettiklerini” dile getiriyor. Bir kadının ifadesiyle:
Partnerinizin annesi, terapisti ve asistanı olmak sürdürülebilir değil.
Kadınlar için ilişkiler, çoğu zaman eşitsizliklerin ve cinsiyet normlarının en görünür hâle geldiği alanlardır; ancak aynı zamanda erkeklerin bakış açısını anlama, karşılıklı destek ve aşkın eşitlikçi biçimlerinin filizlenebildiği yerlerdir.
Tüm bunlardan ne çıkarabiliriz? Heteroseksüel aşk çoğu zaman şiddeti, sömürüyü ve eşitsiz emeği yeniden üretir. Ancak aynı zamanda güçlü bir dönüşüm potansiyeli de taşır. Aşk, karşılıklı ve özgürleştirici bir proje hâline geldiğinde, ataerkil dinamikleri sorgulayabilir. Yakınlık risklidir; fakat aynı zamanda insanları tüm kırılganlıklarıyla yüzleştirir ve güç ile sorumluluğun yeniden paylaşılmasını mümkün kılar. Amaç, duygusal ilişkileri yıkmak ya da yüceltmek değil; onu, arzularımızın tahakküm ya da tükenişe değil, özgürlük ve eşitliğe hizmet ettiği bir alan olarak yeniden düşünmektir.
Bu yazı, Jocobin’de yayımlanan “Love Can Still Liberate” başlıklı yazıdan çevrilmiştir.

