Share This Article
Tekinsiz Bölge / Gary Phillips / Çev: Aslı Araboğlu / Ayrıntı Yayınları / S.192 / Yeraltı Edebiyatı
Evsizliğin, politik yozlaşmanın ve kentsel dönüşümün potansiyel etkilerini derinlemesine inceleyen Tekinsiz Bölge, yarı-evsiz bir Vietnam gazisi olan Magrady’nin Skid Row dolaylarında kayıplara karışan yürüme engelli dostunu arayışını anlatan noir bir kısa hikâye. Arkadaşının riskli işlere bulaşmış olabileceğini düşünen Magrady, macerası boyunca agresif topluluk organizatörleriyle, gözü kara bir polisle, savaşın can yakıcı anılarıyla, seksi bir kadınla, büyülü bir kafatasıyla, uyuşturucu kültürüyle ve gece yarısı gelen acılı patates kızartması krizleriyle karşı karşıya kalır. Toplum; gelişen ve zenginleşen Los Angeles’ın göbeğindeki büyük, parlak binaların ışıltılarıyla büyülenmişken Phillips, göz ardı ettiğimiz insanların yaşam koşullarını gözler önüne serer.
Kiracı / Bernard Malamud / Çev: Seda Çıngay Mellor / Kafka Kitap / S.192 / Dünya Edebiyatı
New York’ta yıkık dökük bir apartmanın tek kiracısı olan Harry Lesser, on yıldır emek verdiği kitabını bitirmek için canla başla çalışır. Dairesini neredeyse hiç terk etmeyen, dış dünyadan bihaber Lesser, bir yandan da onu dairesini boşaltmaya zorlayan ev sahibi Levenspiel ile mücadele eder, fakat kitabını bitirmeden hiçbir yere gitmeye niyeti yoktur.
Yıkık dökük, daireleri terk edilmiş binada kendisinden başka biri daha olduğunu keşfeder bir gün: Kitabını bitirmek için kendine gözlerden uzak, uygun bir yer arayan, huysuz, Afro-Amerikalı yazar Willie Spearmint. O dönem Brooklyn’de alevlenen Yahudi-Siyahi çatışmasına rağmen, ikilinin zamanla gelişen dostlukları, Willie’nin Lesser’dan taslağına yorum yapmasını istemesiyle gerilmeye başlar. Zoraki komşuluk ve sanatlarındaki gizli rekabetin çatışmalara neden olduğu ilişkileri, Willie’nin sevgilisi Irene’in hayatlarına dahil olması ve Levenspiel’in iki yazarı da evden çıkarmak için giriştiği savaşla tamamen değişir. Bernard Malamud, Kiracı’da biri siyah, biri beyaz iki yazarın sanat anlayışları ve etnik kökenleri üzerinden insanın güvenilmezliğiyle yıkım ve şiddet potansiyelini gözler önüne seriyor.
Bin Yılın Aşkı / Akira Mizubayashi / Gözde Koca / Yapı Kredi Yayınları / S.184 / Roman
Sen-nen insan sesinin olağanüstü gücünü çok erken keşfetmişti. Onun için insan sesi başlı başına bir müzik aletiydi. Daha ergenliğinde, sarf edilen sözlerin içi boş, cisimsiz bir balon olduğuna ikna olmuştu. Şarkı söylemekse sözcüklere kendine özgü bir güç veriyor, dilin zayıflığını telafi ediyordu. Tokyo Üniversitesi’nde Fransızca profesörü olan Sen-nen kendisi gibi opera sevdalısı Fransız Mathilde ile evlenerek Paris’e yerleşir. Çok geçmeden, bu aşkın iki meyvesi olur: Kızları Émilie ve Figaro’nun Düğünü operasına duyduğu tutku. Eşi Mathilde’in amansız bir hastalığa yakalanmasıyla, Sen-nen hayatın acı tatlı tüm tesadüflerini insanlığın evrensel anadili olan müzik aracılığıyla yaşamaya başlar. Akira Mizubayashi ‘Bin Yılın Aşkı’nda sözcüklerin içini tutkulardan ziyade müzikle doldurmaya devam ediyor.
Türkiye, sonuncusu 1989’daki Büyük Göç olmak üzere, kuruluşundan beri Balkanlar’dan “anayurda” gelmiş yüz binlerce göçmene de, bu göçler üzerine yazılmış kitaplara da aşina. Ancak zorunlu göçlerin, mübadelelerin aksine, ’90’lardan itibaren Türkiye bireysel “soydaş” göçlerine de sahne olmaya başladı. Bu yeni “soydaş”lar, öncekilerden çok farklı hukuki ve sosyal koşullarla ülke değiştirdiler; toplu göçün sağladığı imkânlardan faydalanamadılar ve hemen tüm göçmenler gibi, güvencesiz çalışma koşulları ve kayıt dışı ekonominin yarattığı sömürüye maruz kaldılar.
Onların dirayetini artıran bir ayrıcalıkları vardı: Başka ülkelerden gelen, değişik etnik kökenlere sahip göçmenlerin aksine, Türk hukuk sisteminin onlara Türklük üstünden tanıdığı bir hakka, vatandaşlık alma umuduna sahip olmaları. Bu, günlük hayat içinde tekrar tekrar kanıtlamaları gereken Türk ve Müslüman kimliklerini öne çıkardıkları, pratikte diğer göçmenlerin çektiği birçok sıkıntıyı paylaştıkları ama yine de kendilerini onlardan farklı -hatta üstün- gördükleri bir süreç yarattı.
Ayşe Parla, Kırılgan Umut’ta tam da bu süreci mercek altına alıyor. Doğu Bloku’nun çöküşünden sonra, ekonomik sebeplerle Türkiye’ye göç etmeyi seçen Bulgaristanlı göçmenlerin deneyimlerini yansıtan Parla, onların makbullük hiyerarşisi içindeki yerine bakıyor ve devletin bu hiyerarşiyi var eden kriterlerine dikkatimizi çekiyor. Umudun ve güvencesizliğin ontolojisine eğilirken göçmenlerin kendi sesine, sözüne yer veren Kırılgan Umut, hem farklı göçmenlik kategorileri hem de aidiyet hissi üstüne düşünmek için yeni bir zemin, incelikli bir bakış açısı sunuyor.
Kapital ve İdeoloji / Thomas Piketty / Çev: Hande Koçak / İş Kültür Yayınları / S.976 / İnceleme
“Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital” adlı kitabıyla dünyada büyük yankı uyandıran ve “eşitsizlikler” tartışmasına yepyeni bir boyut getiren Thomas Piketty, yeni çalışması “Kapital ve İdeoloji”de eşitsizliği çok daha geniş bir tarihsel bağlamda ele alıyor.
Her toplum eşitsizliklerini meşrulaştırmak zorundadır: Buna gerekçeler bulmak gerekir, yoksa bütün politik ve sosyal yapı çökme tehdidiyle karşı karşıya kalır. Geçmişin ideolojileri bu perspektiften incelendiklerinde bambaşka bir anlam kazanırlar, deyim yerindeyse taşlar yerine oturur.
Hiç kuşkusuz son dönemin en önemli “eşitsizlik düşünürü” olan Piketty, Kapital ve İdeoloji’de, çok geniş çaplı bir karşılaştırmalı veri tabanından hareketle, eşitsizlikçi toplum yapılarının tarihini ve geleceğini ekonomik, sosyal, entelektüel ve politik perspektiflerden ele alıyor. Kadim “üç işlev” toplumlarından köleci toplumlara, sömürge toplumlarından komünist toplumlara, “mülk sahipleri toplumları”ndan günümüzün “hiper-kapitalist” toplumlarına kadar eşitsizlik hakkında tarihsel bir fresk çizerken, günümüz ve yarınımız için de yakıcı meseleleri gündeme taşıyor, öneriler getiriyor.
1980’lerden itibaren tüm dünyada ağır basmaya başlayan aşırı eşitsizlikçi neoliberal anlatının aksine, ekonomik kalkınmayı ve insanlığın ilerlemesini sağlayan olgunun eşitlik ve eğitim mücadelesi olduğunu tarihten, edebiyattan, sinemadan örneklerle olduğu kadar, istatistiklere ve rakamlara da dayanarak gösteriyor. Eşitsizliğin tarihini, bugününü ve geleceğini, daha adil bir dünyanın mümkün olup olmadığını merak eden herkes için önemli bir başvuru kaynağı.
Erkek Adalet Kıskacında Kadınlar / Yağmur Birdal / Sel Yayıncılık / S.212 / İnceleme
Neredeyse düne kadar normal görülen kadına şiddetin feministlerce deşifre edilerek suç niteliği kazanması ve bu şiddete yönelik kamusal müdahaleye ilişkin ihtiyaç çağrısı, bugün toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanamadığı koşullarda halen karşılığını tam olarak bulamamıştır. Toplum tarafından güvenli addedilen evleri içinde sistematik şiddete ve eziyete maruz kalan kadınlar, tarih boyunca hemcinslerinin yaptığı gibi, bu şiddete dur diyebilmek için bazen kocalarını, partnerlerini, aile fertlerini öldürmekten başka çıkar yol bulamıyor.
Yenin içinde kalması gereken bu “görünmez” eziyete ömür boyu katlanmaları, sabretmeleri toplum tarafından meşru kabul edilirken, işkencecisini öldüren bu kadınlar, hem o noktaya gelene kadar resmi yardım ve müdahale çağrılarının yanıtsız ve etkisiz kalmasıyla, hem de olay akabinde kendilerini bu noktaya getiren özgül koşulların ve yaşadıkları sürecin yarattığı travmatik tahribatın gözardı edilmesiyle geleneksel hukuka içkin cinsiyetçi ayrımcılığa maruz bırakılarak hukuk içinde bir kez daha örseleniyor.
Feminist adli ve klinik psikolog Lenore Walker’ın ortaya attığı “örselenmiş kadın sendromu” kavramı bu kadınların eylemlerini olması gerektiği gibi bütüncül bir bakış açısıyla görme ve değerlendirme imkânı yaratıyor. Eril hukukun, bu çağrıya kulak verdiğinde, sosyo-kültürel ve psikolojik de dahil olmak üzere kadınları çevreleyen koşulları gözeten, cinsiyete duyarlı mekanizmalarla “erkek değil, gerçek adalet”i sağlama ihtimalinin kapısını aralıyor.
Yağmur Birdal, “örselenmiş kadın sendromu” ve kadın suçluluğu kavramının dünya kriminoloji literatürüne girişini ve tuttuğu yeri farklı ve karşıt yaklaşımlarla birlikte ele alırken, Türkiye’de kocasını öldüren kadınların yargılanmasındaki adil olmayan süreç ve unsurları da örnekleriyle gözler önüne seriyor. Basına da yansıyan bu tür davaların vekilliğini üstlenen avukatlarla yürüttüğü araştırma sonucunda, sistemin neden ve nasıl işlemediğini, resmi makamların cinsiyetçi reflekslerini, daha farklı bir yargılama süreci için meşru müdafaa, mazeret nedeni, haksız tahrik gibi kavramların nasıl ele alınması gerektiğini de açıklıkla ortaya koyuyor.