Share This Article
Derz / Hakan Günday / Doğan Kitap / S. 208 / Öykü
Hakan Günday, “Derz”de çeşitli mecralarda yayımlanmış öyküleri ile “Anakara Seyir Defteri” adlı fanzininden sayfaları bir araya getiriyor.
“Bu hikâyeyi kimseye anlatmadım. Kayra’ya bile anlatmadım. Ne o sordu ne ben söyledim. İşlediğim ilk cinayet hakkında hiç konuşmadım. Tek kelime bile etmedim. Ama Kayra hep konuştu. Oysa gerek yoktu. Çünkü yanındaydım. O yaşlı adamı öldürdüğünde oradaydım. Kayra ilk cinayetini bir yastıkla işledi. 93 yaşında felçli bir adamdı. Ama felçli olması yetmedi. Kayra uyumasını bekledi. Kayra, 93 yaşında, felçli bir adamı uykusunda boğarak öldürdü. Sonra dönüp bana baktı. ‘Hiçbir şey hissetmedim’ dedi. ‘Hiçbir şey hissetmiyorum’ dedi. ‘Hiçbir şey hissetmeyeceğim’ dedi. Ve o eski köy evinden çıkıp Abidjan’da bir bara gittik. Karşılıklı oturup birer flag istedik. O an soracak sandım. Çünkü söz vermiştik birbirimize. Afrika’daki ilk ayımızda ikimiz de birer cinayet işleyecektik. Kinyas ve Kayra katil olacaktı. Böylece asla dönemeyecektik evlerimize.”
İstanbul Posta Treni / Bülent Çallı / Everest Yayınları / S. 408 / Roman
Küresel bir salgının gölgesinde, İstanbul’un ülkeden kopuk bir adaya, dünyanın kalanının ise giderek bir muammaya dönüştüğü, gerçeğin bulandırıldığı ve her türlü iletişimin yasaklandığı, cunta kontrolündeki bir kent; kimsenin içinden çıkamadığı bu koca hapishanede, kulaktan kulağa yayılan ve hayatta kalmanın ötesini zorlayanları kendine çağıran bir söylenti: İstanbul Posta Treni…
Bülent Çallı’nın basılı üçüncü romanı olan “İstanbul Posta Treni”, güçlü atmosferi, gizem örtüsü ve tekinsiz karanlığıyla bizi yakın gelecekteki distopik bir gerçekliğin ortasına götürüyor. Bencilliğin fedakârlığa, korkunun cesarete evrildiği bu son derece tanıdık ama distopik evrende, belirsiz bir özgürlük umuduna tutunan üç arkadaş çıkış biletine ulaşabilecek mi? Hem kimin aklına gelir ki bu şehirden çıkmanın bir yolu olduğu?
İstanbul’un şaşalı günlerinin tanığı İstiklal Caddesi şimdilerde, özellikle de geceleri, kocaman siyah sıçanların pervasızca karşıdan karşıya geçtiği, çöp yığınlarının başında bekleşen boz tüylü pis sokak köpeklerinin sizi düşmanca bakışlarla tepeden tırnağa süzdüğü bir korku geçididir artık. Hasta bir insanın morarmış, kokmuş, pul pul dökülen ölü bir uzvu gibidir burası. Arada bir üzüntüyle kıpırdanır.
İyi Hikâye / J.M. Coetzee / Çev. Elif Ersavcı / Can Yayınları / S. 184 / Mektup
İyi Hikâye, Nobel Ödüllü yazar J.M. Coetzee ile klinik psikolog Arabella Kurtz arasında geçen, psikoterapi ve hikâye anlatma sanatı üzerine büyüleyici bir diyalog. Coetzee ve Kurtz, psikanalitik kuramları ve terapi yöntemlerini edebiyat eserleriyle yan yana getirerek psikoterapiyi, psikoterapideki gelişim idealini, toplumsal bağlamı ve kurmacayı farklı açılardan ele alıyor.
Cervantes ile Dostoyevski gibi büyük yazarlardan ve Freud ile Melanie Klein gibi psikanalistlerin fikirlerinden yararlanan Coetzee ve Kurtz, psikanalitik psikoterapinin çok daha geniş toplumsal biçimlerinde yeni bir perspektif açılabileceği umuduyla kişinin kendini inceleme kapasitesi, kendi yaşam hikâyesinin yazarı olması, kurduğu kişisel anlatılarda hakikatin payı, belleğin işlenebilirliği, bastırma mekanizmasının çıkmazları, grup psikolojisi ve milliyetçilik ilişkisi gibi meseleleri yalın bir dille keşfe çıkıyor.
Türkiye’nin Yeni Rejimi: Rekabetçi Otoriterlik / Berk Esen, Şebnem Gümüşçü, Hakan Yavuzyılmaz / İletişim Yayınları / S. 288 / İnceleme
“Cumhurbaşkanı Erdoğan, ideolojisi veya çıkarları nasıl tanımlanırsa tanımlansın, son kertede iktidara seçim yoluyla gelmiş ve iktidarda sandık yoluyla kalmıştır… Bu nedenle, meşruiyetini rejimin rekabetçi unsurlarından alır. Seçimle elde ettiği gücü ise devleti siyasallaştırmak, hesap verme alanını daraltmak ve oyun alanını kendi lehine eşitsiz hale getirmek için kullanır.”
Berk Esen, Şebnem Gümüşçü ve Hakan Yavuzyılmaz, bütün dünyadaki demokrasiden uzaklaşma eğiliminin bir parçası olan Türkiye’nin otoriterleşme deneyimini rekabetçi otoriterlik kavramıyla analiz ediyorlar. Yargının ve yasamanın yürütmenin yörüngesine girdiği, düşünce ve ifade özgürlüğünün kısıtlandığı, muhalefetin baskı altına alındığı, medyanın muhalefetten olabildiğince “temizlenip” iktidar propagandasının bütün mecraları kapladığı bir ortamda, seçim, demokrasinin tek soluk borusu haline geliyor, bu rejimde. Ancak bütün siyasal oyun alanı gibi seçimlerin de “tek kale maça” göre düzenlenmiş gayri adil yapısı, bu imkânı da tıkıyor.
2023 seçimlerini, rekabetçi otoriterliğin sürdürülebilirliğinin sınanması bakımından kritik bir deneyim olarak alan yazarlar, bu rejimde muhalefetin konumunu ve perspektiflerini de tartışıyorlar. Türkiye’nin Yeni Rejimi: Rekabetçi Otoriterlik’in sorusu, şu: Rekabetçi otoriterlik, Türkiye için son durak mı?
Popülizm ve Medya / Yasemin Giritli İnceoğlu, Savaş Çoban / Ayrıntı Yayınları / S.416 / İnceleme
Dünyada ve ülkemizde otoriterleşme konusu uzun zamandır tartışılmaktadır. Otoriterleşen popülist liderler medyayı etkili biçimde kullanırlar, halk adına konuşurlar ve onlar için en iyisini yaptıklarını iddia ederler. Faşizm ve popülizmin ayrıştığı nokta seçimlerdir.
“Faşistlerin aksine popülistler ekseriyetle demokrasi oyununun parçasıdır, bir seçim kaybedip günün birinde iktidardan çekilirler” (Finchelstein. 2021). Faşizm ve popülizmin en çok kesiştiği nokta muhalefete alan bırakmamalarıdır.
Medyanın özgür olmadığı ülkelerde toplumun bilgi almak için özel olarak çabalaması gerekir ki bu eğitim seviyeleri, okuldaki ve ailedeki ideolojik şekillenme düşünüldüğünde pek de olası bir durum değildir. Bu anlamda muhaliflerin hem alternatif mecraları kullanmaları hem de karşı-propaganda yapmaları gerekmektedir.
Bunları yapmaya çalışanlar da ülkelerin yapılarına göre çeşitli şekillerde devletin adli ve zor güçleri tarafından susturulmaya çalışılır… İnceoğlu ve Çoban’ın elinizde tuttuğunuz bu kapsamlı derleme eserinde, son zamanlarda gündemimizde epeyce yer eden “popülizmin” çeşitli alanlardaki etkileri ve hayatımıza yansımaları ele alınmaktadır.
Sınıfın Duyguları / Mustafa Kemal Coşkun / Dipnot Yayınları / S. 192 / Araştırma
İşçilerin ister işyerinde, ister sokakta, isterse gündelik hayatta ekmek talebinin yanında aslında aynı zamanda özgürlük, onur, saygı ve insan olarak tanınma talebinin yer aldığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Bu çalışma, işçilerin hem işyerinde hem de gündelik hayatta haysiyet, değer ve saygı görme, “insan yerine konma” gibi taleplerine, karşıt sınıflardan insanlara karşı utanç, kızgınlık, hınç, öfke, kıskançlık, korku, kaygı, üzüntü, kin gibi duygularına, sırf işçi olmaktan kaynaklanan duygularına odaklanıyor.
İnsanlar, işçi olmaktan ötürü yaşadıkları deneyimlerle nasıl bir öz-değer duygusu inşa etmektedir? Bu deneyimlerin kendilerinde yarattığı duygular nelerdir? En genel olarak bir öfke ve hınçtan bahsedilebilir mi? Gerek çalışmaya ve çalıştıkları işe gerekse diğer insanlara karşı ne tür bir yabancılaşma süreci deneyimlemektedir bu insanlar? Sömürülen işçileri kapitalizmin yapısal çelişkilerinden kaynaklanan duyguları üzerinden, örneğin hınç ve öfke aracılığıyla örgütlemek ve mücadele içerisine sokmak nasıl mümkün olabilir?