Share This Article
Ben Rafet Ekiz ile 10-13 yaşları arasında tanıştım. Anne ve babamla gittiğim Kuzguncuk’taki Çınar Altı Kahvesine oturduğumuzda, mahallede yaşayan tüm sanatçıların öğleden sonra 3 sularında sahile indiğini ve birbirlerinin masasına oturduğunu hatırlıyorum.
Yaz aylarında gerçekleşen bu ziyaretler esnasında, saat 5’e doğru Çınaraltı Kahvehanesi bir anlamda, “Akşamsefası”nı andırırdı. Yeşerir, bozarır, kızıllaşır ve koyulaşırdı.
Bizim masamızda oturan ressamların değişik boyutlarda yaşanan dil oyunlarına ve sözcüklere eklenen beden hareketlerine pek sık rastlardınız. İşin ilginç kısmı ise bu açık hava tiyatrosu sonu gelmeyen bir temsili andırıyordu. Herkesin kendine has üslubunun olduğu ve özgünlüğün kabul gördüğü o dönemlerde, sanatçılarla çevrili bir mahallenin salaş ve ruhani yapası sizi büyülemeye yeterdi.
Böyle bir atmosferde geçen konuşmalarda ressam Rafet Ekiz’in devasa bedeni, bir şamanı andıran yüz hatları ve duruşu çevrede bulunan pek çok insanı korkutmaya yetiyordu.
Atlarda da vardır varlıklardır, insanın duygularını hisseder, kendine yönelecek tehdidi kozmogonik bir gen havuzunun içinden seçerek anlayabilir. Ona göre uysal veya hırşın davranır. İşte Ekiz’de aynen böyleydi. Tanıştığı bir insanı gözlemliyor samimiyse mesafeli ama yakın davranıyor; iki yüzlü olduğunu düşünürse de cephe alıyor ve işi kavgaya kadar götürebiliyordu. Kısacası samimiyet, “Anadolu bozkırına” açılan kapının anahtarıydı. O bozkır ki, içinde pek çok yaratım ağacının gölgesinin vurduğu oyuklu ve engebeli bir araziydi.
Ken Parker dayanışması
Günün birinde babam ve annemle birlikte yine Kuzguncuk’a gittik. Babam, çok sevdiği ressam YUSUF KATİPOĞLU’nu ziyaret etti. Çınar Altın’a gelen Yusuf amca muhabbet esnasında Rafet Ekiz’in de adı geçince telefona sarıldılar. Ekiz, 5 dk. sonra yanımızdaydı.
O dönemde Türkçe derslerinde dahi elimden düşmeyen, öğretmenimin “senden adam olmaz!” Bakışlarına neden olan grafik roman Ken Parker’ı elimde gören Rafet Ekiz, benimle doğal bir yalınlık ve yakınlıkla, “ben de çok okurdum bunu” demesin mi!
Hemen Ken Parker’ın macerasını Alaska dağlarında çetin bir coğrafyada yaşadığı hayatta kalma mücadelesini, Kızılderililerle kurduğu dostluğu, beyaz adamın işlediği cinayetleri ve maceralarını anlatmaya başaladım. Beni dinleyen ressam, kitabımı eline almış merakla inceliyordu.
Doğanın senfonisini, güçlü ile güçsüz arasındaki mücadelenin onu büyülediğini anlamak hiç de zor değildi. Küçük bir adamın elinde, doğanın yasalarına karşı çıkan ve onu yok etmek isteyen, hayvanları gözünü kırpmadan öldüren insanlara karşı verilen mücadeleyi anlatan bu kitabı inceleyen ressam, kelimeler kullanmadan sayfalar arasında merakla dolaşıyordu.
Geçmişten kalan en belirgin anılarımdan birisi buydu Rafet Ekiz’le ilgili…
80 süreci karmaşa ve yaratım
Memduh Tağmaç’ın “Sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı” sözleriyle temellendirilen darbeler tarihimizde 1980 sol, sosyalist ve genel olarak demokratların üzerinden bir silindir gibi geçti. 80 sonrasında baş gösteren yeni toplumsal ve kültürel eğilimler, sosyo-ekonomik değişimle birlikte, çıkarcılık, sahtekarlık, bencillik, lobicilik ve sanat simsarcılığı gibi bir dizi olumsuzluk baş göstermeye başladı.
Toplumda bu tür ilişkilerin “normalleştirilmesi” ise özel olarak Rafet Ekiz’i çileden çıkardığını düşünüyorum. Öyle ki, ressam bu duyarlılığını her ortamda açık açık göstermekten geri durmuyor ve kavgaya girmekten geri durmuyordu.
1997 tarihinde İstanbul’a geri dönen Ekiz, bir yıl sonra Kuzguncuk’a taşınır. Kuzguncuk önemli bir lokasyondur. İstanbul’un insani, kültürel ve kentsel mimari açısından en az bozulmuş olan yapısıdır. Sanatçılarla çevrili böylesi zengin bir muhitte Ekiz önemli çalışmalara imza atar. 2003 yılında İstanbul Terakki Vakfında tam altı yıl aradan sonra sergi açar.
Tam bu yıllarda karşı karşıya gelme şansını bulduğum Rafet Ekiz’le, aynı yıl içinde hayatını kaybetti. Onunla yaşadığım bir anımı da anlatmak istiyorum.
Atölyede bir gölge dansı
Rafet Ekizle ilgili bir diğer anım ise atölyesinde yaşadıklarımdı.
Yaz günü Annem teftişte olduğu için babamla birlikte Kuzguncuk’a gittik. Pala’nın tezgahından ekmek arası köfte ve bir de bira… Doğruca sahil kenarındaki parka indik. O zamanlar parklar daha özgürdü! Sonrasında babam “gel Rafet’e uğrayalım; hem de atölyesini görmüş olursun” dedi. Şu anki Mülkiyeliler Birliği İstanbul Şube’nin yanındaki sokakta otoparkın karşısındaki atölyesine vardık.
Kapıyı açtığında bulanık gözleri ve yüz çizgileriyle karşıladı biri Rafet Ekiz. Depodan bozma bir mekana girdiğimizi hatırlıyorum. Bir kanepe yere serilen minderler… Ben de yerdeki minderlere oturdum; Rafet Ekiz hemen toparlandı ve bana ne içmek istediğimi sordu; “istemem” dediysem de elime zorla bir Ice Tea tutuşturdu.
Yerde duran tek bir abajurla aydınlanan mekanda, yoğun bir füluluk vardı. Eşyaların duvara vuran gölgeleriyle, ressamın tabloları birbirine karışıyordu. Bu soyut resimleri incelerken dikkatimi çeken boşlukların fazlalığı ve tuvalin yalnızlığıydı. Kalabalıklar içindeki bu yalnız adam aniden yerinden fırladı ve başladı bir kızılderili dansı yapmaya. O an görülmeye değerdi…
Cılız ışığın karşısında dans eden bu iri cüsseli adamın gölgesi mekânı kaplıyor. Duvardaki gölge oyunları boyut değiştiriyordu. Onu meraklı gözlerle takip ettiğimi gören ressam içeri gidip bir tablosunu getirdi bana. Maviye boyanmış bu tablonun içinde bir silüet veya motif bulunuyordu. Fakat, dikkatli baktığınızda bulutların aralandığını ve içeride bir yerlerde kayıkçının belirdiğini hatırlıyorum.
Rafet Ekiz’in resmi üzerine
Anadolu’nun kültürel derinliğini incelediğimizde yaşam pratiklerinin içinde şaman kültüründen süzülen öğelerin bir araya geldiği görülür. Yaşamın içinde olgunlaşan bu kültürel birikim Türk halkının sanatsal DNA’sının yapı taşıdır.
Rafet Ekiz’de bu zenginlikten payına düşeni fazlasıyla alan bir sanatçı. Doğanın sesini, devinimini tuvale yansıtan ressam, arkaik olanla güncel olan arasında ortak bir köprüyü kurmayı başarır. Ressam bu yönüyle Türk resminde Anadolu’nun kadim uygarlıklarından süzülen genetik kodları sentezleyerek “sembolik yaklaşıma” sahip nadir isimlerden biridir denilebilir.
Daha önce söylediğim gibi Rafet Ekiz, başına buyruk/hırçın bir fırça. Tuval üzerindeki dikey ve yatay darbeler bilinçaltındaki tüm yoğunluğu, kültürel ve kadim anlatının yansımasıdır; şöyle der Rafet Ekiz:
Tuval benim için yerkürenin kendisidir. Toprağını didiklemek, ışığında onu yakalamak, havasıyla can katmak sevdasıdır bu işim. İri bir karınca gibi hep onu bilgelik ışığında, düşlerle ve gerçekle oluşturur, taşırım geleceğe.
Onun resminde insan figürü belli belirsizdir. Kendi dünyasındaki insanın görüntüsüdür sanki. Genel olarak doğadaki biçimler kaya parçaları, belirsiz tepeler, ağaçlar belli belirsiz ortaya çıkan figürleri tablolarında görülür. Fırtına önceki sessizliktir resmine hakim olan. Bazen de fırtınanın kendisi…
Çalışmalarına egemen olan gerçek dışılık expressyonizmin bir yansımasıdır. Fakat dedik ya Ekiz’in fırçası başına buyruktur diye… Onun resmi soyut ekspresyonizm ile sınırlanamayacak boyutlarda. Dışavurumculuğun ötesinde kübizmiden non-figürative akımına kadar uzanan sanat akımlarının içinde dolaşır Ekiz…
Onun resmine bakarken bir rüya aleminde dolaştığınızı, kendi bilinçaltının sesini duymaya çalıştığını gözlemleyebilirsiniz. Bu açıdan bakıldığında onun çalışmalarını gözlemleyebilirsiniz. Bu açıdan bakıldığında onun çalışmalarını soyut-dışavurumculuk olarak görmek yanlış olcaktır.
Rafet Ekiz’in fırçasında insanın dertleri vardır. Kimseyle anlaşamayan hırçın ve aykırı olan ressam bütün riyakarlıklarından alzade, insan sevgisiyle, insanla bir arayışın kapılarını aralar.
Bir diğer yolculuğu ise doğa tasvirleridir. Onun gizemli ve boyutlar arasında değişkenlik gösteren yapısı, Ekiz’in resmine yansımıştır. Ressam, düşünsel serüvenleri olan derinlere dalan da bir bohemdir. Hem de sıkı duran bir bohem ve kültür insanıdır. Poetikası vardır.
Yukarıda da belirttiğim örnekteki gibi soyut bir maviliğin içindeki yalnız balıkçıyı görebilmeniz için yoğunlaşmanız, arınmanız ve bakmayı bilmeniz gerekir. Böylesi bir kapalılığın ardından gelen netlik Rafet Ekiz’in karakterinin de yansımasıdır adeta. Yalnızlığın peşindedir… Sanat dünyasında pek fazla rastlanmayan bu durum, ressamı kendi dünyasının içindeki sınırsız rengin içine itilmiştir.
Yalnız ölmüştür Rafet Ekiz; resmettiği tabloları andırır ölümü de… Bir bilinmezlik ve sessizlik içine gömülmüştür. 14 Temmuz 2003 tarihinde bir otomobilin çarpması sonucunda hayata gözlerini yuman ressamın cansız bedeni ise 14 gün sonra bir morg köşesinde bulunmuştur.
Arkadaşına yoğun bir duyguyla veda eden Yusuf Katipoğlu’nun yazdığı veda yazısıyla biz de Rafet Ekiz’i yad edelim:
“Ey resmin haşarı yaramaz çocuğu,
Karadeniz’den çıkıp varolmak uğruna
Hep kendini sanata koydun
Hiç inmedin talebin suyuna
Hiç düşmedin para illetine
Hiç karışmadan bu rezil dünyaya
Hep sanatta sanat dedin.
İnsan dedin,
Yürek dedin,
Sevgi dedin; bağırdın.
Neydi derdin neydi acelen usta!
Kendini sanata kurban ettin.
Nihayet muradına erdin.
Senle yaşamayı bilmeyen bize…
Gerekmezdi be usta.”