Share This Article
Röportaj: Yavuz Baydar
Sevgili Lütfi, mektubun için teşekkürler. Rahatsızlığım nedeniyle bir dinlenme evine çekildim, bu yüzden randevu veremiyorum. Üzgünüm. En iyi dileklerimle.
Sam
Stockholm’de oturan fotoğrafçı ozan Lütfi Özkök’e gelen bu kısa mektubun üzerinde, kargacık burgacık bir yazıyla yazılmış ve üzerine 13 Mayıs 1989 tarihi atılmıştı.
Sam ise Beckett’ten başkası değildi. Edebiyatın bu büyük ustasının, sessiz sedasız sürdürdüğü yaşamı, sessiz sedasız biçimde terk etmeden 6 ay kadar önce bu satırları kaleme alırken, 28 yıl süren bir mektup arkadaşlığı da noktalanmış oluyordu.
Türkiye’nin Godot macerası
Bu dostluk nasıl başladı?
Lütfi Özkök: “Kelle avcılığı” için 1961 başlarında Paris’e gitmiştim. Yani yazar portreleri çekmek için.
İlk uğradığım yerlerden biri Edition Minuit (Geceyarısı Yayınevi) idi. Bilirsin, Alman işgali sırasında gizlice kurulan bir yayınevi olduğundan bu adı almıştır. İçeri girdiğimde editörü Jerome Lindon yazı yazmaktaydı. Biraz hoşbeşten sonra sekreterine, Beckctt’in portrelerini çekmek istediğimi, onu nasıl bulabileceğimi sordum. “Maalesef mösyö” dedi; “Adresi ve telefonu gizlidir, kimseye veremeyiz.”
Bu sırada, iki sene kadar önce tanışıp resimlerini çektiğim romancı Alain Robbe-Grillet girdi içeri. Ona sordum güldü ve “Kabul edeceğini pek sanmıyorum” dedi, “Ama yine de sen bir mektup yaz, biz yayınevinden ona gönderelim.” Masaya geçip, “Sevgili Mösyö Beckett, beni bir süre kabul ederseniz çok mutlu olacağım” gibi birkaç satır yazıp bıraktım yayınevine. Ikı gün sonra özel ulakla cevap geldi. Beckett, beni Montparnasse’taki Boulevard St. Jacques 38 numaradaki evinde cumartesi günü saat 17’de bekliyordu.
Beckett 1969’da Nobel Ödülü’nü kazandığında bütün dünyada Lütfi Özkök imzalı Beckett portreleri kullanıldı.
Kapıyı güler yüzle açtı. İnce, uzun boyuyla, sanki yaprakları kımıldamayan bir kavak ağacı gibiydi. Gözleri insanı delip geçiyordu. İsveçli çevirmeninden, yayıncısından, Artur Lundkvist’ten selamları ilettikten sonra edebiyat sohbetine geçtik. Şair olduğumu söyledim. Çok ilgilendi. Şiir üzerine uzun uzun konuştuk. Derken çantamdan kamerayı çıkarınca yüzü birden değişti, paniğe kapıldı. Ne yapacağını bilemez bir halde mutfağa doğru seslendi:
“Suzanne, Suzanne!”
Suzanne mutfak kapısında belirdi. Susanne elimdeki makineyi görünce, “Aman mösyö” dedi, “Bizler fotoğraf sevenler arasında değiliz. Benim babam Tunus’ta fotoğrafçıydı. Beni tabureye oturtur, zorla resimlerimi çekerdi. O zamandan beri fotoğrafımın çekilmesinden nefret ederim. Sam de bu duygularımı paylaşır,” dedi ve odayı terketti.
Şaşkına dönmüştüm. Alelacele makineyi çantama yerleştirmeye çalışırken alnımda ve ensemde boncuk boncuk terler birikmişti. Suratım ağlamaklı bir hal almış olmalı ki Sam, “Sakin olun Lütfi Bey”dedi; “Birer çay içelim, ondan sonra gidersiniz.” Mutfağa geçtik dairenin her yanı çıplaktı. Sanki yeni taşınılmış gibi bir görünümü vardı.
Çayları yudumlarken, heyecan içinde, “Mösyö Beckett” dedim, Ben gazete fotoğrafçısı değilim. Sadece yazar fotoğrafları çekiyorum. Söz veriyorum, kopyaları size göndereceğim. Beğenmezseniz kullanmam. Sizin fotoğraflarınız sağda solda görüyorum, hepsi eski. Bunların basılmasını durduramıyorsunuz.” Beckett, sessizce dinledi bir şey söylemedi.
Samuel Beckett, Fotoğraf: Lütfi Özkök, 1966, Paris
Söz nasılsa Godot’dan açıldı. Ben Paris’e gelmeden önce, galiba 1960’tı, yanılmıyorsam Oktay Akbal anlatmıştı: Godot’yu Beklerken, Küçük Sahne ya da Dormen Tiyatrosu’nda açılışından üç gün sonra yasaklanmış. Polis, “Gelmeyen Godot’nun beklenmekte olan komünizm” olduğunu iddia etmiş ve oyunu yasaklamış. Beckett’e bunu anlattım. Çok hosuna gitti. Bunu asık yüzünün biraz aydınlanmasından, biraz gülmesinden anladım. İste bu anda, aramızdaki buzların çözülmeye başladığını hissettim.
Halimi biraz izledikten sonra Beckett, “Brassaï (Gyula Halász) de buraya geldiğinde lambaları yere devirmişti, kaygılanma” dedi. Rahatlamıştım. Sonra uysal bir kedi gibi istediğimi yaptı. Sağa bak, sola bak, sigara yak… Kitap oku deyince, kitabı gözlerine on santim yaklaştırdı ki, o zaman gözlerinden rahatsız olduğunu anladım. Joyce gibi Borges gibi.. İşte Samuel Beckett’in sfenks gibi fotoğrafları böyle çekildi. Sonra da katarakt ameliyatı da oldu zaten. 1980’lerde karşılaştığımızda şikayetleri azalmıştı.
Paris’ten Stockholm’e döndükten iki hafta kadar sonra İsveç gazetesi Dagens Nyheter‘den bir telefon geldi. Beckett’le buluştuğumu duymuşlar. Ve ilk resimlerini ertesi gün yayımlandı. Bu kupürü ve diğer pozların kopyalayıp kendisine gönderdim. Yanına da kısa bir mektup ekledim. Kısa bir süre sonra bir teşekkür mektubu aldını. Böylece aramızda bir mektup bağlantısı kuruldu. İçtenlik dolu bir “uzak ahbaplık…”
Lütfi Özkök, Stockholm sakinlerinin anlatıldığı “Şehir ve biz” adlı projede yer almıştı. Fotoğraf: Johan Stigholt.
‘Hiçbir zaman gerçek anlamıyla söyleşi yapmadı’
En son ne zaman görüştünüz?
1981’de. Paris’te bir sergi açmıştım. Bu kez evinde değil, Montparnasse’taki bir otelde görüştük. Randevuyu otelde vermesi de uzak kalmak istediğini gösteriyordu… Yine şiirden söz ettik bol bol. Bir ara Nobel’den aldığı parayı ne yaptığını sordum. “Göz ameliyatım için kullandım” dedi. Daha iyi gördüğünü söyledi. O sıralarda, kör oldu olacak gibi söylentiler de ayyuka çıkmıştı. Tabii, yalnızlığı yaşam biçimi olarak seçmiş bir insan için türlü efsaneler üretiliyor.
Beckett sadece resimlerdeki değil, söyleşilerdeki “zorluğu” ile de tanınır. Tabii. Hiçbir zaman gerçek anlamıyla söyleşi yapmadı. Kabul ediyor, ama yapıtlarından konuşmuyor. Herhangi bir konudan söz eder sadece o kadar.
Son mektup
1981’den sonra yeniden buluşmaya çalıştınız mı?
1988’de telefon etmişti, “Kendimi iyi hissetmiyorum, ama belki buluşabiliriz” diyordu. Ben Paris’e gitmedcn evvel adresimi bırakmıştım ona. Kübalı ressam Wifredo Lam‘ın İsveçli esi Lou Lam‘a haber bırakmış, “Maalesef iyi değilim, dostumu kabul edemiyorum” diye. Görüşemedik. En son kısa bir mektup yazdım. Ona da 13 Mayıs 1989 tarihinde bir cevap geldi. Ondan 6 ay sonra da bu dünyaya veda etti.