Share This Article
Fatmagül Berktay
Hiç kimse, ya da ekofeministlerin deyimiyle yaşayan doğanın hiçbir kesimi, yeryüzündeki yaşamın son derece ciddi bir tehdit altında olduğunu inkâr edemez. Kadınlar son yıllarda yeryüzü yaşamından daha fazla pay almak için verdikleri mücadelede önemli kazanımlar elde ettiler, ama eşit bir biçimde paylaşmaya çalıştıkları dünya her anlamda çürümekte olan bir dünya.
Hepimizi öldürmekte olan bir sisteme eşit bir biçimde katılmanın ne kadar anlamı var? Bu soru, feminist teori ve pratiğin gündemine girmek zorundaydı ve nitekim girdi de: “Ekofeminizm” bu soruya yanıt arama çabasının bir ürünü.
Günümüzde yaşanan ekolojik kriz, feministlerin bu konuya eğilmeleri için kendi başına yeterli bir neden, ancak ekolojiyi feminist felsefe ve politika açısından önemli kılan başka nedenler de var. Ekolojik kriz doğal ve dişi olan her şeyden nefret eden “beyaz, batılı ve eril” felsefi, teknolojik ve ölüm üreticisi sistemlerle bağlantılı.
Fatmagül Berktay
Dişil doğanın ele geçirilip teslim alınması
İşçi sınıfının, zencilerin, yerli halkların, kadınların ve hayvanların sistematik bir biçimde aşağılanması, batı uygarlığının temelinde yatan düalist yaklaşımla yakından ilişkili. Bu yaklaşım beden-akıl ikilemine dayalı ve erkeği akıl ile özdeşleştirirken, kadını ve “aşağı” ırk ve sınıfları doğa ile ilişkilendirir. Doğayı ise, en açık seçik örneğini Descartes’de gördüğümüz biçimiyle, bedene indirger:
Teslim aldım doğayı; yarıp geçtim her yerini;
Kırdım kimsenin dokunamadığı mühürlerini;
Rahmini, göğüslerini ve başını,
Yani tüm gizlerinin saklı olduğu yerlerini,
Parçalayıp açtım.
(
Henry Vaugan, ‘Vanity of Spirit‘
17. yüzyılın ortalarında yazılmış olan bu şiir, doğa ile kadın arasında kurulan özdeşliği ve ikisinin aynı kaderi paylaştığını çarpıcı bir biçimde sergiliyor. Şairin doğaya boyun eğdirme “sevda”sını yansıtmada kullandığı dil, kurbanın uğrayacağı ve bugün acımasız sonuçları iyice ortaya çıkan felaketleri haber veren bir erkeklik gösterisi.
Bu gösterinin doruk noktası ise, gene şiirin ortaya koyduğu gibi, ister doğaya ister kadına yönelen “tecavüz” olgusundan başka bir şey değil. 17. yüzyılda “bilimsel devrimi” gerçekleştiren doğacı filozoflar, bilimsel uğraşıyı, esas olarak yaratıcı amaç niteliğinden arındırılmış dişil bir doğanın ele geçirilip teslim alınması, “bekaretinin bozulması” olarak görüyorlardı. Onlara göre doğa, erkeksi etkinliği edilgin bir biçimde karşılamaya hazır kadın gibiydi.
Dolayısıyla feminizm, daha en başından itibaren, Platon ve Aristoteles’in damgasını vurduğu Antik Çağ düalizminden günümüzde Freud ve Lacan’a kadar uzanan ve kadın ile doğayı özdeşleştirerek bunların erkeğin yarattığı uygarlığın düşmanı gibi gören çok köklü bir gelenekle baş etmek zorunda kaldı.
Ataerkillik, doğa ve kadın arasında kurduğu özdeşlik ile kadın “doğası”na ilişkin önyargılarının ve kalıplaşmış varsayımlarının doğal, hatta doğa yasası olarak kabul edilmesini sağladı ve bu arada her ikisinin de “dizginlenip ehlileştirilmesi”ni meşrulaştırdı. Bu “ehlileştirme”nin nasıl bir “tecavüz”e dönüştüğünü ve ne tür felaketlere yol açtığını bugün artık görmemek mümkün değil.
İnsan ile doğa arasındaki ilişkiye ilişkin düşünsel bir yaklaşım
Ekofeminizmi savunanlar, bugüne kadarki tüm özgürleşme felsefelerinin, belki de sosyal anarşizmin bazı formları dışında, hep insan merkezli bir yaklaşımı temel alarak insanın dışındaki doğanın giderek daha fazla boyunduruk altına alınmasını gerçek insan özgürlüğünün önkoşulu kabul ettiklerini, ileri sürüyor. Bu yaklaşımın en etkili teorisyenlerinden biri olan Ynestra King, hiçbir sosyalist devrimin doğa kültür ikiliğini aşma yolunda ciddi bir çaba göstermediği gibi, erkeklerin kadınlar üzerindeki baskısını da ortadan kaldıramadığını söylüyor. (1)
Bu, temelde, reel sosyalist uygulamanın da aynı düalist (ikici) mantık üzerine kurulu olması yüzündendir. Ne var ki, gene King’e göre, tarihin değerli bir mirası olan “sosyalist tin” bugün artık yeni özneler “feministler, yeşiller ve ırkçılığa karşı, yerli halkların varlığı ya da ulusal kurtuluş için verilen mücadeleleri yürüten kimlik politikası militanları” tarafından devralınmıştır. Ve bütün bu hareketler arasında dünya çağındaki bir hareketin parçaları olarak algılanmalıdır. (2)
Hem feminizm hem ekoloji, kendi somut bedensel varoluşumuz da dahil olmak üzere, insan ile doğanın geri kalanı arasındaki ilişkinin yeniden kavramsallaştırılmasını talep ederler. Bu açıdan aralarındaki bağ açık. Ancak ekofeministler, feminizmin var olan türlerinin hiçbirinin gerçekten anti-düalist, ya da diyalektik bir teori ve praksisi yeterli bir biçimde yaratamadığını savunarak aslında öğeleri bakımından yeni olmasa bile bütünsel yaklaşımı açısından yeni sayılabilecek bir teori öneriyorlar.
Onlara göre, günümüzdeki liberal, sosyalist, kültürel (radikal) feminist teorilerin tümü kadın ile doğa arasındaki ilişkiyi ele almış olsalar bile, her biri kendi yolunda düalist düşünce tarzından kurtulamamış, ya toplumsal olanı doğadan kopararak (sosyalist feminizm) ya da doğal olanı toplumsal olanı içine alacak biçimde genişleterek (kültürel feminizm) aynı ikilemin iki karşıt kutbunda yer almışlardır. Ve ekofeminist bir bakış açısından her ikisi de yanlıştır, çünkü biri doğayı, diğeri kültürü seçmiş durumdadır.
Oysa yapılması gereken böyle bir seçim değil, insan ile doğa arasındaki ilişkiyi yeni, diyalektik bir biçimde ele almamızı sağlayacak bir düşünsel yaklaşım üretebilmektir. Doğanın tahakküm altına alınması toplumdan kaynaklanmaktadır ve dolayısıyla yine toplum içinde çözülmek zorundadır. Bu yüzden de ekofeminizmin öznesi, doğal yasanın ürünü olan değil, toplumsal tarihsel bir varlık olan kadındır.
Ekofeminizmin temel analiz kategorisi, doğa, doğanın birbiriyle ilişkili tahakküm edilme biçimleri psişenin ve cinselliğin baskı altına alınması, insanın insan tarafından sömürüsü ve insanın dışındaki doğanın boyunduruk altına alınması ile kadınların bu tahakküm biçimlerine ilişkin tarihsel konumlarının analizi, ekofeminzmin hareket noktasını oluşturuyor.
Ekofeministler bilinçli bir iyimserliğe sahip
Ekofeminizm, sosyalist ve kültürel feminist geleneklerin her ikisinden de yararlanarak yeni bir senteze ulaşmaya çalışıyor: “Kültürel feminizm ile yüreğin sesine kulak veren bir politikanın gerekliliğini ve birbirimizle ve insanın dışındaki doğa ile olan bağımızı dikkate alan sevgi dolu bir topluluk özlemini paylaşıyoruz. Sosyalist feminizm ise bize, tarihi anlamamızı ve dönüştürmemizi sağlayacak güçlü bir teorik perspektif verdi. Bu iki yaklaşımdan her biri kendi başına “zihin” ve “doğa” ikiliğini devam ettiriyor, ama bir arada ele alındıkları zaman doğa ile kültür arasında yeni ekolojik bir ilişkiyi düşünebilmemizi mümkün kılıyorlar. Bu yeni ilişkide zihin ve doğal, yürek ve akıl, yeryüzündeki yaşamı ölümle tehdit eden içsel ve dışsal tahakküm sistemlerine karşı güç birliği içinde olacaktır.” (3)
Bu yaklaşımın, özgürlük peşinde koşan insanlar açısından çok gönül çelici olduğu açık. Ama, insanın bütün bir uygarlık ve kültür tarihi boyunca düşünce kategorilerini belirlemiş olan ve tahakküm olgusuyla yakından bağlantılı bulunan düalizmi alt edebilmesinin pek kolay olmadığı da açık.
Ne var ki, ekofeministler bu konuda bilinçli bir iyimserliğe sahip; nihilizme ve karamsarlığa kapılmaya yer olmadığını, aynı şekilde tarihin ya da aklın “bittiği”ni ilan etmeye de gerek olmadığını düşünüyorlar. Bir diğer önemli özgürlük felsefecisi Joel Kovel de onlarla aynı iyimserliği paylaşıyor.
Ekofeminizmi, feminist perspektifin ekolojik politikaya bilinçli müdahalesi olarak çok önemli gören Kovel, “Logos, kadını ya ölü ya da vahşi olan ile özdeşleştirmiştir. Dolayısıyla kadın, doğa için konuşarak bu özdeşliği aşar. Ekofeminizm, yeryüzü için mücadele eder, aynı zamanda kadını güçlendirmek için” diyor. Kovel’e göre, bu politika tümüyle tinseldir., çünkü “benliği dönüşüme uğratır, yeryüzüne adalet getirir, benliğin doğa ile, kadının erkek ile, kadının kendisi ile ve herkesin sahiplenme ile olan ilişkilerini değiştirir.” (4)
Aklım daha ihtiyatlı davransa bile, ben de bu iyimserliği paylaşmak istiyorum; çünkü Pascal’ın dediği gibi, yüreğin aklın bilmediği nedenleri olabileceğine inanıyorum.
Bu yazı Ağaçkakan Dergisi’nin Mart 1996 tarihinde, 28. sayıda yayımlanmıştır.
Dipnotlar:
1) Ynestra King, Healing the Wounds; Feminism, Ecology and Nature/Culture Dualism, Alison M. Jaggar ve Suzan R. Bordo, der., Gender/Budy/Knowledge. Rutgers Univ. Pres, 1989 içinde s.117
2) A.g.e., s.116
3) A.g.e., s 122
4) Joel Kovel, Tarih ve Tin, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1994, s. 323, dipnot 44.